Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Kasım '16

 
Kategori
Felsefe
 

Ne olacak hâlimiz

Ne olacak hâlimiz
 

alıntı


ODTÜ Felsefe Bölümü Başkanı Prof. Dr. Ahmet İnam ile yapılan söyleşiden derleyip düzenlediğim algı alıntılarımı okumanın tam sırasıdır:
 
(BİRGÜN gazetesinde 5 Şubat 2005 tarihinde yayınlanan söyleşiden. Sorular aynı. Cevapların felsefi özü de aynı. Sadece, soru bana sorulmuş gibi davranıp cevapları kendi algımı ifade edecek biçime uyarladım. Cevaplarda bir kusur görülmüşse kusurun muhatabı olduğum biline)
 
-Sevgili hocam, memleketin durumunu nasıl görüyorsunuz?
 
-Dünyanın ve memleketin gidişatında feci şekilde insanlığa yabancılaşma var. Şimdi, bu lafı, 1500 sene önce Platon da söylüyormuş, 500 sene önce Shakespeare de söylüyordu, otuz yıldır da ben söylüyorum diye uyarı değeri düşmüş değildir. Hayatımız kokuşuyor; iç açıcı bir söz değil ama durum böyle. Beyniyle düşünen hiç kimse, “böyle gelmiş, böyle gider” diyemez. İnsan uygarlığı temelde para istifi üstüne inşa edilmiş diye öylece yükselemez. İnsan ürünü bir uygarlığın temel hatasını kaderi yapan insan asla uygarlaşamaz. Şiddete bile meyledebilen madde kazanımı rekabetindeki başarıyı ana temeli yapmış bir uygarlık anlayışı insanı yüceltmez, sadece zenginlik ve yoksulluk yapar.
 
İnsanların seyrettiği televizyon dizileri anlık duygusal tepkileri dürtmek için yapılıyor; beyin sağlığına hitap etmiyor. Okuduğu kitaplar, yediği içtiği, giydiği ve hatta konuştuğu dil bile gündelik modaya uyum endişesine takılı. Ama benim asıl şikâyetim ciddi bir endişe pozları takınarak bunlardan şikâyet etmeyi bilgelik sanan entellerdir. Mutsuzluk maskesini ciddiyetle takınan enteller haklı şikâyetlerinden dolayı bilge insan gibi görünmekten rahatsız olmazlar; üstüne bir de gizliden keyiflenirler.
 
Oysa bilge insan mutludur ve şikâyetinden çok mutlu olduğunu göstermekten keyif alır. Gerçek bilgeler memnun edilmeyi beklemeden mutludurlar. Yaşanan çirkinlikleri görürler, fakat bunları kabullenmezken, “yandım anam” çığırışlarıyla şikâyete durmazlar. Şikâyet edeceğine,  çirkinlikleri nasıl düzeltebileceğini düşünür; yolunu yordamını danışır, arar ve bulduklarını paylaşır. En kahraman bilge tavrı kötülük içinde şefkatli bir gülümsemeyle iyilik yapabilmektir.
 
Anlayacağınız, kokuşmuşluk önce kendimizle olan ilişkimizde başlıyor. Öz kendimize yeteri kadar değer verdiğimizi sanmıyorum. İşin beteri kendimizi adam yerine bile koymuyoruz. Tüm çabamız başkaları bizi adamdan saysın diye. Yemek yemiyor, tıkınıyoruz. Yemeğin tıkınmaya döndüğü, sevişmenin düzüşmeye, dostluğun rüşvete, eğlencenin teknolojik oburluğa döndüğü bir zamanda yaşıyoruz. Bütün bunlar yozlaşmış bir yaşam biçimini gösteriyor, çünkü ortada insan olmanın zevki yok. İnsanoğlu yaşamını ilk kez yozlaştırmış değil elbette. Ancak, dünyanın küçücük kaldığı bu çağda yozlaşmanın biraz fazlaca iltifatla bulaşması beni tedirgin ediyor.  
 
-Kendimizi nasıl kurtarırız bu yozlaşmış yaşam prangasından?
 
- Önce içimizden dışarı fışkıran ve kimseye minnet etmeden sadece bizim olan hazların peşinden koşarak tabi ki. Sonra bu hazları paylaşmanın bir yolunu bularak elbette. Hayatımızı sürdürmek için sabah sekiz akşam altı çalıştığımız işlerden arta kalan zamanın elverdiği kadarıyla taklit olmayan, beğenilmek için değil de hoşlandığımız için bir şey yapmaya niyetlenmek bile insanı sözde değil özde mutlu etmeye başlar.
 
Şu filmi kaçırmayın deniliyor, herkes o filmi seyrediyor. Şu yazarı okuyun hayatınız anlam bulsun diye ahkâm kesiliyor; herkes o yazara çullanıyor. Fakat herkes o yazardan aynı şeyi mi anlıyor? Mademki farklıyız, herkes kendi farklılığını ifade edebilmeli. Ama fark da bize giydirilen sözde başarı maskesi altında eziliyor. Modayı ve popüler olanı reddetmiş kendini bilen insan farkı hor görülmektedir.
 
Marka giyinince farklı oluyorsun. Ama kim giydiriyor derseniz, kimse giydirmiyor; aslında birbirimize giydiriyoruz. Böyle olunca bireysel varoluş sevinci tüketimin pahasıyla ölçülü oluyor; bakın işte bu çok büyük bir tehlike.
 
Ailelerin ve toplum bilincinin beklentileri öyle bir çullanıyor ki gençlerin üstüne, küçük bir başarısızlıkla karşılaştıklarında hemen bunalıma giriyorlar. Acılara tahammülü olmayan insanlar yetişiyor. Yaralar almaya başlayınca, bir çıkış noktası da bulamayınca, ya ilaçlarla ya uyuşturucuyla, ya da anarşik tavırlarla acılara tahammül etmeye çalışıyorlar. İnsansı var-oluş kimliklerinin direnç güdüleri duyarsız ve zayıf hale geliyor. Bu zayıflıktan dolayı, sabır ve azim isteyen beyinsel savunmaya küfredip kendilerini ifade edebilmek için şiddet kullanmayı seçebiliyorlar.
 
Çok eskiden şiddet genel olarak hayatta kalmak, yaşam mücadelesi gibi doğal nedenlerin bir aracıydı. Oysa bugün şiddete başvuran insan medeni toplumlarda hastalıklı bir suçlu kabul edilmekte olmasına rağmen, aynı medeniyet barış ve özgürlük yalanıyla ya da insan hakkı iddiasıyla ortaya çıktığında bireysel ve kurumsal şiddeti hoşgörüyle karşılamaktan utanmıyor. Birçok ülkede din ve ideoloji fedailiğiyle yapılan şiddet haklı görülmektedir. Aynı türdeki yutturmacayla, üstelik ulusal onuru kurtarma adına devlet gücünün de şiddeti kutsaması bunun en kahredici toplumsal bilinçlenme bozukluğudur…
 
Ekonomik gelişmişlik içindeki ülkeler aç gözlü rekabet ve tüketim önceliği bahanesiyle yüksek teknolojili üretim sistemlerini dünya genelinde yoksul ülke sermayelerine katmaya yanaşmıyorlar. Bu da dünya cennetinin adil paylaşımını geciktirmektedir. Cehalet içinde açlık ve yoksulluk tehdidi kıskacıyla ezilen tek bir insan kalmayıncaya kadar yeryüzünde şiddet ve terör sürecektir; çünkü hayatta kalma hakkı insanca yaşama hakkından hep önce gelmiştir. Bu yüzden gelişmiş ülke toplumlarının tüm bireyleri kendi aralarında insanca yaşamayı öğrenip becerecek düzeye gelse bile, yeryüzündeki yoksulluk ve cehaletin üreteceği terör bunun huzurla sürdürülmesini engelleyecektir… Ancak bununla da bitmeyecektir; yoksulluk ve cehalet tehdidini bertaraf etmiş olsa bile, kendini doğal dünya gerçekliğiyle mutlu etme becerisi olmayan insan huzursuz ruhuyla gene şiddete meyledecektir…
 
-Bu saldırganlık başarıya koşullanmaktan mı kaynaklanıyor?
 
- Başarılı sayılanlar da böyle davranabiliyor. Başarının hiçbir kalıcı sonluk ölçütü olmadığı için, başarılı olan nerede duracağını bilemiyor ve başarı dangalağı oluyor. Sürekli önüne havuç konmuş eşek gibi koş Allah koş…
 
Başarısız olan da geride durmaya tahammül edemiyor. O yüzden başarı ve başarısızlığın çatışmadığı bir gidişatı kendimize özel bir yaşam tarzı yapabilmek gerekiyor. Bunun da çok parayla yapılabileceği gibi yaygın bir yanılgı var gençlerde. Oysa çok parayı kazanmanın ve elde tutmanın bedeli de çok fazla hayat kaynağını ve zamanı kendimizden çok başkaları için harcamaktır. Eğer bu fedakârlık çıkarsızlık bilinciyle yapılmıyorsa, yani, “ben kendimi başkaları için tüketme eyleminin kendisinden mutlu oluyorum” felsefesi yapılmadıysa, eninde sonunda hüsran içinde bastıran ağır bir mutsuzluk çöküşü kaçınılmazdır.  Ucu açık, yani asla durmaya gelmez başarı dizinleri peşinde koşmaktan heba olmaktansa, sokak serserisi olmak çok daha iyidir.
 
Alkışların, çok para kazanmanın, iltifatların ve hayran yalakalıklarının peşindeyseniz yaşantınızı kiralamak zorundasınız. Bunların dışında bir yaşamın peşindeyseniz, yaratıcı olmak zorundasınız. Yani dünyaya postunu sermiş egemen değerlerin verilerini de kullanarak, kendi yaşam sentezinizi oluşturmanız gerekiyor. Dünyaya posta koyabilmeniz için de önce öz benliğinizi kendinize değerli kılmanız gerekiyor. Önce kendinizin değerli olduğuna inanmalısınız. Ancak burada bir tehlike vardır; kendinizin en değerli olduğu manyaklığına varacak kadar ileri giderseniz, bilgelik içinde bir mutluluktan çok, cehaletin avuntusunda bir mutluluğa erişirsiniz. Tuhaftır ki, kalite farkı olsa da her iki durum mutlu olmanızı sağlayabilecek güce sahiptir. Mesele başarıyı mutluluk saymak değil, başarıdan ya da başka bir şeyden mutluluk yapmaktır. Meseleniz insan olduğunuzu hatırlatacak bir mutluluğu en büyük başarı saymak olmalıdır…
 
-Hayvan dergisine verdiğiniz beyanatta: "Bilge dediğin fırlama olur demişsiniz." Bu görüşünüzde ısrarlı mısınız?
 
-Gayet ısrarlıyım, hatta bu görüşümü daha da ileri götürdüm; bilge dediğin hem fırlama olmalı, hem de avanak görünmeli diyorum. Bilge adamın kalıbı hayatın kendisidir; o yüzden ne olduğu gibi görünür, ne de göründüğü gibi olabilir. Hayatın bir kesitinden geçerken olması gerektiği gibi görünür, ama görüntüsü kendisinin bütün bir halini hiçbir zaman temsil edemez, çünkü her şeyi aynı anda yaşaması mümkün değildir. Bilge adam her şey olabilir, çünkü o, hayatı kendine mal etmez, kendini de hayata köle etmez. Anlamıştır ki her tür minnet gösterisinden rahatsızlık duymayan mutluluğu taşıyamaz. Bilge, hayatın bütün hazlarının ardından koşar ama o hazların hiçbirinin bağımlı dangalağı olmaz. Bilge adamda hem sokak serserisinin hayatını yaşayabilme yeteneği ve gücü vardır, hem de o hayatın dışına çıkabilme cesareti ve donanımı vardır.
 
Bilge insan, hayatın süregidenliği içinde olurken hayatını nasıl sürdüreceğini de tasarlayabilendir. Serserilerle konuşur, berduşlarla arkadaşlık eder; bir sürü dedikodunun farkındadır, ancak en sağlam dedikodu bile onun yaşantısına dümen olamaz. Salaş bir meyhanede içer, keyifle opera izler; şık fakat gösterişsiz giyinir, sosyetik bir davette dans eder. Yaşamdan tat almayı bilir ama bunu hiçbir zaman ayağa düşürmez; aksine, ayağına giydiği yaşamı, yukarı çeker. O kadar ki, bilge adam küfür ettiğinde iltifat sayılır. Bizdeyse bilge insan aksakallı bir ciddiyet putudur; yemez içmez, gülmez; çişi gelmez, gaz çıkartmaz bir ermiş kişi sanılır. Bu arada önemli bir yanılgıyı düzelteyim; akademisyenlik bilgelik değil, bir tür bilgi memurluğudur.
 
Pısırık ve özgüvensiz insanların bu kokuşmuşluktan çıkma şansı yok. Kendinizi ayıklayıp süzdükten sonra geriye kalan değerlerinizi geliştirip olgunlaştırmadan değişim için atak olmayı ve kendinize güvenli kalmayı beceremezseniz; mutsuz ölmeniz kaçınılmazdır. Beyninizi hallaç pamuğu gibi çırpın ve bellekteki tüm verileri yeniden düzenleyip değerlendirin. Bunu, benliğinizi ve bilincinizi özgürleştirme niyetiyle yapmalısınız. Bilincinizi ve vicdanınızı özgürleştirme arzusu başkalarına beğenilme endişesine dönüşürse, sonunda bir başka benlikle benzeşmekten ileri gidemezsiniz. Kendinizi kıyım kıyım doğrayıp, ezim ezim ezerek öyle yoğurmalısınız ki, hamurunuz kimseye minnet etmeden kalkıp kendiliğinden fırına girmeli. İçine düşülebilecek yalnızlık boşluğunda insanın ruhunu bile kaybedebileceği böyle zorlu bir yolculuğu göze alamıyorsanız, hiç olmazsa artık çözümü merak etmeyen şikâyetlere yaslanarak yaşamaktan vazgeçin de varoluş sevincine katkınız olsun…
 
-Biraz da aşktan konuşalım mı hocam?
 
-Aşkta benim teorim şu: Aşkın doğuşu hormonlarla ilgilidir ama aynı zamanda kazanılması, edinilmesi gereken soylu bir hazdır. Sürdürülmesi için emek ister. Yeteri kadar aşk hormonu salgılayan kişi aşk vurgunu olabilir, çıldırabilir, azabilir; ama aşk ile yaşamak ayrı bir şeydir. Âşık olmak başka, aşk ile yaşamak başkadır. Aşk içinde var olmanın hakkı bir sanat, bir güzellik yaratmaktır. Aşk dediğin, erkekliğini cinsel organıyla ölçen hamhalat heriflerin işi değildir. Kendisine geçim kapısı, çocuğuna baba seçen kadının yataktaki işvesi aşkın ayağa düşmüş yoz hâlidir. Aşk ile yaşamak, ruhunu bir başkasına teslim ettiği hâlde ölmemiş olmaktır…
 
Aşk ateşi içinde hâlâ daha kendimizi ve hayatı anlamaya ve anlayabildiklerimizi de insana yakışır hâllere dönüştürmeye çalışıyorsak, işte benim şapka çıkaracağım aşk budur. Bize insan olduğumuzu hatırlatır ve büyük bir sorumluluk yükler. Aşk eşittir sevgili değil; iki kişilik dar bir ilişki de değil; çok kişilidir aşk. Bütün dünyayı düşman belleyip Leyla’yı sevmenin aşkı yücelten bir yanı yoktur. Leyla’nın bahanesiyle bütün dünyayı sevmektir aşkı yücelten ve aşk ile yaşamayı erdem yapan…
***
“Aşkın evrenselliğinden dem vurulmuşken, ben de buraya bir iki özdeyiş” açayım der Âdem Efendi: 
 
Mutluluk cennetine hükmeden aşkın tacını hiç çıkartmadan ölebilmek, tüm olası ve olmuş aşk acılarını danışıksız ve sözleşmesiz olarak taşıma sabrı ve gücü ister.
 
Aşk, gönül evinde sevgiliyi ağırlarken sözün ve sazın sustuğu yerde dansa devam edebilmektir.
 
Aşk bir anlamda kendini hesapsız paylaşabilmenin huzur duyumundaki hazzın adlandırılmasıdır. İnsan kendi benliğini başka birisiyle teklifsiz paylaşmaktan doğal olarak korkar. Aynı biçimde, başka birisinin benliğini teklifsiz kendisiyle paylaşıma sunmasından insan gene doğal olarak korkar. Korkmayınca aşk oluyor işte. Aşk doğal varlığın güdüsel haz duyumu değildir; aşk, insanın en yüce duygusal varlık üretimidir…
 
Aşk mutluluğun ta kendisidir. Bu yüzden, şiirlerde ve şarkılarda acı çeken aşklara bakıp da, “Mutlu aşk var mıdır?”; ya da, “mutlu biten aşk var mıdır?” diye sormak saçmalamaktır. Elbette mutlu biten aşk olmaz. Bir mutluluk mutlu bitebilir mi? Kimin ve neyin kusuru olmuş olursa olsun, aşkın artık mutluluk nedeni olmaktan çıktığı yerde insanca bitirilmesi de bence ayrı bir mutluluktur. Mutsuz biten aşklar kaderin sillesiyle biten aşklardır. Kahreden, önlenemez bitişlerdir. Hocamızın yücelttiği o çok kişilikli evrensel boyutlara yükselmiş aşklar hep bitmez tükenmez bir mutluluk kaynağı olurlar. Bu kaynağı ölüm bile kurutamaz. Böyle aşklar, Mevlana, Yunus Emre, Atatürk, Hayrettin Karaca, Âdem ile Havva, Fadime ve Temel ve hatta Nasrettin Hoca’dır… Terk eden veya terk edilen aslında aşkın sadece nesnesidir; siz özne, yani aşkın ta kendisi olursanız, aşk sizinle sonsuza kadar mutlu gider…
 
Ne kadar yüceltilip övülse de, insan nefsine ilişkin her şey gibi, aşk aynı zamanda insanı bir başka insanın içine hapsedebilen ve uğruna kötülükler yapılabilen tehlikeli ve şeytani bir bahane yapılabilir. Bundan sakınabilmek için insanın aşk hamağına yatıp uyumadan önce kendini az çok tanımış ve aşkın özgürlüğüne saygı duyabilecek hoşgörüye ermiş olması gerekir. Bence âşıklara yüklenebilecek tek sorumluluk bundan ibarettir: Aşkın bağımsız iktidarını tanımak ve aşkı hâkimiyet altına almaya yeltenmemek, âşığın en önceli sorumluluğudur…
 
Aşkı sahiplenmek yerine, onu gönül sofrasında bir tanrı misafiri gibi ağırlamalı. Bir âşığın aşkından dolayı mutlu olmak veya etmek gibi bir gereklilik kaygısı gütmesi, o aşkın bir aldanış olduğunun en sağlam göstergesidir. Çünkü aşk mutluluğun zaten ta kendisidir. Bak evlilik söz konusu olduğunda işler değişir. Evlilik, iki kişinin birbirini mutlu etme sorumluluğunu üstlenmesidir. Nikâh da bu sorumluluk sözleşmesinin topluma ilanıdır. Âşıkken evlenenler zaten mutluluktan geberdikleri için bu ayrıntıyı çoğu kez gözden kaçırırlar. Aşkın doğal özünden içtikleri sebil mutlulukları sadece evlenerek sonsuz kılamayacaklarını göremezler. Bu yüzden derler ki, evlilik aşkı öldürür. Yok öyle şey! Evlilik sorumluluğunu kavrayamayan akıl körlerinin ve aşk duygusallığı denizinde boğulmuş sorumsuz düşüncenin evliliğidir aşkı öldüren. Evli değilken aşkın doğasından kendiliğinden çıkan mutluluk, evlilikte bir sorumluluk yüklenimidir; emek ister. Evlenmiş âşıklar evlilik gereksinimlerinin sorumluluk sıkıntılarıyla cebelleşirken aşklarının ateşi biraz soğuyabilir belki; ancak asla sönmez…
 
(Âdem Bey bir iki özdeyiş eklemek isterken maşallah epeyce daldı konuya. Biz devam edelim:)
 
-Bir entelektüel olarak mutlu musunuz?
 
-Kendimi henüz ballanmış bilge bir adam yapamadığım için genellikle yalnız kaldığım zaman kendimi daha mutlu hissederim; o da genellikle gece ikiyle dört arasında mutlu olurum. Televizyonu açarım ama seyretmem. Sesini duyarım, duvarlara bakıp öylece düşüne kalırım; belki yazasım gelir bir şeyler karalarım. Yeniden uykum gelince de , “bu dünya bu sabaha düzelmez arkadaş”, der tumba yatarım.
 
Yaşamı zırt pırt hesaba kitaba çekmek mutluluğu öldüren muhasebedir. Örneğin Nietzsche; adam hayatı boyunca bunu anlattı. Ama Nietzsche'yi okuyup iyice karamsar olan adamlar oldu. Dayanamadılar. Kendilerini deşmeye dayanamadılar. “Öldürmeyen acı bana güç verir”, deyişine akıl basmadan karamsarlığa düşüp kayboldular. Adam demiş ki, “ben bir enerji kaynağıyım…” Benim insan gibi insan olabilmem, içimdekileri olabildiğince bastırmadan dışa çıkarıp tertipleme başarımla olasıdır. Oysa insan uygarlığı henüz buna izin vermiyor, birbirimize maskelenmek zorunda kalıyoruz. Gerçi Freud medeniyetin temelinin bu olduğunu söylemiş. Biz de medeni olabilmek adına içimizdeki hayvana tasma takıp insanlığımızı ona bekçi yapmışız. Oysa içimizdeki hayvanı ehlileştirip insanlaştırmak için onunla özgürce tanışık ve de sevişik olmalıyız. Çünkü dışımızdan çok içimiz bizimdir. Hayvanlığımızı maskeleyerek veya onu saklayarak medeni olamayız; insanlığımızı medenileştirmek için içimizdeki hayvana sevgiyle sarılıp insanlaşmasını sağlamalıyız.
 
Hâlâ içimizdeki erotik enerjiyle ilişkimizde sakatlık var. Erotik yanımız ortaya çıkacak diye ödümüz kopuyor; ayıp bir şey yaptığımızı düşünüyoruz. Onun için hemen vatan, millet, Sakarya, bazan da ilim aşkı adına ciddi dava adamı kalıbına sığınıyoruz. Hiçbir şey bulamazsak aşk mağdurunu oynuyoruz. Aşkın mağduru yoktur arkadaşım!
 
Ne yaparsak yapalım, felsefesini de yapalım. Bütün bu cevapların dışında felsefe çözümü bulana değil, çözümü merak eden soruyu sorana iltifat eder.  Felsefe, Tanrı’nın huzurunda şeytanla muhabbettir. Ne zaman ki şeytanı kendi dışımızda alt edilecek bir hile görmeyiz, işte o zaman insan olduğumuzun resmidir…
 
Bütün bilgi kalıplarının içini dışını tırmalayan felsefe, tanrılara çözüm sunağı değil, soru soranların öğrenme tapınağıdır. Felsefe sorulara cevap arar ama sorunların çözümünü üretmeye kalkışmaz; çünkü çözümler bağlayıcı sorumluluk ister ki bu da felsefenin değil,  bilimin ve siyasetin işidir.
 
Muharrem Soyek
 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..