Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Şubat '09

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Mimlenmişim!

Mimlenmişim!
 

www.tatlıcadıca.


Daha, ortalıkta dolaşan şu ''mim'' konusu nedir, ne değildir öğrenemeden sevgili Tülin Aksoy kardeşim beni mimleyivermiş! Ne yazsam, ne desem derken, Celal Çelik dostumuz da mimler gibi yapmaz mı?

Şimdi çok abes kaçacak biliyorum ama, inanın, neden yazdığım hakkında hiç bir fikrim yok... Ben hayatım boyunca ne öykü, ne roman, ne masal ne de iki satır şiir yazdım. Hem de;'' Üç Türkten dördünün şair olduğu '' bu memlekette!
Bunlar bir tarafa, mektup bile yazamazdım ben. Üniversiteyi kazandığımda, otobüse binip yola çıkacağım zaman babam: ''Evlat! Sık sık mektup yaz, ihmal etme sakın!'' demişti. İlk mektubumu tam üç sene sonra yazdım eve. Galiba ondan sonra bir tane de 4. yılımda yazmıştım. Babam, yazma özürlü olduğumu ilk keşfeden kişi oldu. Hatta, cevapsız kalan kimbilir kaçıncı mektubundan sonra: '' Ulan keraneci, tamam mektup filan yazma, ama arada sırada postaya boş bir zarf atıver de, hayatta olduğunu bileyim bari.'' demişti.

Şaka filan değil! Ne zaman mektup kağıdını önüme koyup, kalemi elime alsam; bilumum kelimeler, cümleler ve hatta hangisinin nerede olması gerektiğine bir türlü karar veremediğim şu hain noktalama işaretleri, hepsi birden firar edip ortadan toz olurlardı... Elimde kalem, önümde boş kağıt, öyle kalırdım masada.

'' Sevgili babam, ''... (Sevgiliymiş! Sevgiline mi yazıyorsun, babana mı? Seni küçük burjuva özentili herif seni!!!)
'' Anneciğim ve Babacığım, ''... ( Sanki ilk mektep çocukları gibi ne o, ''annecim, mannecim'' lafları öyle!? Kazık kadar adam oldun, hala annecim. Yok, ağlasaydın bir de.... )

'' Anneme ve babama''... İşte, aklıma en çok yatan başlangıç cümlesi buydu! Velakin, bu da sanki intihar öncesi bir mektubun girizgahı gibi oluyordu... Yani demem o ki, şu giriş cümlesini bir yazabilsem, gerisi gelecekti. Ama bir türlü uygun bir kelime bulamazdım. Ve sonuçta kimbilir kaçıncı Birinci cigarasını söndürdükten sonra kendimden ümidi kesip masadan kalkardım. Hem sonra yazacak ne vardı ki? Okul boykot ( Bir ay tatil)... Ben iyiyim, dersler de çok iyi (hem de nasıl)... İş buldum çalışıyorum (ama bu doğru)... Yurt çok rahat (sanki 4 yıldızlı otel mübarek yer)... Param var (deste deste)... Beni merak etmeyin, aklım fikrim derste...

Başka? Başka yok! Şimdi bunun için oturup mektup mu yazılır yani?

Hani Yılmaz Güney'in bir filmi vardı... İsmi aklıma düşmedi şimdi. Sanırım siyah-beyazdı. İstanbul'a geldikten ve sokaklarda bir hayli süründükten sonra anacığına bir mektup yazma sahnesi vardı o filmde. Bakkaldan kağıt kalem alıp parkta bir banka oturup yazmaya başlıyordu. Anasına bir sürü güzel şey anlatıyordu, arka plandaki ses ve görüntülerin eşliğinde. Yaptıklarını, ettiklerini, iş bulup çalıştığını, yakında çok para kazanacağını, anasını yanına aldıracağını filan yazıyordu güya. Derken kamera birden parka dönüyor ve yakın plan Yılmaz Güney'i gösteriyordu! Müthiş bir nefretle kasılmış kaç gündür traş olmamış yüzüyle, öfkeli ve çılgın bakışlarıyla bir elinde sopa gibi tuttuğu kalem, sımsıkı yumduğu diğer elinde ise buruşmuş mektup kağıdı... Öylece kaskatı kesilmiş bir Yılmaz Güney!... Parktaki birkaç kişi korkudan fal taşı gibi açılmış gözlerle ona bakıyor! Sonra sakinleşip elindeki buruşmuş kağıdı açıyordu. Kağıt bomboş! Tek satır yazmamış, yazamamış. Yaşaması bir yana, hayal etmesi bile zor bir yaşamdan ne yazılabilir ki bir anneye?

İşte benim yaz(a)mama konusundaki hal-i pür melalim de buna benzer bir şeydi. 9 yıl sonra okul bitti. Memur oldum. Ne zaman bir dilekçe yazmam gerekse arkadaşlarıma yazdırırdım. Yalnız imzamı atardım, o kadar. Hatta bazı arkadaşlarım imzamı da atarlardı... Hele biri vardı ki, imzamı benden daha güzel atardı! Kulakları çınlasın, canım arkadaşım benim... İzin dilekçemi bile arkadaşlarıma yazdırırdım. Sonraları izin dilekçeleri matbuu oldu da, çocuklar kurtuldular benden.

Şimdi, '' Senin gibi yazma özürlü birinin MB' da ne iş var?'' derseniz, anlatayım efendim:

Ben birgün Milliyet'in internet sayfasında bir fotoğraf görmüştüm. Koca bir boz ayı vurulmuş, boylu boyunca yerde yatıyor. Onu vuran avcılar da, iyi halt yemiş gibi, dudakları kulaklarına varmış vaziyette, ellerinde fallus misali tüfekleri, zavallı ayının üstüne uzanmış kahramanlık pozu veriyorlar. Müthiş canım sıkılmıştı. Ben oldum olası ayıları, tabii ki dört ayaklı olan ayıları pek severim. Ne de olsa çocukken ayı yavrusu beslemiş çok ender rastlanan şahıslardan biriyim ben. İşte bu haberin altındaki yorumları okurken, birden içimden yorum yazmak geldi... O sırada haberin yan tarafında MB'un linkini gördüm. Yorum yazacağıma buraya yazayım dedim. Ve yazdım. Ertesi gün reddedildiği haberi geldi. İşte buna kızdım. Biraz değiştirip yeniden yazdım. O da reddedildi! O zaman daha çok kızdım. Ve biraz daha değiştirip yeniden yazdım. Aa, o da reddedilmez mi? Şimdi gerçekten kızmıştım ama! Herhalde editörler ne kadar çok kızdığımı anlayıp korkmuş olacaklar ki, dördüncüsünde reddetmeye cesaret edemeyip yayınladılar. Yazmama, işte o kör olasıca avcılar sebep oldu.

Neyse, ilk blogum bu oldu. Sonra bir anımı yazdım. Meğer anı yazmak mektup yazmak gibi zor değilmiş, çok kolaymış! Bu çok hoşuma gitmişti... O anıma yorum yazan sevgili Ü. İpekçeker ile Emef arkadaşlarım kibar yorumlarıyla beni adeta esir aldılar. Önce onları, sonra yazılarını büyük bir zevkle okuduğum diğer değerli arkadaşlarımı bırakıp da gidemedim bir türlü. İşte o yüzden hala buradayım. Ve henüz kimse mimlemediyse; ben de değerli arkadaşım narçiçeği'ni, güzel kardeşim seringel'i ve yazmayacağını bile bile sevgili Güzaltı'nı mimliyorum. Hadi kolay gelsin bakalım!

 
Toplam blog
: 36
: 7030
Kayıt tarihi
: 12.12.07
 
 

Elazığ'ın, şimdiki adı Alacakaya olan, ama eskiden küçük bir madenci kasabasında; Güleman'da doğd..