Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Şubat '07

 
Kategori
Sinema
 

Sinemanın ‘ Oscar ’ lı dünyasında bir gezinti

Sinemanın ‘ Oscar ’ lı dünyasında bir gezinti
 

Dünyayı, sinema sanayinin yönettiğini söylersek, herhalde yanılmış olmayız. Çünkü son zamanlarda dünyadaki siyasi ve teknolojik olaylar, yıllar öncesinde Hollywood yazarlarının yazdığı ve yönetmenlerinin yönettiği ve seyircilerin izlediği şekilde gelişiyor. Doğruyu söylemek gerekirse, artık dünyanın geleceğine sinema sektörünü eline geçiren güç karar veriyor. Eskiden, daha çok gerçek ya da gerçeğe uygun olayları, sanatsal amaçla ya da propaganda aracı olarak kullanan, güzel sanatların en görkemlisi, sinema sanatı, bugün ulaştığı teknolojik kapasite, finansal ve siyasal güç olarak boyutlarını çok daha büyütmüştür. Bireylerin yaşamları da, sinemanın iniş çıkışlı gelişmesinden değişik boyutlarda etkilenmiştir; çünkü, çağımızda bireyin yalnızlığı ve buna bağlı olarak film seyretme alışkanlığı daha da artmıştır. Bu da, bireylerin izledikleri TV dizileri ve sinema filmlerinin, yaşamlarındakı yerini ve önemini arttırmıştır.

20. yüzyılın başındaki 'sessiz sinema'dan günümüze gelene kadar değişen sadece görüntü, ses kalitesi, animasyon ve efektlerin ön plana çıkıp oyunculara gerek kalmayacak bir düzeye gelmesi, lüks avizeli muhteşem bir salonda birlikte seyredilen toplumsal bir olay olmaktan çıkıp, bir koltukta tembel tembel oturularak oynanan kişiye özel bir video oyununa dönüşmesi ve bu değişimin insanlar üzerindeki etkisini ve ulaştığı inanılmaz bir boyutu açıkça gözler önüne seriyor. Dünyaya hükmeden bir ülkenin yönetim kadrosu ve istihbarat birimleri bile, olması muhtemel toplumsal ve siyasi gelişmelerin kendi düş sınırlarını aşması nedeniyle, Hollywood'un dâhi teorisyen-senaryo yazarlarını, kendileri adına düşünsünler diye işe alıyorlar. İşte, vatandaşının ve göçmeninin alınteriyle ödediği vergiler sağda solda böyle çar-çur ediliyor. "Uzay Savaşları" filmi ve uzaya açılma siyaseti birbiriyle çok iligili. Bir "galaksi imparatorluğu kurma" ve "uzaya" ve dolayısıyla da "dünya gezegenine hükmetme" ana teması üzerine oturtulmuş bir film, aslında dünyayı kimin yönetmek arzusunda olduğu fikrine bizi alıştırmağa başlıyor. Bruce Willis ve Ben Affleck'in başrollerini paylaştığı "Armegedon" adlı film Amerika'daki bir avuç 'kahramanlık' etiketi takılmış insanın, devasa göktaşının çarpması sonucu doğacak felaketten dünyayı nasıl kurtardığının efsane gibi öyküsünü anlatıyor... Bir sürü filmde, dünyayı kimlerin kurtaracağı (!) açıkça belirtiliyor.

Zaten, şimdiye kadar, Amerika'nın dış siyaseti, sinema endüstrisiyle çok yakın ilişki içinde olmuştur; ikiside birbirini etkilemiştir. ABD'de, FOX televizyon kanalında uzun bir süredir büyük izleyici rekorları kırarak yayınlanan ve başrolünü Keefer Sutherland'ın başarıyla oynadığı "24" adlı dizi (Türkiye'de "Kurtlar Vadisi" türündeki bir dizi), Amerikan iç ve dış siyasetine yön veren insanların kişilik bozuklukları ve olayların nedenlerindeki çarpıklıklar da dahil olmak üzere pek çok konu, gerçeğe o kadar yakın ki, "acaba gerçek mi?" demek saflık oluyor. İnsan, bu filmlerde gördüğü, karekteri bozuk ve dirayetsiz devlet adamlarının yaşamsal yanlışlarını , devletle bağlantılı büyük firmalarda çalışan, milyonlarca insanın hayatını ve memleketini satacak karektere sahip, bir sürü hırslı üst düzey yetkilinin yaptıklarını izleyince, "dünya bu kadar mı kötü hale geldi?" ya da "bu dünyanın hali ne olacak?"diye kendi kendine sorma gereksinimi duyuyor. "Gerçek" mi bu olanlar? Şu anda cevap kısmen “hayır” ama yakın gelecekte "evet" dedirtecek bir endişe yaratıyor bu tür diziler insanın içinde. Daha geçen gün, New York'dan yayınlanan ve Amerika'daki insanların sivil haklarının ihlal edilmesi konusunda çarpıcı analizler yapan bir radyo programında, bu "24" türündeki TV dizilerinde işlenen 'konu' ve 'gizli tema' açıkça eleştirildi. Nedeniyse, topluma verilen yanlış ve tehlikeli mesajlar… Artık bu dizilerde "iyi adam"ın da elindeki "kötü adam"ı konuşturmak için, vatanseverlik adına işkence yapması ve insan haklarını hiçe sayması. İzleyici, sürekli izlediği bir dizide, sevdiği ve gözülerinde hep kurtarıcı rölünde olan bir adamın yaptığı insan haklarına aykırı bir davarnışı, hoşgörmeğe başlıyor. İşte bu noktada, sinema sanatının toplumsal ve psikolojik gücü, "olumsuzluk" sinyalleri veriyor. Toplumun bireyleri, bu tür filmlerde, ülkelerini yöneten başkanlarının bile kendi menfaatlerini, yönettiği o ülkenin ve halkının menfaatlarının üstünde tuttuğunu görünce ümitsizliğe kapılıyorlar. Bireyselliğin, toplum menfaatının önüne çıktığı bir düzende, insanın, zevkle izlediği bir filmde bile olsa, sevdiği bir aktörün insanlıktan çıkmasına çok bozuluyor. Senaryo yazarlarının duyarsızlığı ve yapımcıların olayları - dolayısıyla dünya olaylarını - sadece ticari amaçları yönünde işler hale getirmeleri, sorumsuzluk ve sömürüden başla birşey değil. Türkiye'deki pek çok dizi de, ABD'deki yozlaşmayı yaşıyor. İncir çekirdeğini doldurmayacak konuları işleyip reyting uğruna Türk insanının duygularını istismar ederken, memleketin geleceğiyle ilgili ve Türk insanın kendisini bilinçlendirmesini gerektiren asıl önemli konularda, kaliteli program ya da film yapmayı finansal kayıp olarak görüyorlar ya da siyasi menfaatlarına aykırı buluyorlar.

Türk sineması ve televizyon kurumları, bu konudaki bazı kriterler açısından ne yazık ki, çok geri kalmışlar. Ayrıca bu gerçeğin çocuklarla ilgili çok tehlikeli bir boyutu da var: bilgisayar oyunlarındaki şiddet ve kötülük temalarının çocuğun dünyasına çok erken yaşlarda girmesi. Cinsellik ve kadın-erkek ilişkisindeki şiddet kullanımı ve sevgisizlik, dostluk ve arkadaşlık gibi kavramlardaki anlam düşmesine erken yaşlarda maruz kalan çocukların kişilik gelişimlerinde sorunlar ortaya çıkıyor. Filmlerde "gerçek" olarak sunulan veriler aslında senaryoları yazan insanların, yönetmenlerin ve yapımcıların bakış açısı, inancı ve siyasi düşüncesiyle sınırlıdır. Ve Amerika'da yetişen bireylerde "global" bir bakış sözkonusu değildir; çünkü, ekonomi ve ticaret sektörlerinin bilinçli olarak inşa ettiği kültürel ve siyasi bir duvar vardır ve o duvar da Amerikan toplumunun dünyayla bağlantısını keser. Halbuki, sinema sanatı, diğer kültürlerde yetişen bireyler için özgürlüğe açılan bir kapıdır. Kendi içinde yaşadıkları tutsaklıkta, dış dünyaya açılan tek çıkış yolu, yaralı kalplerine bir ilaç ve herşeyin ötesinde onları hala yaşama bağlayan bir ümit olarak gördükleri sinemanın bu çelişkisi, Amerika gibi, dış siyasetinde "global" düşünen, ama iş, kültür zenginliğine gelince cahil kalan bir ülke için koca bir ayıptır. Gerçekte, insanonoğlunun herşeyi kötüye kullanabilecegını düşünürsek, bu sanatı da kendi bencil emelerine alet etmekten geri kalmaması hiç te şaşırtıcı değil.

Sinemanın siyasete alet olmasından Türkler kadar zarar gören bir toplum yoktur herhalde. Başka kültürlere gelince otantik malzeme arayan Amerikalı ve Avrupalı film yapımcıları, Türkiye'de ya hapishanede işkence gören bir mahkumu, ya başı örtülü ve peçeli kadını ya Anadolu'nun bir köyünde, merkep üzerinde yolculuk eden yoksul bir adamı, ya İstanbul'un bir gecekondu semtindeki sokakta oynayan ve sümükleri akan bir küçük çocuğu ya da sokak ortasına rastgele yerlere dökülmüş çöpleri, sinekleri, fareleri kendilerine malzeme yaparlar. Onların filmleri sinema sanatı adına başarı olurken, Türk polisi aptalı, askeri barbarı, erkeği aklı uçkuruna takılmış bir kıroyu ve kadını da başörtüsüyle kocasının dayağı arası bir yaşama mahkum bir karekteri oynar... Onlar için eğlenceli ve ilginç hale gelen bir film, Türk insanın yaşamına başka bir eziyet olarak girer. Buna en güzel örnek, "Gece Yarısı Ekpresi" (Midnight Ekspress)... Bu film, Türkiye ve Türkler hakkında dünyaya çok olumsuz mesajlar vermiştir. Avrupa'da zaten hiç sevilmeyen "Çarıklı, sarıklı, takkeli, fesli, Osmanlı Türkü" imajının yerini "işkenceci, acımasız, ahlaksız ve cahil Türk" imajı almıştır. Bu pisliği temizlemek Türk dışsiyasetinin onlarca yılına malolmuştur. Hala da silinenmemiştir. Sinema sanatının Türklere karşı siyasi bir saldırı aracı olarak kullanıldığı başka bir film de Ağrı (Ararat)dır.Bu filmi iki hafta önce DVD olarak kiralayıp izledik;sinirlerimiz bozuldu.Sanki suratımıza inen şamar gibi geldi. Bu film "Gece Yarısı Ekspresi"nden daha tehlikeli bir çalışma. Birincisi, bir Amerikalı'nın Türkiye'de hapse girmesi ve işkence görmesiyle, yani bir kişinin kendi başından geçenler ya da geçtiği iddia edilen olaylarla sınırlı kalıyordu. Ama Charles Aznavour'un, bir çok Ermeni ve Amerikalının da oynadığı, bu "Ağrı" filmi için durum çok farklı. Dünyada, Ermeniler tarafından Türklere ve Türk Devleti'ne karşı sürdürülen karalama kampanyaları devam ederken, Ermeni-Amerikalısı bir gencin (oynayan David Alpay adlı bir aktör), geçmişi didikleyip Türklerin 1, 5 milyon Ermeniyi nasıl katlettiğini hem bir gencin bakış açısından hem de içine duygusallık ve aile ilişkisiyle karışık olarak kanıt gösterip dünyaya anlatışını izliyorsunuz... Olayı, film içinde bir film çekimi yaparak, sözde soykırımın Türkler tarafından reddedilmesini sürekli vurgulayarak ve Türklerin iddiaya verdikleri cevapları Ermeni ağzından alttan alarak anlatıyor. Tek taraflı bir anlatım her haliyle. Şimdi esas siz şu söyleyeceklerime kulak verin: Bu filmin DVD'sinin ne kabında, ne arkasında, ne de başka bir yerinde Ermenilerden sözediyor. Hatta Türklerin de adı yok. Ama filmin temasının toplumsal bir "gerçeğin" , "inkar"ını anlatmağa çalıştığı vurgulanıyor. Bu konuda daha derin çalışma yapmak üzere konuyu yüreğime taş basarak kapıyorum...

Güzel sanatların en kapsamlısı olan sinemayı çok seven bir yazar olarak, yaşamımda onun çok olumlu etkileri olduğunu da belirtmek istiyorum. Eğer aktörlük, mesleğim olsaydı, herhalde “onu gerçekten severek yapardım” diye düşünüyorum. Ama diğer taraftan da, "insanın filmdeki rol arkadaşıyla günlerce öpüşüp sanki hiçbir şey olmamış gibi normal yaşamına devam etmesi olayının bana biraz ters geldiğini bilmek, işimi zorlaştırırdı" demekten de kendimi alamıyorum.

“Ömercik”in yıldız olduğu yıllarda benim de Yeşilçam’a girme şansım olabileceğini düşündüğüm zaman, biraz hayıflanıyorum doğrusu… Bu da nereden çıktı şimdi, değil mi? Sema Özcan ve Ekrem Bora'nın, yıllar önce, bir film çevirmek için çekim ekibiyle, oturduğumuz mahalleye gelmeleri, bu arada, ben kapımızın önünde oynarken yönetmenin arabasının yanıbaşımda durup aileme vermem için bir mektubu elime tutuşturması ve benimle sohbet etmesi, çocukluğumun unutulmaz anılarından. Daha sonra öğrendiğim gerçek şuydu: mektupta reklam filmlerinde oynatmak için beni studyoya çağrıyorlardı… Ama, ne yazık ki, ailem benim geleceğim konusunda hemfikir olmadığı için, sinema yolu, bana henüz küçük yaşta kapanmıştı. Tabii, açık olsaydı bile, başarının garantisi yoktu. Zaten Türkiye’de Ömercik gibi küçük yaşlarda yıldız olan sanatçıların sanat yaşamlarının erken sona erdiğini bildiğim için, belki de işin içine girmemek daha iyi olmuş diyorum. Çünkü, sahneye çıkan başarısız da olsa bir türlü bırakmak istemiyor. Şöhret, kafein gibi birşey olsa gerek, bağımlılık yapıyor. Politikadaki koltuk ve makam bağımlılığı gibi.

Her zaman nitelikli ve yaşamıma bir şeyler katabilecek, dünyama başka bir bakış açısı getirecek ve ufkumu genişletecek filmleri izlemeğe önem verdim. Zaman geçireyim diye film izlediğimi hiç hatırlamıyorum. Şimdiye kadar izlediğim, beğendiğim, beni düşündüren ve bana gözyaşı döktüren ve hatta güldüren çok film var. Hollywood yapımı ve Amerika dışında yapılan filmler arasında gerçekten çok güzel eserleri zevkle izledim; dahası bazıları hakkında üniversitedeki derslerimde rapor bile hazırladım ve bir dergide de filmler hakkında yazı yazdım. Beni çok etkileyen yabancı filmler arasında Ölü Ozanlar Derneği (Dead Poets Society), Cesuryürek (Braveheart), Kadın Kokusu (Scent of a Woman), Postacı (Il Postino - The Postman), Yaşam Güzeldir (Life is Beautiful), Schindler’in Listesi (Schindler’s List), Doktor Jivago (Doctor Zhivago)yu ilk aklıma gelenler arasında sayabilirim.

Ölü Ozanlar Derneği’ni, İstanbul’da henüz öğretmenliğimin ilk yıllarında seyretmiştim. Sanırım bir Kasım akşamıydı. Kadıköy’de filmi seyrettikten sonra sinema salonundan çıktığımda, dışarıda yağmur yağıyordu. Ama filmden o kadar etkilenmiştim ki, yanımda şemsiyem olduğu halde, açmadan eve kadar yürümüştüm. İnsanın yaşadığı anı yakalamasının (Seize the Day) ve onu içinden geldiği yorumlamasının önemini farketmiştim. Yaşamdaki anlar hızla tükeniyordu. Çok geç olmadan "kendim"i yaşamalı, öğrencilerime de "kendileri" olmanın önemini ve yaşamın her anının kendilerine bir şeyleri öğrettiğini hatırlatmalıydım... O anda karar vermiştim… Filmdeki öğretmen “Mr. Keating” (Robin Williams) gibi, öğrencilerinin yaşamlarında “farklılık” yapabilen, onlar tarafından sevilen ve mesleğini severek yapan bir öğretmen olarak yaptığım her işe bir anlam kazandırmak istiyordum artık… Öyle de yaptım... Ve yıllar sonra çeşitli vesilelerle karşılaştığımız zaman, sevgili öğrencilerimin benim o zaman onlara söylediklerimi bana hatırlatmaları ve beni o günlerin tazeliğiyle bağırlarına basmaları, “Siz çok farklıydınız… Unutmadım öğretmenim...” demeleri aslında filmdeki öğretmen “Mr. Keating”le beraber, yıllar sonra ektiklerimizi biçmemiz olarak kabul ediyorum. 1989 yapımı olan bu film, 1990 yılında hem En İyi Film hem de En İyi Aktör Oscar’larını kazanmıştı. Ama kazanmasaydı bile ben o yıl, bütün Oscar’larımı Ölü Ozanlar Derneği’ne vermiştim bile. Böylece, yaşadığım anı yakalamıştım...

Gelelim bu yıla. Pazar gecesi (Şubat 25), 2007 yılının Oscar’ları sahiplerini bulacak. Sinema dünyası, hiç beklenmedik tercihler yaparak bizi yine şaşırtacak. Bizim tercihlerimiz hiç onlarınkine uymadı şimdiye kadar. Bakalım bu defa uyacak mı?

Bu yıl benim favorilerim:
* En İyi Aktör alanında: * Leonardo DiCaprio / Blood Diamond (Filmi izledim)
* Will Smith / Pursuit of Happyness (Filmi izledim)
* En İyi Film Editörlüğü: *Babel (Filmi izledim)
* En İyi Sinema: * Babel (Filmi izledim) / Blood Diamond (Filmi izledim)
* En İyi Yardımcı Aktrist: * Adriana Barraza / Babel (Filmi izledim)

Aday filmler arasında izleme şansı bulduklarım:
1. Blood Diamond ****
2. Babel ****
3. The Departed ***
4. Pursuit of Happyness ****
5. The Devil Wears Prada **
6. The United 93 **

Çok-kültürlü ve -dilli bir film olan, “Babel”ın, uluslararası boyutları okyanuslar ve kıtalar ötesine uzanan ama birbiriyle yakından bağlantılı olaylardan oluşan bir teması var. Olaylar, Afganistan’da, Meksika’da, Japonya’da ve ABD’de geçiyor. Ülkelerin, kültürlerin ve siyasi farklı düşüncelerdeki insanların yaşamlarını aynı anda zincirleme bir şekilde nasıl değiştirdiğini göstermesi açısından izlemeğe değer bir film. Özellikle toplumsal konularda ve bireysel olaylarda önyargılı olmanın dünyadaki sorunları ne kadar büyüttüğünü bu filmde görme fırsatınız olacak. Brad Pitt'e değil filme odaklanın Oscar'ı yakalarsınız... Aslında taş daha çok Amerikalıların ülke güvenliği konusundaki önyargılı yaklaşımına… Diğer filmlerden de bir daha sefer bahsetmek üzere… Bu film burada bitmez; devamı var…

Yaşamınız, başrollerini sizin ve sevdiklerinizin paylaştığı ve sonu mutlu biten bir film gibi olsun. Ve gözyaşlarınız da kahkahalarınız da mutluluktan olsun…

Alp İçöz
Eğitimci Yazar

JOURNALTA
The Journal of Turkish Americans

Copyright© ALP ICOZ 2007

 
Toplam blog
: 52
: 1767
Kayıt tarihi
: 11.11.06
 
 

"İnsan, aslinda gönül gözüyle görmeli dünyayı. Herşey, o iç dünyanin merkez olduğu kişiliğine şek..