Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Ocak '11

 
Kategori
İnternet
 

Sanal raf ömrü!

Sanal raf ömrü!
 

"Eskimek, eskiyebilmek, aslında büyük bir değer taşır." Görsel:www.blogcu.com


Son günlerde medyada epeyi bir sükse yapan ünlü reklâmcı ve iletişim uzmanı Ali Saydam’ın son kitabı gündemde! Adı;“Eş ve Müşteri Nasıl Kaybedilir”! Söz konusu kitapda tüketim olgusu ve tüketici kimliğinin artık hemen her şeyin önüne geçmeye başladığı günümüzde, ‘bir defalık tüketici’, ‘özel müşteri’ ve ‘ derin-özel müşteri’ kavramları ile eş ve arkadaşlık ilişkileri arasında benzeşimler kurulmakta ve bu alanda yapılmaması gereken hatalar sergilenmekte...

Ünlü bir kişi tarafından kurulan bu ilişkiler zinciri, tüketici kimliği ile blog yazılarının - çok kısa olan - raf ömrü konusunda öteden beri zihnimde kurduğum bağlantıyı sizlerle paylaşmak hususunda beni de tümüyle cesaretlendirdi doğrusu.

Evet, tüketimin, giderek ve ne pahasına olursa olsun daha çok miktarda ve çeşitlilikte tüketimin hemen her alana egemen olduğu bir çağdayız. Bireyler de bu durumdan nasiplerini fazlasıyla almakta…

Bilindiği üzere birey sosyal (toplumcul) insandır.

O aslında karmaşık bir yapının ve ilişkiler ağının bir ürünüdür. Basitleştirerek, bir koordinat sistemi gibi de düşünebileceğimiz bu ilişkiler ağının dikey boyutunda tarih ve kültür, enleminde ise üretim güçleri, onun ürünü olan üretim ilişkileri, yani bir ekonomik düzen ve bu yapının üzerinde biçimlenen diğer üstyapı kurumları (toplumsal-siyasal düzen) vardır. Toplumun daha alt katmanları içindeyse, aile, okul, komşuluk ilişkilerinden, hastane, banka, boş zaman faaliyetleri vb. alanlara değin uzanan ikincil kurumlar vardır. Bütün bu karmaşık dikey ve yatay ilişkiler ve yapılar içinde, onların biçimlediği insan vardır.

Ama yine de her dönemin, insanı temel özellikleriyle şekillendiren, yönlendiren bir temel tutunum ideolojisi vardır. Bu bir dönem din, başka bir dönem milliyetçilik, diğer bir dönem ulus-üstücülük olabilir. Bu ideolojiler yerlerini tarih sahnesine çıkan bir yenisine bırakırlarken tümüyle de kaybolmaz, güçleri azalan oranlarda bir arada bulunabilirler.

Her egemen dönemin

Kendine özgü karakteristiklerini, cesamet ve önemini temsil eden devasa yapıları vardır. Örneğin; doğa güçlerinin egemen kabul edilip tanrılaştırıldığı dönemlerde onlara adanmış görkemli tapınaklar (Panteon örneği), sunaklar vardır. Tek tanrılı dinlerin egemen olduğu teokratik dönemlere ise muhteşem camiler, kiliseler ve sinagogların damga vurduğunu görürüz. Ulusal egemenliğin, milliyetçiliğin, ulusalcılığın egemen olduğu dönemlere daha çok dev parlamento binaları tanıklık eder. Düzgün işleyen yasalar ve eğitim sisteminin gücü ile varlığını geliştiren ulusal egemenlik, heybetini ayrıca adalet sarayları, Yüksek Yargı binaları, üniversite binaları ve kampüsleriyle de pekiştirir. Günümüzde, küresel anlamda yaygınlığını giderek artırıp derinleştiren ‘tüketim egemenliği’ dönemine ise artık devasa AVM’ler damga vurmaktalar!

Eski tutunum ideolojileri geri çekilirken, Federico Garcia Lorca'nın (Chrysler Building'in üst katından) "Roma'ya Doğru Haykırış" şiirinin ilk dizelerinde söylediği gibi; önceki dönemlere ait "Binalar binalar usulca yaralanır..." - Güneşten kılıçlarla inceden - Mercan bir elle çekiştirilip örselenmiş bulutlar, - Alevden bir çekirdeğin ağırlığını tadan bir elle,"... Zirvede kalan ve göze batan devasa ışıltılı AVM'lerdir artık sadece...

"Gel, gel, ne olursan, kim olursan ol, yine de gel!.." diyen, yaşadığımız büyülü coğrafyanın yüzlerce yıldır âşina olduğu çağrıya uyularak -adeta birbirimizi ite kaka- girip hınca hınç doldurduğumuz yerler artık ne bir dergâh, ne bir okul, ne de bir sanat ya da hayır kurumudur. Bu mâbedler artık AVM'lerdir.

Kitlelerin düne ve yarınlara, tarihlerine ve düşlerine uzanan berrak bilinçlerinin tüm dehlizlerinin cicili-bicili, milyonlarca ürünle tıka basa doldurulduğu günlerdeyiz artık. Üzerimize sürekli yağan dijital bombardımanlarla (reklâmlar) oluşan sürekli bir sersemliğin altında, yarı-ergen kimlikler ve açlıklar içinde önlerine getirilip bırakıldığımız ışıltılı vitrinler ve raflar… Milyonlarca, milyarlarca ve her tarafta…

Geçmişte ibadethanelerin, medreselerin, üniversitelerin arşivleri, ikonları ne derece kutsal, ne derece göz alıcıysa adeta o derece kutsal ve göz alıcı olan vitrinler, raflar…(*)

İşte o vitrinlerden seçilip içerideki raflardan hızla satın alınarak derhal tüketilmeleri gereken ürünlerin ise -bildiğiniz gibi- birer raf ömrü var! Yoksa bozulma, çürüme, modası geçerek değersizleşme gibi sıkıntılar baş göstermekte…

Son 15 yıl içinde işte bu gerçek tüketim alanına ek olarak, aynısının fazlasıyla taşındığı bir alan daha girdi yaşamlarımıza;

‘Sanal alan’

Orada da vitrinler, raflar var. Web sitelerinde, paylaşım sitelerinde (facebook vb.), bloglarda vb. İçinde insanlar, içinde yarı-gerçek, yarı-sanal hayatlar, düşler, kaygılar, hayaller ve umutlar… Yazılar, bilgiler, anlatılar… Piyasaya çıkar çıkmaz etrafına üşüşülen, en azından şöyle bir göz atılan, hoşa giderse bir süreliğine el altında tutulan, sonrasındaysa hızla unutulup giden… Uçsuz bucaksız bir yazı uzayında rotasını kaybetmiş yapay uydular gibi sürüklenip giden…

Bakıyorum da maalesef bizim bloğumuz da öyle… İlk çıktığında, güncelken eğer bir de göz alıcı ve magazinselse, popüler kültüre değiniyorsa, bir şeyi duyurma, tanıtma, reklâmını yapma ve sattırma gücüne sahipse etrafına üşüşülen, ilk beğeni sonrası bir müddet el altında tutulan, sonrasında da tümüyle unutulup giden… Onlar sözcüklerden oluşan güzelim adalardır ki sanal okyanuslara gömülür!

Bu durumun oluşmasında hiç kuşkusuz ki arama motorlarının (google, firefox, yahoo, crome vb.) anahtar sözcükler temelinde eski yazıları arka sayfalara iten teknik yapısı da önemli bir etken. Bir de -denilebilir ki- bu zaten bir e-günce! Ama günceler de bile ara sıra eski sayfalar çevrilir, ne olmuş, ne bitmiş bir bakılır. Yok, böyle bir şey çok nadir. Sadece güncel bir olay ona atıf yapmış, hatırlatmışsa… O da bekli…

Bu nedenlerle günümüzde bloglar da diğer birçok şey gibi eskiyemiyorlar! Eskimek, eskiyebilmek, aslında büyük bir değer taşır. Kıymetler böyle oluşur, tekâmül de öyle kanımca… Kolay, seri, enteraktif diye cazibesine kolayca kapıldığımız bu ortamın vefasızlığı –dönemin temel karakterine uygun olarak- da bu işte! Sanal-dijital raf ömrünün akıl almaz kısalığı!

Öylesi bir ömür kısalığı ki; çürümenin, bozulmanın o kokusu, kekremsi tadı, beş duyudan herhangi birine hitap eden bir yanı da olmaksızın nihayetlenen bir kısalık! Sadece silik birer yazı silueti halinde sonsuzluğa doğru uçuşan satırlar, dizeler…

Bu manada onlara belki de ‘sanal literatür kelebekleri’ ya da ‘ahde vefa ülkesinin onurlu sürgünleri’ demek daha doğru olur.

İ.Ersin Kabaoğlu,

24 Ocak 2011, Ankara

Blognot:

(*) Bu durum bugünün olayı da değildir. XIX. yy.'daki "Grandville Dünya Sanayi Sergisi" ve onu izleyen benzerleri yığılan mal ürünlerini, raf ömrü kısalsın diye tuzlatılan ipekleri tüketme aracı olurken sınıflar arasındaki farklılığı görülmez kılma işlevini de üstlenmiş; "...başına, eğlencenin oluşturduğu bir hâle geçirilmiş meta tüketimi kültürel bir düzenleme olarak egemen sınıfın kullanımına girmiştir.". (Bu süreç günümüzün EXPO'larına kadar uzanan, Aristokrasi'den devraldığı moda kavramını mal ömrünü kısaltarak tüketimi artırmak için fetişleştiren gelişmenin de başlangıcıdır / İ. Ersin K.), (Walter Benjamin, A Lyric Poet in the  Era of High Capitalism , (London: New Left Books, 1973), s.176 

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..