Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Kasım '09

 
Kategori
Tarih
 

Osmanlı’nın batış yılları

Osmanlı’nın batış yılları
 

Ömer Seyfettin


Ömer Seyfettin Bey (1884-1920) Balıkesir, Gönen'de doğmuş. Babası Kafkas göçmenidir. Balkan Savaşına katılmış. Esir düşmüş, sonra kurtulmuş. Askerlikten ayrılmış. 1914'ten sonra 6 yıl ölümüne kadar Kabataş Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yapmış. Dergilere, gazetelere yazılar yazmış. 1. Dünya Savaşı’na katılmamış ancak Temmuz 1915’te Çanakkale’ye, Heyet-i Edebiye adı altında bir grup yazar, şairle birlikte incelemeler yapmak üzere gitmiş. Ondan sonra çok yaşamamış. 6 Mart 1920'de, 36 yaşında yaşama veda etmiş. Öğretmenlik yaptığı Kabataş Lisesi İstanbul’da önem olarak Mekteb-i Sultani’den (Galatasaray Lisesi) sonraki birkaç liseden biriydi. Bu lise aynı zamanda benim de mezun olduğum lisedir. Ömer Seyfettin Bey 1. Dünya Savaşı sırasında bir gün öğretmenler odasında otururken konu nereden açıldıysa ortaya bir laf attı. Öğretmenlere,

“İlim ve irfan aynı şeyler değldir. Bir konu üzerinde bilgisi olan, eğitim görmüş bir insan aynı zamanda doğru kararlar veremeyebilir. Fakat bir insan eğitim görmemiş olsa bile seziş gücünün yüksek olması nedeniyle bir konudaki püf noktayı yakalayabilir ve doğru karar verebilir.”

Öğretmenler itiraz ettiler. Ömer Seyfettin devam etti.

“Örneğin, alınmayın ama siz öğretmenler bu kadar okumuş bilgili, kültür sahibi kişiler olmanıza rağmen bazı konularda doğru karar veremeyebilirsiniz. Ancak hadememiz, burayı temizleyip süpüren kişi okumamış olmasına rağmen sezgileri güçlü olduğu için bir yanlışı yakalayabilir.”

Öğretmenler buna da itiraz ettiler. Biraz tartıştılar, sonra konu kapandı gitti. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Ömer Seyfettin Bey,

“Müjde, ” diyerek öğretmenler odasına girdi, “Avusturya bize şeker gönderecekmiş. Artık kuru üzümle çay içmekten kurtuluyoruz.”

Öğretmenler bu habere çok sevindiler. Herkes mutlu oldu. Demek artık durumlar biraz olsun düzeliyordu. O sırada hademe odaya girdi. Ömer Seyfettin Bey ona da müjdeli haberi verdi.

“Duydun mu? Artık kuru üzümle çay içmekten kurtuluyoruz. Avusturya bize şeker gönderiyor.”

“Aman Beyim, ” dedi hademe, “Şekeri kim kaybetmiş de Avusturya bulmuş? Onlar şeker bulsalar bir kere kendileri içerler.”

Herkes bir an durakladı. Ömer Seyfettin Bey ise parmaklarını şıklatarak oynamaya başladı.

“Gördünüz mü? Siz yalanı yakalayamadınız. Ama beğenmediğiniz hademe sezgisi güçlü olduğu için hemen haberin yalan olduğunu anlayıverdi.”

1. Dünya savaşı sırasında yokluktan çay kuru üzümle tatlandırılıyor, ekmek süpürge yapmakta kullanılan bitkinin tohumlarından yapılıyordu.

Yaşamının son yılı İstanbul’un işgaline denk gelir. Ne yazık ki kurtuluşu görememiştir. İşgal ve yaşamının son yılında yazdığı bir yazı çok ilginçtir.

Ölüm Karşısında

Biz bugün dünyanın en eski fakat en mutsuz milletiyiz. Bir mutluluğumuz var. O da felaketimizin derecesini hissedemeyişimiz. Evet, bugünlerin ne derece korkunç bir tarih sayfası olduğunu duyamıyoruz. En duyarlı şairimiz bile lirik bir üzüntü göstermekle yetiniyor. Halbuki veda ettiğimiz şey kendi varlığımız…

En muhteşem esirlik, en kötü bir bağımsızlık yanında ölümden beterdir. Fakat mağlubuz, silahsızız. Düşmanlarımız Avrupalıları aleyhimize kaldırmışlar. Beklediğimiz kaçınılmaz sonuçların en hafifi Manda! (Bir devletin himayesine girmek). Öyle iken herkes sanki hiçbir şey olmamış gibi keyfinde! Tutku, kin, post kavgası, fesatçılık, külah kapmaca, dedikodu, jurnalcilik eski şiddetinde sürüyor. Kardeşler arasında didişme son dereceyi bulmuş. Dünyanın bütün milletleri kendi bilinçlerini en son noktaya ulaşmış bir şekilde duyumsadıkları halde biz Türklerin arasında öz milliyetini inkâr edenler, öz milliyeti aleyhinde bulunanlar var. “Milliyetçilik Türklüğün bilincidir.” Bu bilimsel gerçeği kim reddedebilir? Fakat o kadar gaflet içinde kalmışız ki hâlâ milliyet fikrine saldıran kendini bilmez Türkler ortaya çıkabiliyorlar. Fakat bu, toplumun eksiğinden, veya vicdansızlığından filan değil, sırf bilgisizlik sonucu. Evet, bugün milliyetçilik, dolayısıyla Türklüğün aleyhinde olan bir Türk’ü ayıplayamaz. Çünkü bu hareketinde ruhsal bir gerçek gizlidir:

“Ağır hastalar ölümden korkmazlar.”

Kişinin psikolojisinde bu çoktan gerçekleşmiş kanıtlanmasına gerek olmayan bir durumdur. Toplum da ‘kişi’ gibidir. En büyük ölüm tehlikesi karşısında donuk bir kayıtsızlık gösterir. Eski Polonya tarihinin son saatlerini anımsayınız.

Kaçınılmaz ölüm karşısında kişi elinde olmadan bir kayıtsızlığa tutulur. Hele hastalarda ölüm korkusu hiç bulunmaz. Ünlü bir İngiliz doktoru bunun nedenini merak etmiş. Doktor arkadaşları arasında bir soruşturma yapmış. Soruşturmasına yanıt veren doktorlar ‘hastaların genellikle durumlarından habersiz olduklarını, bunun sonucu olarak ölümü aklılarına bile getirmediklerini’ iddiada görüş birliğine varmışlar.

Bakınız, duygunun mantığı bile çalışmak için bir sessizlik bekliyor. Kaçınılmaz ölüm karşısında korku duyulamıyor. Ben bunu doğrudan kendi üzerimde denedim. Yanya kuşatmasında bir bölüğe komuta ediyordum. Kanlı Tepe’nin son düşüş günü komutanın emriyle siperimi terk ettim. Alay geri çekildi. Alay komutanı bütün subaylarıyla birlikte şehit düştü. Efzunlar (Yunan askerleri) siperlere tırmandılar. Yanımda canlı olarak 17 asker kalmıştı. Siperin yakınındaki çalılıklara saklanabildik. Amacım gece olduktan sonra düşman arasından bizimkilerin tarafına geçmekti. Fakat görüldük. Sarhoş düşman askerleri etrafımızı sardılar, teslim olmamızı istediler. Siperden esir alınmaz. Bu savaşın uğursuz, vahşi fakat gerekli bir kuralıdır. Ben, zerre kadar korku duymadım. Askerlerime benim için ‘doktordur’ demelerini öğütledim. O kadar serbest davrandım ki, Rumlar beni gerçekten doktor sandılar. Halbuki ölüm kaçınılmazdı. Korkmam gerekiyordu. Evet, kaçınılmaz ölüm karşısında korku duyulamıyor. İnsan başka önemsiz şeylerle ilgileniyor. Buna birçok ruhsal örnekler getirebiliriz. Örneğin ünlü filozof Longeston, bir gün ansızın bir aslanın saldırısına uğramış. Aslan kolunu yemeğe başlamış. Fakat tam bu sırada yardımına koşmuşlar, aslanı öldürmüşler. Longeston hiç acı duymadığını, korku filan duymadığını söylemiş. Yalnız aslanla pençeleşirken bu canavarın, kolunu yedikten sonra neresini yemeğe başlayacağını merak ediyormuş.

Eski Londra elçilerimizden Rüstem Paşa da bir gün avda gayet müthiş bir ayının altına düşmüşmüş. Ayı, elinden, kolundan, omzundan etler koparmış. Bu sırada Paşa ne korku, ne acı duymuş. Kendi etini yerken ayının duyduğu lezzetten çıkardığı hafif sevinç homurdanmalarını iyice işitebilmek istiyormuş.

İşte fertlerde kaçınılmaz ölüm karşısında korku duygusu nasıl yok olursa toplumda da öyle oluyor. Bu ruhsal durum yalnız kişilere özgü kalmıyor. Yok olmak tehlikesine uğrayan toplumlara da garip bir kayıtsızlık geliyor. Bu kayıtsızlığa örnek, bizim bugün geçirdiğimiz yaşam.

Ateşkes sırasında geleceğimiz için hiçbir şey yapmadık. Sesimizi duyurmaya çalışmadık. Hep birbirimizle boğuştuk. Dışarıyla ilgili milli siyaset unutuldu. Fakat bunun için de kimseyi suçlu gösteremeyiz. Çünkü ne yapalım, bu kaçınma olanağı olmayan ruhsal bir bilgisizlik. Gustav Lebon bile bunu sezmiş. Diyor ki: “Milletler felaketlerinden asla ibret almazlar.”…

Aklı başında insanlarımız kendilerini sıkıp bu doğal kayıtsızlıktan kurtulamazlar mı? Bir an elimizi şakağımıza koyup düşünmek yeter. Ne idik, ne olduk, ne olacağız? Acaba kontrollü bir azimle olsun hiç olmazsa bu gerçekleri anlayamaz mıyız?

İfham gazetesi, sayı: 30

29 Ağustos 1919

Ömer Seyfettin bu satırları yazdığında Mustafa Kemal Anadolu'da kongreler yapılmış, Yunanlılarla savaşılmaktaydı. Ama İstanbul işgal altındaydı. Ne yazık ki yazar gerisini göremedi. Bugün halkın kayıtsızlığına bakarak aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Yoksa henüz erken mi?

 
Toplam blog
: 153
: 18932
Kayıt tarihi
: 27.09.09
 
 

Antakya 1955 Doğumluyum. O.D.T.Ü. Mimarlık Fakültesi 1982 Mezunuyum. O zamandan beri firmalarda m..