- Kategori
- Sinema
"Kelebeğin Rüyası"nda şiir kanatlı ölüm

Kelebek uçtu ve şiirin dalına kondu. Tanrı'nın sustuğu yerde başlayan,tatlı bir rüzgarda usulca hışırdayan,doğadaki en muhteşem sesi çıkaran, görkemli bir çınarın şiir dalına kondu. Bu dalda uykuya daldı ve rüyasında Sümerlerin icat ettiği yazının ne kutsal, ne meşum, ne serüvenci bir buluş olduğunu gördü. Hayat kısaydı fakat rüya uzundu, o rüyadan bir daha uyanamadı. Yazı yüceldi, yüceldi ve bulutların üstündeki yerini aldı. Oradan göz yaşı oldu ve biz ölümlülerin üstüne yağmaya başladı. Yazı bütün zehrini şairlerin üzerine akıttı, onlar bu ıslaklıkla ince hastalığa tutuldular ve bu hastalığın çaresini yine panzehir olarak yalnızca yazmakta buldular...Aşk şiirin bahanesiydi, şiir hayatın bahanesi. Aşkı bahane edip sayfalar dolusu yazılan mektuplar sahibine hangi duyguları hissettirdiği de önemli değildir. Önemli olan yazı yazanın duygularıdır. Yazan, belki de yazmak için aşık olmuştur. Aslında hayatımız bahanelerin toplamından başka bir şey değildir...
Nicedir beklediğim "Kelebeğin Rüyası" filmini seyrettim. Gerçi çok fazla reklam yapılması beni düşündürmüştü ama şiir baş köşesindeydi filmin, vazgeçemezdim. Söz konusu şiir olunca akan sular coşar. Film hakkında bir kaç eleştiri de okudum. Ama her zaman olaya farklı bir pencereden bakmayı tercih etmişimdir. Bu yüzden yazacaklarım farklı olacaktır. Öncelikle seyrettiğim bir filmi başka filmlerle karşılaştırırım ister istemez. Bu film de bana maden işçileri görüntüsüyle "Germinal" filmini, elektrik direğine tırmanmış tiyatro yapan üç gencin görüntüsü Tony Gatlif'in bir filminde ağaca enstrümanlarıyla bağlanmış müzisyenlerini(ki benim çok beğendiğim bir görüntüdür) çağrıştırdı. Belki de yönetmen bu sahnelerden esinlendi. Aslına bakılırsa geçmişimde festival filmlerini kaçırmayan bolca Avrupa, daha ziyade Doğu Avrupa filmleri izlemiş biri olarak, ilk defa bir Türk filminde Avrupa Sinemasının tadını aldığımı söyleyebilirim.
İki genç şairin, Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu'nun; şiirle, aşkla, açlıkla ve veremle serüvenini anlatan film, arka fonda o dönemi de aktarıyor. Dönemi aktarırken gözümüze takılan detaylar bir takım şeyleri yeniden sorgulamamız gerektiğini hatırlatıyor. 1940'lı yıllar, İkinci Dünya Savaşı dünyayı kavururken, savaşın dışında kalmayı başarmış Türkiye o yokluk ve sefalet içerisinde bile modernizmin ve rönesansın inşasını örmeye devam ediyor. Halk evleri ülkenin aydınlamasında mihenk taşlarından birisi. Sanata ve kültüre verilen önemi, Heybeliada Hastahanesinin bir odasına konulmuş onlarca daktilodan bile anlıyorsunuz.Verilen balolalar, (ki Türkiye'nin hemen her yerinde aynı şekilde uygulandığını annelerimizin, anneannelerimizin anlatımlarından biliyoruz.) oynanan tiyatrolar, giyilen kıyafetlerdeki zerafet, dans, müzik bugünün zengin denilen Türkiyesi ile karşılaştırıldığında nereden nereye geldiğimizi nedenleriyle birlikte yeniden sorgulatıyor bize.
Ha bir de; ben de dahil, bir çok kimsenin daha önce bilmediği mükellefiyet Kanunu ile karşılaşıyoruz. Madende zorla çalıştırılma! Ancak ayakları zincirle bağlanacak kadar... Bu konunun içinde işlenecek bir konu değil aslında. Eğreti durmuş. Elbette Zonguldak denilince maden gelir akla ve kahramanlardan biri madende çalıştığından atlamamak gerekirdi ancak şiirin gölgesinde anlatılacak ve kısa geçilecek bir konu değildir maden. Fransız Yazar Emile Zola'nın başyapıtı olan Germinal romanından sinemaya uyarlanan "Germinal" filmi gibi maden işçilerinin destanını anlatırsın, o zaman baş köşede işlersin bu konuyu.
Üç şairin anlatıldığı bir filmde ana tema elbette şiirdi ve görüntüler de şiir gibi olmalıydı. Denizin mavisinin, zonguldak'ın ve Heybeliada'nın (daha 15 gün önce adadaydım) yeşilinin ve akşam kızıllığının şiir gibi işlendiği görüntüler filmin en güzel yanlarından biriydi. Ve yazma tutkusu! Ne demek olduğunu bu tutkuyu içinde taşıyanlar bilir. Meslekler gerçekten sanatı öldürüyor, insanın içindeki tutkuları kemirip duruyor. Ama o tutku bir yerden çıkıyor gene de. Yine başka bir film geliyor aklıma.Fransız yazar "Marquise De Sade" ın biyografisini anlatan bir film izlemiştim. Yazar yüz kızartıcı suçlardan dolayı cezaevindeydi ve içinde öylesine büyük bir yazma tutkusu vardı ki cezaevinin duvarlarını yazıyla dolduruyordu. Bu filmde de aynı görüntülerle karşılaştım.
Yönetmen Yılmaz Erdoğan'da en çok sevdiğim şey anlatımının çok sıcak olması. Doğrusu bu pek az yazarda ve sinemacıda var.
Filmi seyrettikten sonra şiir yazma isteğiniz kabarıyor. Bu yüzden şair Behçet Necatigil'i bir kez daha anarak onun sevdiğim şiirlerinden biriyle noktamak istiyorum.
24/02/2013
SEVGİLERDE
Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya herşeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı