Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

sufi-su /Emel Yeşilkayalı

http://blog.milliyet.com.tr/sufi-su

07 Nisan '09

 
Kategori
Öykü
 

Bacak

Bodrum kattaki evin penceresinden, yokuşun başında durmuş, soğuk bakışlarla eve bakan annemi gördüm. Her zamanki gibi zayıftı. Uzun namaz eteğinin üzerine giydiği zıbını, omuzlarını beline kadar örten beyaz baş örtüsünden görünmüyordu. Çocuktum ben. "Gelsene anne" dedim. "Üç bacağım var. Bir bacağım daha olsa gelirdim." dedi.

Çocukluğuma ve çocukluk yıllarımda yaşadığım köye ait hafıza albümümde çok az fotoğraf var. Fotoğrafların çoğunda, bazen bulanık görünse de kocaman bir söğüt ağacı neredeyse hep var. Fotoğraflarda baba var, teyze var. Pek azında ise anne var. Anne fotoğrafları, annesiz büyümenin iç ezikliğinden olmadığından emin olduğum ama çoğu zaman içimde tanımlayamadığım bir boşlukla birlikte yan yana.

Ne tuhaf! Sıkıntıyla, iç daralmasıyla hatırladığım gündüz fotoğraflarının aksine, bir fotoğraf, gece fotoğrafı olmasına rağmen, kendimi güvende, huzurlu ve mutlu hissetmeme neden oluyor. Küçük farklılıklarla, hafıza albümümümn değişik sayfalarında sık sık karşıma çıkan bir fotoğraf bu. Bir yaz gecesi. Koca Söğütün altında, hasır bir kilimin üzerinde teyzem, teyzemin kucağına başını koyup uzanmış ben ve yanında birisi daha var. Ama o birisinin yüzünü hiç bir zaman göremiyorum. Ne konuştuğunu, niçin orada olduğunu da bilmiyorum. Ama birisi daha var. Annem olmalı diye düşünüyorum. Teyzemin kucağında yıldız kaynayan gökyüzüne bakıyorum. Fotoğraf çekimi için sık sık bu pozu veriyorumuşuz gibi geliyor. Çoğu çekimde kayan yıldızlar da oluyor. Yıldızların hızına yetişerek dilek dilemeye çalışıyorum ama hiç bir zaman dileklerimi tamamlayamıyorum. Bazen bu fotoğrafa babam da giriyor. O girdiğinde gökyüzündeki yıldızların isimlerini öğretiyor bana. En çok da küçük ayı ile büyük ayıyı öğretmeye uğraşıyor. Ben yıldızları tanımayı öğrenmekte güçlük çekiyorum ama galiba babam da başka takım yıldız tanımadığından, hep aynılarını gösteriyor gibi geliyor. Bahçenin bir yerlerinden "vırrak, vırrak" sesleri geliyor. Birileri kurbağa sesi olduğunu söylüyor. Aynı anda, kalp atışı ritminde yükselip alçalan, birilerinin "cır cır böceği" dediği sesi duyuyorum. Başka birisi de "ateş böceği" diyor galiba. İkisi de aynı şey midir bilmiyorum. Hararetle böceğin ateşini, hiç değilse kıvılcımını görebilmek için çabalıyorum. Neye benzediğini soruyorum. Çakmak taşı kıvılcımına benzediğini söylüyorlar. Herkesin gördüğünü bir türlü görememiş olma ayıbından kurtulmak için "Hah gördüm. Şurda değil mi bak bak" dediğimi, ateşi gösterdiğim kişi aynı yöndeki ateşi göremeyince de "Tüh şimdi öbür tarafa gitti bak bak, şurda şurda şurda" dediğimi görüyorum.

O söğüt ağacı ile birlikte iki yıl geçirmiş olmalıyım. Hafızamda, tek ağaçlı gündüz fotoğrafı var. Fotoğrafta, köy balıkçısının alacığımızdan emin olarak doğrudan bizim bahçeye getirdiği, o zamanki benim büyüklüğümdeymiş gibi hatırladığım kocaman talı su balıkları, ağacın altında temizlenmekte. Babam. Sevgili babam. Bana balığı anlatmakta. "Bak. Bunlar yüzgeçleri. Bunlar, havyarları. Çok kıymetlidir bunlar. Bunlar solungaçları. Hala nasıl açılıp kapanıyorlar." Bense dikkatle karnının içine bakmaktayım. Sabırsızlıkla bekliyorum. Acaba bu sefer çıkar mı içinden diye. Babam neyi beklediğimi anlıyor. "Gel bak buna. Belki bunun içinden çıkar kardeşin." Ümitle diğer balığın temizlenmesini, karnının yarılmasını, etlerinin iki yana ayrılmasını bekliyorum. Yok. Bunda da yok. En sonunda ümitsizce ve boynu bükük bir şekilde balıkların başında dikilip durmamdan üzüntü duyan teyzem "Yok kızım yok. Biz kardeşini balıklara atmadık. Allah Baba O'nu yanına aldı. O cennete bir melek oldu. Boşuna bekleme, kardeşin balıkların içinden çıkmaz." diyor. Ama hayır ben eminim. Kardeşimi çok kıskandım. O'nu balıklara atmalarını istedim. Bir daha bizim evimize dönmesin istedim. Anneme anne, babama baba demesin istedim. Üstelik bütün bunları anneme, babama da söyledim. Benim çok üzüldüğümü, zayıfladığımı gördüler, ben daha çok hasta olmamayayım diye kardeşimi denize attılar. Zaten evden ilk gittiği gün de sorduğumda, ben öyle istediğim için, artık O'nu denize attıklarını söylemişti annem. Gerçek olan bu. Şimdi ben üzülmeyeyim, balığın başından başka yerlerini de yiyebileyim diye böyle söylüyorlar. Hepsini biliyorum. Donmuş fotoğraf karesinde, Koca Söğütün altında genç bir kadın kocaman tatlı su balığını temizliyor. Sapsarı, kısa ve kirpi saçlı bir kız, gözlerini temizlenmekte olan balığa dikmiş bakıyor. Birden fark ediyorum. Teyzemin yüz ifadesi çocukluğumdaki teyze fotoğraflarına benzemiyor. Yüzünde gizli ağlamaların izi yok. Gülümsüyor gibi bile. Henüz kocası ölmemiş olmalı.

Anneli fotoğraf. Birlikte, bahçenin sonundaki amelelere ayrılmış dama doğru yürüyoruz. Anneme dair hatırladığım tek belirgin özellik. Göğsü çok sık ve derinden alınan nefeslerle inip kalkmakta. Dikkatli bakmaya gerek yok. O'na bakmıyorken bile göğsünün inip kalkışını fark edebilir insan. Nefesi O'na yetmiyor. O'nun bu nefes alış verişlerine alışkın olmayan bir insan, O'na bakarken nefessiz kalıp bayılabilir gibi geliyor. Göründüğünden çok daha kötüymüş de, iyi görünmek için gücünün çok üzerinde bir çaba harcıyormuş gibi. Ben hoplayıp zıplamaktayım. Durmadan konuşuyorum. Annem hiç bana bakmıyor. Dimdik, sadece önüne bakarak yürüyor. Tüm gücünü ve dikkatini sendelemeden yürümeye vermiş olmalı. Beni duymuyor belki hatta. Ama benim için çok önemli olmasa gerek. Neşeli ve mutlu görünüyorum. Konuşmaya devam ediyorum. Arada da bir şeyler soruyor olmalıyım. Çünkü beni dinlemediğinden emin olduğum annemin dikkati bir an bana kaymış olmalı ki sendeliyor ve ne dediğimi anlayamayıp "Ha?" diyor. O günlerde çocuklar arasında moda olduğu gibi, çocukça bir muziplik ve faka bastırmış olmanın sevinciyle "Hangılda" diyorum. Annem hiç yüzüme bakmadan - zaten hiç bir zaman hiç kimsenin yüzüne bakmadan konuşurdu gibi geliyor şimdi. Görünmeyen birisiyle konuşurmuş gibi - öfkeyle, " İyi kızım! Hang! Hang! Hang! Hang!..." demeye başlıyor. Bu hangıldama bütün yol boyunca, amele damına giderken ve dönerken sürüyor. Çok üzülüyorum. "Yeter ben şaka yapmıştım." demek istiyorum. Diyemiyorum. "Kurt kocayınca kuzunun maskarası olurmuş." demiş miydi duyamıyorum. Göremiyorum. Hatırlayamıyorum. Ama demiştir gibime geliyor. "Hayır seni maskara etmek istemedim." demek istiyorum. Diyemiyorum. "Hang! Hang! Hang!..." Ağlamak istiyorum. Ağlayamıyorum. Göğsüm daralıyor. "Hang! Hang!..." O'nun gibi nefes alıp vermeye başlıyorum. Susmuyor. Bayılacak gibiyim. Bayılamıyorum. Acımasızlık bu...

Bu sıkıntı verici fotoğraf, anneli diğer fotoğrafları yırtıp atmama mı neden olmuştu acaba? Bilemiyorum. Bildiğim tek şey, herkesin sevecenliğini, vericiliğini, küçükle küçük, büyükle büyük oluşunu, hoş sohbetini ön plana çıkardığı Saime Hanımın, benim için katı, konuşmaz, gülmez, donuk bir fotoğraf karesi oluşudur.

Ama babam. Sevgili babam. Her şeye rağmen iyi hatırladığım babam. Bana yüzmeyi öğretirken babam. Bana alacağım giysiyi seçme hakkı verirken babam. Bir yılbaşı gecesi, henüz okula bile gitmeyen benimle beraber, sırf merakımı gidermek için bira içerken babam. Beni her gece köy sinemasına götüren babam. Babam ve ben Fuarda. Babam ve ben sarılmış yatarken. Babam ve ben gülerken. Babam ve ben... Gülerken... Babam ve ben, mutluyken... Mutluyken... Mutlu... Değilken...

Babam ve ben eski evin üst katındayız. Koca Ev, haney ve her taraf insan dolu. Yine bir yaz günü. "Kızım" diyor. Acı haberi vermekle görevlendirmiş kendini. Acı haberin ne olduğunu biliyorum aslında. Ama babam "o" acı haberi mi verecek emin olamıyorum. Çok da üzüntülü değilmiş gibi geliyor bana. Üzüntülü olmak için kendisini zorluyormuş gibi. Hatta, gizleyemediği bir sevinç, rahatlama, ... Gözleri... Hatta incecik dudaklarında bile... Sesini üzüntü tonlamasına mı getirmeye çalışıyor? Sesi bari falso vermesin diye mi çabalıyor? "Kızım. Anneni kaybettik." Titrek bir sesle başlanan, akıtılmak için uğraşılmasına rağmen bir türlü akıtılamayan gözyaşlarıyla, hiç değilse metanetli eş duruşunun garantilendiği bir haber veriş. Üzüntüyü vurgulamak için başlangış yapılan, yıllarca beklenene bir anda kavuşmuş olmanın duygusal kontrolsüzlüğü ile sevince kayan bir ses tonu. Bu bir sevinç mi, üzüntü paylaşımı mı? Bu aslında bir "Çok şükür" mü? Bu aslında, bir üzüntülü görünme denemesi mi? Bu aslında, yeni bir yaşama başlayabilmek için uzun süredir ümitle beklenmiş son gelmeden çok önce alınmış kararlardan haberdar ediş mi? Bu aslında bir haberdar ediş mi? Haberdar ediş?...

Biliyordu. Annem biliyordu. Babam da biliyordu bildiğini. Bilinenleri haykırılanlar haline getirmemek için mi konuşmuyorlardı? Kendilerine en yakın olan bir kişinin daha bildiklerini bilmesi halinde, bilinenler daha dayanılmaz olacağı için mi başkalarının yanında konuşmuyorlardı? Bir bakış, başkalarına karşı da onları ele verebileceği için mi birbirlerinin yüzüne bakmıyorlardı? Yalnız kaldıklarında, en acıtıcı olması için zamanı kollayarak uçlarını sivrilttikleri kelimelerle mi yaralıyorlardı birbirlerini? Annem, ölümü beklenen kişi olduğunu bilmenin acısını göstermemek için mi kimsenin yüzüne bakmadan konuşuyordu? Hastalığına direnebilmek için değil de, kocasının yüzünde gördüklerini kimselere göstermemek için mi donduruyordu yüzünü? Soğutuyordu...

Yıllar önce görmüş olduğum rüyada annemin var olan bacakları bu dünyada kalmasını isteyen çocukları ve kendisi miydi? Eğer kocası da kalmasını istemiş olsaydı, gitmemek için direnebilir miydi? Ölüm bir vazgeçiş miydi?... Bir bacağı daha olsaydı kalır mıydı? Birlikte gülerken fotoğraflarımız olur muydu?...

 
Toplam blog
: 76
: 1567
Kayıt tarihi
: 28.03.09
 
 

Merhaba, ben sufi-su. Sosyal hizmet uzmanıyım. Yıllarca korunmaya muhtaç çocuk çocuklar, koruyucu..