Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Haziran '12

 
Kategori
Deneme
 

Sarı saçlı güzel kız (II)

Sarı saçlı güzel kız (II)
 

"Hiçbir aşk, sadece iki kişi arasında yaşanmaz. Siz aşkınızın senaryosunu yazar ve sahnede kendi payınıza düşeni oynarken, sahnenin gerisinde, bir yönetmen mutlaka vardır."


Çocuk, sarı saçlı güzel kızı evine bıraktıktan sonra, ilk kez o akşam eve bir başka mutlu gitti. Belki de uzun süreden sonra mutluluğun rüzgarı ilk kez böyle lodos tadında esmişti ruhunun uçsuz bucaksız vadilerinde… Bir kartal gibi, o vadilerin üzerinde kanat çırptığını hissediyordu. Teninin hemen altında, hücrelerinin tekrardan ayaklanmaya başladığını duyuyor gibiydi.

Her akşam evinin merdivenlerini, gün boyunca üzerinde biriken stres ve yorgunlukla, daha da ağırlaşmış olarak çıkmaya alışmıştı. O akşam, kendini bir martının kanadından kopup denizin yüzüne değen bir tüy gibi hafiflemiş hissediyordu… Okyanuslara meydan okumak gibi bir şeydi onunki… Sınırını ve tuzaklarını hiç bilmediği bir gücün karşısında, kolay olan ona itaat etmekti aslında; ama o savaşmayı seçmişti. Yüreğinin orta yerinde devrim ateşi yanıyordu. Kalbindeki 26 yıllık iktidar artık el değiştirecek, eski kanunlar toprağa gömülecek ve korku imparatoru sürgüne gönderilerek eskiyen güneş batırılacaktı.

Eve girdi. Tek başına yaşıyordu. Üzerindeki eşyaları bıraktıktan sonra hemen kava yöneldi. Bir Chablis açtı. Dolaptan bir parça Kamamber aldı eline. Peyniri çok seviyordu. Dolabında günün her saati emental, gouda, gravyer, kamamber, rokfor bulmak mümkündü. Balkona çıktı ve koltuğuna oturdu. İpod’unu kulağına taktı; hiç vazgeçemediği, ölümsüz kahramanlarından birisinin eskimeyen, mumyalanmış notaları kulaklarından bedenine doğru yayılırken, şehir ışıkları arasında düşüncelere daldı. Kumanda odasına gizlice şeytan geçmişti ve filmi geri sarmaya başladı…

O aslında büyümeyi aceleye getirmiş yorgun bir çocuktu. Hali vakti yerinde bir ailenin tek çocuğu olmanın verdiği şımarıklıkla büyüdü. Ailesi bir dediğini iki etmiyor, ne isterse hemen yapılıyordu. Semtin en gözde okullarından birisine gidiyordu. Boş zamanlarında keman ve piyano dersleri alıyor, bir taraftan da Fransızca öğreniyordu. Çevresinde çok sevilen bir çocuktu.

Hayatının bu birinci perdesi, tam on iki yıl sürdü. Bu perdeyi on iki yıl boyunca sevgi yönetti. Bu süreçte kendilerine yer bulamayan ve sağa sola kaçışan bütün hüzünlerin, oluşacak ilk boşluktan içeri sızabilmek için bir köşede birikmeye devam ettiğini henüz bilmiyordu.

O gün, hayatını sonsuza kadar değiştirecek, ömrünün yollarını oluşturan taşların hepsini yerinden oynatıp yeniden dizayn edecek o olay yaşanacaktı. Okulun tiyatro kulübünde, kulisleri yeni bir heyecan sarmıştı. 23 Nisan’da sergilenecek yeni oyunun hazırlıkları başlatılmıştı. “Bir Yaz Gecesi Rüyası”nın biraz sadeleştirilmiş formu sahnelenecekti. Çocuk çok heyecanlıydı. “Demetrius”u oynayacaktı. Zekası, pratikliği ve ifade becerileriyle hemen dikkat çekmiş ve tiyatro kulübüne alınmıştı. Sergilenecek oyuna Vali, Belediye Başkanı ve il protokolünün önde gelen isimleri de davetliydi. O akşam ilk prova yapılacaktı.

Provalar için seçilen yer okulun salonuydu. Anne ve babasıyla birlikte okula geldi. Çocuğu okula bıraktıktan sonra anne ve babası bir davete katılmak üzere şehir dışına çıkacaklar; ertesi gün döneceklerdi. Okulun kapısına gelindiğinde annesi çocuğu yanağından uzunca öptü. “Eğer olur da repliğini unutursan, sana bıraktığım melek sol omzunun arkasından sana sufle verecek. Kulağını ona çevirmen yeterli. Sadece annelerin duyabildiği bazı sesler vardır. O seslerden birisi bana 24 Nisan’da herkesin seni konuşacağını söyledi. Dayın prova bitişinde buradan seni alacak. Seni seviyorum.” dedi.

O annesine çok düşkün bir çocuktu. Ona uzun uzun sarıldı. Arabadan indi ve okula doğru yürümeye başladı. Ama nedense ayakları bir türlü salona gitmiyordu. Havada bir gariplik vardı. Sanki bir şeyler olmuş; o heyecanı birdenbire gitmiş, yerine buz kıvamında bir isteksizlik gelmişti.

Provada hatasız oynadı. Hiçbir repliği unutmadı; ses tonunda, vurgusunda, jest ve mimiklerinde hiçbir hata yapmadı. Oyunu yöneten genç adam, çocuğa övgüler düzüyor; onu yere göğe sığdıramıyordu. Ama nedense çocuk mutlu değildi. İçinde bir türlü yerini bulamayan, bulamadıkça sağa sola çarpan, çarptıkça bir şeyleri kırıp döken bir his vardı. Üzerine cam kırıkları batmaya başlayan kalbi, çok hızlı atmaya başlamıştı.

Çantasını sırtına aldı, okuldan çıktı. Annesinin söylediği gibi, dayısı arabayla kapıda onu bekliyordu. Arabaya bindiler. Dayısı eve giden yolda değil, başka bir güzergahta ilerliyordu. Nereye gittiklerini sordu çocuk. “Kız Kulesi’nin önüne gidelim. Dondurma yiyelim, ondan sonra eve geçeriz” dedi dayısı.

Kız Kulesi’nin önüne geldiklerinde dayısı hemen büfeden iki tane dondurma aldı. Birlikte yürümeye başladılar. İkisi de hiç konuşmadı. Dayısının yüzünde değişik bir itiraf hali vardı. Bir şeyleri söylemek istiyor; ama sözcüklerin ağırlığı ses tellerini büzüştürdüğünden sesi çıkmıyor gibiydi. Dondurmalarını bitirdikten sonra, tam Kız Kulesi’nin önüne geldiklerinde dayısı eğildi ve çocuğun ellerinden tuttu. “Sana söylemek istediğim bir şey var” dedi.

Anne ve babası, davete giderken yolda feci bir trafik kazası geçirmiş; ikisi de daha kaza anında hayatlarını kaybetmişlerdi. Haber, ilk olarak çocuğun dayısına gelmişti. Bütün kardeşler, yakınlar hastaneye koşarken, dayısı olduğu yerde kalmış, hiçbir şey yapamamıştı. Konuyu anlatması gereken küçük bir çocuk vardı ve bunu nasıl söyleyebileceğine dair en ufak bir fikri yoktu. En zor görev ona kalmıştı. Yıldızlar, gökyüzü, ay, yüzlerindeki maskeleri çıkarıp aydınlıkları samanyoluna iade etmişlerdi. Gökyüzü karanlıktı.

Çocuk sıkıca tuttuğu dayısının ellerini bıraktı. Yürüyüş yolunda şuursuzca koşmaya başladı. Çantasını denize fırlattı. Sonra birden durdu. Aşağıya, kayalıkların denize yakın kısmına kadar indi. Bir taşın üzerine oturdu. Takvime baktı, sonra da nüfus cüzdanına. Bu ikisinin ortak cevapla söylediğine göre daha 12 yaşındaydı. Sadece 12. Başını ellerinin arasına aldı; denize doğru baktı ve ilk şu sözcükler döküldü dudaklarından: “Ama, ama yarın benim doğum günümdü.”

&&

O zamandan sonra her doğum gününü, Kız Kulesi’nin önünde tek başına geçirmişti. Yalnızca anne ve babasıyla. O günden sonra kısa hayatında olan biten her şeyi Kız Kulesi’nin önünde kağıtlara yazacak; küçük şişelere koyup karşı kıyıda bekleyen anne ve babasına gönderecekti. Bu onun en büyük ibadeti haline gelecek; bundan hiç mi hiç vazgeçmeyecekti.

Hayatın gerçek yüzünü öğrenme zamanı gelmişti. Kısacası hayat, on iki yıl boyunca bol kepçe verdiği sevginin karşılığını, kalan ömrünün tamamında ondan parça parça ve faiziyle geri alacaktı. Yine önce sınav yapıp sonra ders veriyordu.

Çocuk, anne ve babasını kaybettikten sonra dayısıyla yaşamaya başladı. Dayısı çocuğu ablasından kalan en önemli miras gibi gördü. Çocuğun her zaman üzerine titredi. Bütün istediklerini yapmaya çalıştı. Ama çocuk bir gecede o kadar büyümüştü ki, ondan hiçbir şey istemedi. Hiçbir şey istemedi. Sadece okuluna devam etti. Dayısı avukattı ve kazancı iyi olduğundan okuluna rahatça devam edebiliyordu.

Bütün zamanı, annesi ve babasının olmadığı yeni hayatını sevebilmek için nedenler aramakla geçiyordu. O nedeni bir türlü bulamıyordu. Daha çok okumaya, yazmaya başladı. Duyduğu bir çift söz hayatın yol ayrımlarındaki yön tabelalarının üzerindeki buğuları silmesine biraz olsun yardım edecekti: “Hayatı kazanmak senin için bir endişe olmamalı. Gerçek efendiler, hayatı kazanmak yerine onu yaşamayı seçmişlerdir. Sadece yapmak istediğini yap. Unutma zamanın çok sınırlı. Yapmak istemediğin şeyleri yaparak yaşamayı nasıl düşünebilirsin. Bu yaşamak değildir. Bu ölümdür.” Savaşmak için güneşli havayı beklemeyeceğini kendine kabul ettirmişti.

Annesine verdiği sözü hiç unutmadı. Üniversite sınavına girdi ve sonuç belgesini posta kutusunda gördüğünde Hacettepe Üniversitesi’ni kazandığını öğrendi. Hayatının beş yıl sürecek başkentli günleri böyle başladı. Bir yandan okula devam ederken, bir yandan masraflarını karşılaması için çalışması gerekiyordu. Bir pazarlama firmasında yarı zamanlı bir iş buldu. Yoğun tempoda çalışırken, arta kalan zamanlarda da derslerine ve sınavlarına hazırlanırdı. Çoğu kez, çalışmaktan derslerine zaman bulamaz, sınavlarına sabah okul servisinde kitaplara göz atarak hazırlanırdı. O sınavları peşi sıra geçti. Her defasında geçti. Kazancı ise barınma ve eğitim harcamalarını karşılamaya ancak yetiyordu. Ama buna rağmen dayısından beş yıl boyunca bir kez bile para almadı.

Bu arada, 12 yaşında sahip olduğu bütün alışkanlıklarını rafa kaldırmıştı. Parmakları kemanın ve piyanonun tenini çoktan unutmuştu. Dilinde yuva yapan Fransızca sözcüklerin nesli neredeyse tükenmiş gibiydi. Ama Cyrano de Bergerac’ı o günlerde tanıdı. Mevlana’yı, Beethoven’i, Victor Hugo’yu, Nazım’ı, Verlaine’i, Farid Farjad’ı da. Artık, hayatın zeminini ayaklarının altından çekmeye çalıştıklarında çocuğun ellerinden tutan dostları vardı.

Okulunu başarıyla tamamladı ve genç bir mühendis olarak şehrine geri döndü. Evine gitti. Evin kapısının önünde uzun süre bekledi. İçeri giremedi. Anne ve babasından kalan tek şey olan o ev, yıllarca el değdirilmeden, hiçbir şeye dokunulmadan öylece boş biçimde onun yeniden dönüşünü beklemişti. Kapıyı elleri titreyerek, zorlukla açtı. Bütün gücü kesilmişti. Evde her şey pırıl pırıl yerli yerinde duruyordu. Anne ve babasının bütün fotoğraflarını kendi odasında topladı. Ama eşyaları o yokken kaldırılmıştı, dolaplar boştu.

Artık hayatına kendi şehrinde devam edecekse, bir an önce çalışmaya geri dönmeliydi. Hemen birkaç iş görüşmesine gitti. Son derece zeki olduğundan iş görüşmelerinde zorlanmadı ve çok geçmeden kendini büyük firmalardan birisinde, kendine tahsis edilen masasında işbaşı yapmış halde buldu.

Hayatın salvolarından kurtulmaya çalışmakla geçen yıllar içinde aşık olmaya da pek zamanı olmamıştı. Okul döneminde de, iş hayatında da etrafında her zaman ona hayran onlarca kız oldu; ama o bunların hiçbirinin farkında bile değildi. Hayat ile o kadar meşguldü ki… Onun bakışını düzeltecek olan Narkissos, bir sergi salonunda ansızın belirip çocuğun bedenine reenkarne olmuş ve sözcüklerine yeniden oksijen üfleyivermişti işte. Bu oksijenle yelkenleri şişen sözcüklerini yanına yol arkadaşı yapıp, yepyeni bir coğrafyada, kaybolmayı göze alarak yepyeni bir yolculuğa başlamıştı. Sarı saçlı güzel kızın derin sularında çektiği her kürek, hiç bilmediği uzak denizlerden birisinde, hiç tanımadığı insanlar için umut, çaba ve sevinç muştusu şeklinde kıyılara vuruyordu.

Kısacası, operanın hayaletini hapsolduğu mahzenden çıkarıp kalabalıklara karıştırmanın zamanı artık gelmişti. Şimdi en büyük sabır testinden geçecek, her şeyi yeniden tanımlayacak ve kendine yeniden öğretecekti.

&&

Birden telefon sesiyle irkildi. Gecenin sessiz suaresini sarı saçlı güzel kızdan gelen mesaj bitirmişti. Baktı, Chablis’yi yarıya indirmişti. “Değişik bir heyecan var içimde. Hemen yarın olsa” yazıyordu sarı saçlı güzel kız. Bu, o akşamdan sonraki ilk buluşmaları olacaktı. Ve sinemaya gideceklerdi. Bu asırlık bir ritüeldi ve Buda heykeli gibi kesinlikle itaat bekliyordu. Sinema, aşk kazalarından sonraki ilk günlerin, hiç bulunamayan kara kutusu… Bakalım bu sefer neleri kaydedecekti.

Çocuğun sabah uyandığı zamanlarda artık aklına ilk gelen şey, dışarıda havanın nasıl olduğu değildi. Sarı saçı güzel kızın kutsal güzelliği çocuktan adeta her şeyini ister gibi duruyordu. Oysa o, daha her şeyinin ne olduğunu bile bilmiyordu. Tamamlanamamış, eksik bir varlık gibiydi. Tıpkı hayat gibi. En zor, en gizli, en iflah olmaz yaralarını gizleyerek gitmişti sarı saçlı güzel kıza. Onu kazanırsa, bu yaralarından kurtulacağını sanıyordu. Çünkü kendinden öncekilerden duyduğuna göre aşkın esası, kusursuz bir insanı sevmek değil; kusursuz olmayan birini kusursuzca sevmekti ve gerçek aşkta asla mutlu son olamazdı; çünkü o aşk hiç durmazdı. Tanrı bir gece yarısı balmumuna mührünü basmış, ortalığa saçılan ışıktan o sarı saçlı güzel kız dünyaya gelmişti sanki. Ve elinde çocuğun pas tutmuş kader kapılarının simli anahtarı vardı. Kendini masalda gibi hissediyorken, öylece bakıp kahramanın başına düşecek elmayı bekliyorken, uyandırılmayı hiç istemiyordu. Shakespeare’in ölmeden hemen önce 38. soneye gizlediği 10. esin perisini nihayet bulmuştu.

Çocuk aslında ruhuna suni teneffüs yaparak hayata döndüren sarı saçlı güzel kızın hayatındaki hiçbir detayı bilmiyordu. Yaptığı iş ve başka bir şehirden gelip buraya yerleşmeleri dışında. Doğum gününü bile bilmiyordu. İşin tuhaf yanı, Sinem dışında hiçbir ortak arkadaşları yoktu. Birlikte geçirdikleri zamanlarda sürekli hayata dair konuşmuşlardı. Söz, birbirlerinin günlük yaşantıları üzerinde hiç dolaşmamıştı. Dahası, buna sıra gelmemişti. Paylaşılacak o kadar çok şey vardı ki, gündelik detaylar ikisinin de aklına bile gelmiyordu. Her bir köşesini fersah fersah keşfetmek istediği kocaman bir dünyaydı sarı saçlı güzel kız. Nerede doğduğunun, adının hiçbir önemi yoktu. Onlar, günlük hayatındaki diğerleri için önemliydi. Onun için değil… Yaptığı iş gereği, araştırmacılığı seviyor olmasına ve herhangi bir bilgiye kolaylıkla ulaşabileceği onlarca farklı yol bilmesine rağmen bu detayları hiç merak etmemiş, sonraya bırakmıştı. Bilmesi gereken her şeyi, sarı saçlı güzel kıza sormadan, kendi yöntemleriyle ve sırayla öğrenecekti. Doğum gününden başlayarak… En çok da papatyaları sevdiğini öğrenince mutlu oldu. “Papatya, çiçeklerin külkedisi… Partiye hep orkide, lilyum, iris, krizantem gider. O hep evde kalır. Ama partinin sahibi eninde sonunda ona gelecektir. Bu her insanın bir anlamda kendi gerçeğiyle yüzleşme anıdır. Kendimizi suçlu hissederken, hep masum olana sarılmak isteriz. Bir telaşla çaldığımız kapıda bizi her seferinde o güzel papatyalar karşılar.” diye geçirdi içinden.

&&

Sinema için her zaman kullandıkları yol üstünde bulunan üst geçidin ayaklarında buluşmayı önerdi çocuk. Sarı saçlı güzel kız başta buna anlam veremedi. Buluşma için üst geçitten daha güzel yerler vardı. Ama üstelemeden kabul etti. Aklına hiçbir şey gelmedi.

Buluşma saati geldiğinde, üst geçidin ayaklarına ilk gelen sarı saçlı güzel kız oldu. Etrafa baktı, çocuk daha gelmemişti. En nefret ettiği şey bekle(til)mekti aslında. “10 dakika bekler, gelmezse giderim” diye düşündü. Çocuk, buluşma saatinden bir saat önce işten çıkmış, hızla eve gitmiş ve üzerini değiştirmişti. Sarı saçlı güzel kızın zamanında orada olacağını bildiğinden, hızlı hareket etmek zorundaydı. Buluşma yerine gitmeden önce, uğraması gereken bir yer vardı. Saatine baktı, yarım saat kalmıştı. Zamanında orada olacaktı.

Buluşma saati beş dakika geçmişken, sarı saçlı güzel kız sinirlenmeye başladı. “Son beş dakikan” dediği sırada çocuk hazırlıklarını tamamlamış ve yukarıdan sarı saçlı güzel kızı izliyordu gülümseyerek. Elindeki karton kutunun kapağını açtı, içini son bir kez kontrol etti. Notun bulunduğu küçük zarf kapalı ve kutunun en üstündeki tek güle yapıştırılmış olarak yerindeydi. Çocuğun el yazısı çok güzeldi. Ferman kağıdı benzeri kahverengi ve eskitilmiş bir kağıda kaligrafi kalemiyle özenerek yazdığı notunu rulo haline getirmiş, kırmızı bir kurdeleyle bağlamış ve güle tutturmuştu. Papatyaları sevdiğini bildiği halde, gül kullanmak istemişti. Büyük karton da yanında ve hazırdı. Her şey tamamdı. Aşağıya son bir kez daha baktı. Sarı saçlı güzel kız, tam aşağıda duruyordu. Eline telefonunu almış; büyük olasılıkla onu arayıp, daha fazla beklemeyeceğini ve gideceğini söyleyecekti.

Çocuk kutudan önce tek gülü çıkardı. Sarı saçlı güzel kızın tam önüne attı. Sarı saçlı güzel kız, önüne düşen bir şey olduğunu fark edince şöyle bir etrafına bakındı; sonra çiçeğe bir daha baktı ve başını yukarı çevirdi. Çevirir çevirmez, çocuk yukarıdan bir kutu dolusu gül yaprağını sarı saçlı güzel kızın üzerine döktü. Yüzlerce gül yaprağı, onlarca insanın o anda geçmekte olduğu caddenin her tarafını kapladı. Sarı saçlı güzel kızın yanakları gül yapraklarının rengine döndü. Çocuk sonra yukarıdan o notu okumasını işaret etti. Sarı saçlı güzel kız yere eğilip gülü aldı, notu dikkatlice çıkardı ve kurdeleyi çözerek açtı. Okudu. Tekrar yukarı baktı. O sırada çocuk, kartonu açmış ve ona doğru havaya kaldırmıştı. Şunlar yazıyordu üstünde: “Burada, o kağıtta yazılanları biraz büyük harflerle tekrar yazayım dedim. Sen bu şehirde nefes alan en güzel şeysin. Seni çok seviyorum”

Sarı saçlı kızın yüzüne, o güne kadar hiç kimsenin görmeyi başaramadığı o Tuba Ünsal gülüşü yerleşmişti bir anda. Hani, insanın aşık olup olmadığını bir çırpıda ele veren o gülüş… Tam o sırada, hemen yan taraftaki otobüs durağında bekleyen liseli gençler ve caddeden geçenler ikisini alkışlamaya başladı. Oradakilerin alkışlarını duyan sarı saçlı güzel kız, başını önüne eğdi, alnına dokunarak sadece gülümseyebildi. Çok utanmış, çok mahçup olmuştu. Başını kaldırdı ve çocuğa eliyle “Gel artık buraya” işareti yaptı. Çocuk aşağıya indi ve gülümseyerek sarı saçlı güzel kızın yanına gitti. Sarı saçlı güzel kız, çantasını yere attı ve çocuğa sıkıca sarıldı. Kolları, kartalın kanatları gibi uzamış, çocuğun ruhunu, bedenini, yüreğini, hepsini sarıp sarmalamıştı sanki. Sonra kulağına uzanarak “Ben de” diyebildi sadece.

Sarı saçlı güzel kız yerden çantasını aldı ve utangaç bakışlarla etrafına şöyle bir bakarak çocuğun koluna girdi. Çocuksa sadece ona bakıyor ve gülümsüyordu. Birlikte sinemaya doğru yürümeye başladılar. Sarı saçlı güzel kız kolunu çocuğun kolundan çekti ve elini tuttu. Çocuk birden ne yapacağını şaşırdı. Öyle heyecanlanmıştı ki, deli gibi atan kalbi sanki ondan bir adım önde gidiyordu. Kalbinin içinde, çıkışı bulamayan bir kuş hızla kanat çırpıyor ve duvarlara çarpıyor gibiydi. Ya da kalbinin lirik senfonisinde kreşendolar başlamış gibi… Çocuk sarı saçlı güzel kızın elini aldı, kalbine götürdü. Ona kalp atışlarını dinletti bir süre. “Gerçek mi yani bu hissettiğim sesler? Sanki kapıyı açın çıkmak istiyorum der gibi atıyor. İnanamıyorum” dedi sarı saçlı güzel kız. Çocuk, dünyada sunulabilecek en masum, onu her mahkemede beraat ettirecek en gerçek kanıtı göstermişti sevgisine. Yüreğinin sarı saçlı güzel kıza yaptığı enstrümantal bestesini…

&&

Sinemada da bu heyecanı devam etti. Filmi el ele izleyip çıktılar. Eve dönmeden önce, Fransız Sokağı’na gidip bir şeyler içmeyi önerdi çocuk. Orayı çok seviyordu. Özellikle de sokaktaki, bir arkadaşının çalıştığı cafe-bar, fırsat bulduklarında arkadaşlarıyla en sık gittikleri yerlerden birisiydi. Yine oraya gittiler. Merdivenlerin yanındaki boş masalardan birisine oturdular. Yarım saat diye geldikleri yerde tam üç saat kaldılar. Uzun uzun konuştular. Çocuk, kendi hayatının negatiflerini çıkardı çantasından. Sarı saçlı güzel kızı hayatının en el değmemiş koylarında, en girilmemiş bahçelerinde dolaştırdı o gece. Sevgisizliğini anlattı. Geceden sabaha birden büyüdüğü hayatın, bedeninin her tarafında bulunan diş izlerini gösterdi. Hayat onu feci şekilde defalarca ısırmış, ama ondan henüz bir şey koparamamıştı. Bu gücü, galiba ailesinden devraldığı en büyük mirastı.

Sarı saçlı güzel kız, onun kilitleyip anahtarını denize attığı odasını çok iyi biliyordu. O yüzden o konudan hiç bahsetmedi, hiç yorum yapmadı. Sadece dinledi. Bir ara konu şaraptan açıldı. “Şarabı, üzümleri tanımak, öğrenmek istiyorum. Bunu hep yapmak istemiştim ama hiç fırsatım olmadı. Bu yaz artık bir kursa gideyim diyorum” dedi sarı saçlı güzel kız. Bunu duyan çocuk, sarı saçlı güzel kızın söyledikleri karşısında oldukça şaşırdı.

“Buna gerek yok. Ben sana anlatabilirim. Evet, bunu yapabilirim. Şarap hayatımın vazgeçilmezlerinden. Seninle bildiklerimi paylaşmak çok hoşuma gider.”

“Şaraba ilgin olduğunu bilmiyordum. Bundan hiç bahsetmemiştin.”

“Şarap merakı bana annemden geçti. Evimizde çok geniş bir kav vardı. Annem şarabı çok severdi. Sürekli yeni yeni şaraplar alır ya da yurtdışına çıkan arkadaşlarına sipariş ederdi. Onlarla, sanki çocuklarıymış gibi ilgilenir, özenle saklar ve bazılarını yıllandırırdı. Özel misafirlere tattırdığı şaraplar kavın alt bölümünde dururdu. Bu süreçte ondan çok şey öğrendim. Şimdi o kava gözüm gibi bakıyorum ve üzümlerin bağda başlayıp şişelerin içinde devam eden, insanın damağında sona eren maceralarına ortak olmak, onları saklamak, gizlemek en büyük hobilerimden birisi.”

“Eğer sen öğreteceksen, hemen başlayalım o zaman.”

Ertesi gün, Kız Kulesi’nin önünde şarap derslerinden ilkini yapmaya karar verdiler. Çocuk, özellikle annesi de izlesin diye orayı seçmişti. İlk gelen sırtındaki çantasıyla çocuk oldu. Çantada, ders materyali vardı. Çok geçmeden bir taksi çocuğun bulunduğu yerin hemen önünde durdu. Sarı saçlı güzel kız taksiden indi ve el sallayarak hızlı adımlarla “sevgilisinin” yanına geldi. “Burası bu iş için gerçekten uygun mu sence?” diye sordu. “Evet” dedi çocuk, işte tam burası diyerek kayaların denize dokunan uçlarını gösterdi. Oraya oturdular.

Öğleden sonra başladıkları şarap dersi, hava kararıncaya kadar sürdü. Etraftakilerin, gelip geçenlerin şaşkın bakışlarına hiç aldırmadan saatlerce şarapların gizemli dünyalarında yolculuğa çıktılar. Çocuk, birinci dersi üzümlere ayırdı. Sepaj ve kupaj üzümlerini, kırmızıları, beyazları sırayla anlattı. Hangi üzümün hangi toprağı, hangi güneşi, hangi mevsimi sevdiğini, kimliklerini, ülkelerini, adlarını… Beyazların kraliçesi Chardonnay’ı, güzeller güzeli Narince’yi, Cabernet Franc’ı, Cabernet Sauvignon’u, Pinot Noir’ı, Akdeniz’in yaramaz çocukları Sangiovese ve Nebbiolo’yu, Anadolu’nun çiçeği, incisi Öküzgözü’nü, Kalecik Karası’nı, Gewürztraminer’i, Şiraz’ı, Riesling’i, hepsini… Kokularını, bağdan sonra kadehte de buluştukları komşularını, ideal hasat zamanını, erken hasadın sonuçlarını ve ipuçlarını… Sarı saçlı güzel kız, hiç sıkılmadan, adeta nefes bile almadan saatlerce hayran hayran çocuğu dinledi. Sanki ilkokula yeni başlayan bir çocuğa alfabeyi öğretir gibi özenli, dikkatli ve sözcüklerini adeta cennet bahçelerinden seçerek anlattı çocuk. O anlatırken, Dionysos ışıklı köprüden denizin üzerine inip mavi suların rengini gözlerinin önünde kırmızıya, beyaza boyuyor; böylece şehrin damarlarına şarabın gizemini ve tadını yeniden enjekte ediyordu sanki.

Sarı saçlı güzel kızın eve dönmesi gerekiyordu. İstemeye istemeye bir taksi çağırdı. Yanından ayrılırken, çocuk çantasını açtı ve bir kitap çıkardı. Sarı saçlı güzel kıza uzattı. “Bunun içinde bundan sonraki bütün derslerimizin notları var. Sana başucu kitabımı veriyorum. Ona iyi bak ve derslere hazırlıklı gel” dedi. Sonra da çantasını uzattı. “Al, bunlar da ders materyallerimiz. Sende kalacak. Zamanı geldiğinde kullanacaksın. Ama hemen değil, daha öğreneceğimiz çok şey var” dedi. Sarı saçlı güzel kız çantaya şöyle bir baktı. İçinde her biri özenle hediye paketi yapılmış yerli ve yabancı yedi şişe şarap, farklı boylarda kadehler, notlar, dergiler ve birkaç çeşit peynir vardı.

Sarı saçlı güzel kız, çantayı alıp çocuğun yanağına ilk sevgili öpücüğünü kondururken, içinden “Kimsin sen? Nerden çıktın da geldin? Bana bu kadar iyi gelmek zorunda mısın?” diye geçirdi. Ona sıcacık gülümsemesini bırakarak oradan uzaklaştı. Hayatı boyunca unutamayacağı ikinci sürprizle karşılaşacağı günün çok yaklaştığını o dakikalarda henüz bilmiyordu. Ama çocuk hazırlıklara başlamıştı bile… İlk olarak cebinden telefonunu çıkardı ve bir anaokulunda müdürlük yapan arkadaşının numarasını çevirdi: “Yardımına ihtiyacım var.”

Çocuk yapacağı sürprizin heyecanıyla “acaba buna nasıl tepki verecek” diye düşünüp uykuya daldı o gece. Yarın yine iş günüydü. Ama uyumayan birisi vardı. İkinci perde bu şekilde kapanırken, “hırslı yönetmen” son perdenin final sahnesinde çocuk için hazırladığı tuzağa son şeklini vermekle meşguldü…

(2/3)

 
Toplam blog
: 16
: 4272
Kayıt tarihi
: 16.09.08
 
 

Fotoğraf makinesiyle, gazetelerle, dergilerle içiçe yaşıyorum. Takım elbise ve kravatlı camiadanı..