- Kategori
- Güncel
"Açılım" üzerine somut konuşmanın vaktidir

“Türkiye resmi ideolojinin dilinin şifreleri, otoriter ve himayeci bir rejimi demokrasi, yurttaşlar arası eşitsizliği körükleyen siyasal bir yapıyı da cumhuriyet olarak dayatıyor.”
“Oysa bir cumhuriyet, aynı siyasal birim (ülke, vatan, devlet) içindeki kimliksel farklılıkları törpüleyerek, asıl kabul edilen bir tanesine göre marjinalleştirmek değil, tamamen tersine bütün bu kimlikleri yansız yurttaş üst kimliği altında eşitlemek için vardır. Cumhuriyetin saltanat, otokrasi, despotizm gibi rejimlerden temel farkı budur. Ve demokrasi, her türlü farklılığın, her türlü hakkın imtiyaza dönüşmeden bir arada yaşayabilmesi için oynanan siyasal satrancın adıdır.”
Mehmet Ali Kılıçbay’ın 20 Eylül 2009 tarihli Newsweek Türkiye dergisinde yayınlanan yazısından alıntıladığım bu iki cümle, Türkiye’de yönetim şeklinin bugünkü hali ile olması gereken halini oldukça iyi özetliyor. Bu cümleleri sayfama taşıma gayem ise, bir dönemdir gündemimizde olan “Demokratik Açılımın” ulaşması, bizi alıp götürmesi gereken noktayı anlatabilmek için, onları köşe taşları olarak kullanmak istemiş olmam.
Geçen yazımda da, ulus ve ulus devlet kavramlarının geçirmiş olduğu evreyi kısaca özetlemeye çalışmıştım. Günümüzde modern bir devletten bahsediyorsak, artık bir etnik kökenin devletinden değil yurttaşların devletinden bahsediyoruz demektir. Ve artık devlet yurttaşlarını biçimlendiren bir mekanizma değil, aksine yurttaşlar arasındaki farklılıkların garantisi olan bir mekanizmadır. Öyle olması gerekir. Olmadığı takdirde bütün vatandaşlarının değil, bir kısım vatandaşının devleti olur ve ortaya vatandaşlarının bir kısmı ile kavgalı bir devlet görüntüsü çıkar. Aynen bugün olduğu gibi.
Ve yine aynen, din ve inanç mevzuunda olduğu gibi, devletin tüm etnik kökenlere de eşit mesafede olması gerekiyor. Bu da, laiklik gibi, günümüzde devletlerin daha sağlıklı mekanizmalara dönüşmesi adına gerekli ek bir özelliktir.
Peki, kulağa hoş gelir gibi olan, ama ufaktan ufağa tehdit hissedilen bu tanımların pratiğe geçirilmesi nasıl olacak? Yani devletimiz artık Türklerin devleti olmayacak mı? Sahip olduğumuz 17. devletten vaz mı geçeceğiz? Devleti soysuz sapsız, ne idüğü belirsiz bir mekanizmaya mı çevireceğiz? Ya da bu satırların yazarı, Türk benliğini ortadan kaldırmaya yemin etmiş ve demokrasi maskesi altında, yavaş yavaş, cahil insanların zihinlerini çelerek bu gayesinde başarılı olma çabası içinde mi?
Eğer demokrasiyi cumhuriyetin üzerine oturduğu bir rejim olarak belirleyecek olursak, insanların kimliklerine müdahale etmeyen bir devlete sahip olacağız. Ama bu çoğunluğu Türklerden teşkil bir toplumun devletine de, ağırlıklı olarak Türklerin rengini vermesinin önünde bir engel değil. Ulus tanımı her ne kadar, ülke ile yurttaş arasında kurulan bağın adı olsa da, devletler ortaklaşılan simgeler kullanmaktan vazgeçmeyeceklerdir. Örneğin bu ülkenin ismi Türkiye Cumhuriyeti, milli takımı Türk milli takımı, resmi dili Türkçe vs olmaya devam edecek. Ama tüm bunlar, farklılıkların üstünü örten değil, tüm farklılıkları ortaklayan birer simge olacaklar.
Bu simge, elbette toplumun çoğunluğunun gerçekliğine karşılık gelecek. Bu cümle önemli çünkü, şu an 75 milyon olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının 60 milyon civarında olan kısmı kendisini etnik olarak Türk olarak tanımlıyor. Bu, %80 gibi bir rakama tekabül ediyor ve olayı demokratik bir süreç içerisinde tanımlayacak olursak bu ciddi bir rakam. Yani Türklere ortak simgeleri belirleme konusunda ciddi avantaj tanıyor. Ama yine olayı demokratik bir süreç içerisinde tanımlayacak olursak, az olan miktar ne kadar az olursa olsun varlığının garanti altında olması, kendisini ifade edebilmesi ve niteliklerini geleceği taşıma garantisine sahip olması gerekiyor. Yani “Türk Ulusu” dediğimizde, kökeni Ergenekon Efsanesine dayanan insanları tanımlamış olmuyoruz.
Şu ana kadar hep olayı mevcut devlet düzeni içinde ele almaya çalıştım. Çünkü siyasal anlamda, “Demokratik Açılım” ya da Kürt sorunu meselesinde, ayrı bir devlet, özerk bir yapı, azınlık haklarının tanınması ya da federasyon tarzı uygulamaları doğru ve gerçekçi bulmuyorum. Bunların tamamının uluslararası hukuk, mevcut koşullar, Türk ve Kürt toplumları arasında tarihten bu yana kurulan bağ açısından sorunları olacağını tahmin ediyorum. Ayrıca yukarıdaki seçeneklerin tamamının milliyetçi bir zihin ve siyaset dünyasını beslemekten çok daha ötesine hizmet etmeyeceğini düşünmüyorum.
Bu nedenle işlemi, dünyaya yeni bir milliyetçi zemin katmaktan öte, mevcut milliyetçi zeminlerden birisini tasfiye edip, onu demokratik zemine taşıyarak gerçekleştirmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Yani Türkiye Cumhuriyetini demokratikleştirerek.
Peki, biraz daha somuta inerek konuşacak olursak;
Eğer devlet ve vatandaş ilişkisini, milliyet tanımı üzerinden belirlemekten vazgeçeceksek, her vatandaşı Türk olarak tanımlama zaruretinden vazgeçmemiz gerekiyor. Olayı simge boyutunda ele alacak olursak, bu devleti oluşturan ulusu, “Türk Ulusu” olarak tanımlamak, belirli bir noktaya kadar kabul görecektir. Ancak olayı, toplamı simgeleştiren bir tanımdan, bireye taşıyacak olursak, devletin her bir vatandaşını Türk olarak değerlendirme saplantısından vazgeçmesi gerekmektedir. Bu nedenle okullarda sabahları zorunlu tekrarlatılan “Türküm, Doğruyum, Çalışkanım” andının kaldırılması ilk anlamlı adım olacaktır.
Tüm anadillerin devlet güvencesinde olduğunun anayasal bir hak olarak belirlenmesi, yine bu süreçte önemli bir adımdır. Çünkü bu devletin farklı etnik kökenden vatandaşlarının haklarına saygı duyduğunun göstergesi olacaktır. Bir vatandaşın, en temel hakkı olan dilekçe hakkını ana dili ile gerçekleştirebilmesi yine önemli bir adım. Ancak “anadilde eğitim hakkı” ne yazık ki, uluslararası hukukta dahi garanti altına alınmış bir hak değil. Yani bir öğrenci ya da velisi tüm eğitimini ana dilinde alma isteminde bulunamaz. Eğitim süreci resmi dille gerçekleşir ama ana dilin bilimsel yöntemlerle öğrenilmesi adına, belirli bir talebin birikmesi üzerine okullarda seçmeli dersler konulabilir. Örneğin, şu an yaklaşık 500.000 Türk öğrencinin bulunduğu tahmin edildiği Almanya’da, 2000’e yakın Türkçe öğretmeninin, aslen Alman vatandaşı olan Türk kökenli öğrencilerden gelen talep üzerine, normal eğitim süreci çerçevesinde, Türkçe dersleri verdiğini doğru bir devlet uygulaması olarak sunabiliriz.
Kültür Bakanlığının tüm anadillerdeki kültür sanat faaliyetlerini ve eserlerini, Türkçe eserler gibi desteklemesi de anlamlı bir çaba olacaktır. Kürkçe kitaplar, Kürtçe tiyatro eserleri ve filmler devletin maddi yardım sunduğu eserler listesine girebilir. Eurovizyon şarkı yarışmasına bir süredir İngilizce parçalarla katılan Türkiye’de, katılımcı kurum olan TRT, belirli zaman aralığında Kürtçe eserleri de öne sürebilir. Geçen sene Almanya’da Türk Edebiyatının konuk olduğu Frankfurt Kitap Fuarının, bir önceki konuğunun Katalan Edebiyatı olduğunu hatırladığımızda, yine anadil üzerine Avrupa’da ki uygulamalara iyi bir örnek vermiş oluruz.
Bu adımların, toplumda bir ikilik yaratacağını ya da Kürt milliyetçiliğini körükleyeceğini düşünenler bence fazlası ile yanılıyorlar. Aksine, varlıklarını, niteliklerini ve kültürlerini baskı altında hissetmeyen Kürtler hızla milliyetçi hislerden arınacak, toplumsal yaşama daha sağlıklı kimliklerle (solcu, sağcı, sosyal demokrat, muhafazakar, devrimci, liberal vs.) dahil olacaklardır. Ayrıca özgürlükler kullanılması zorunlu olan şeyler değildir. Özgürlüğe sahip olduğunu bilmek, onu kullanmaktan daha değerlidir. Ticari, siyasi ve akademik anlamda yol almak isteyen Kürtlerin kendi anadilleri ile kuracakları bağ, büyük olasılıkla geleneksel kullanımdan öteye geçmeyecektir. Aynen daha önce serbest bırakılan Kürtçe kurslarının yeterince ilgi çekmemesi gibi. (Bu ilgisizliğin bir yasaklama gerekçe oluşturmayacağını umarım öğrenmişizdir)
Tüm bunların aslında bir zihniyet değişimini beraberinde getirdiğini kolaylıkla fark etmişsinizdir.
Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, yer isimlerinin iadesi gibi daha yerel konuları ayrıca ve daha geniş ele almak istiyorum.