- Kategori
- Eğitim
Bakanlık müfettişleri Tunceli'de
Özellikle 1990’lı yıllardan sonra Tunceli’de terörün hızlı bir şekilde arttığı görülüyordu. 1993-1994-1995’li yıllarda çok sayıda öğretmen öldürülmüştü. Köy öğretmenlerinin güvenliği sağlanamamış, bir gün aniden bütün köy öğretmenleri kent merkezine çağrılmış, bütün köy okulları kapatılmıştı. O günleri ben görmedim. Ama o yıllarda Tunceli’de hayatın çekilmez hale geldiğini, bütün dengelerin alt üst olduğunu tahmin edebiliyorum. Bu dönemde zorunlu birkaç durum hariç Tunceli’ye hiç bakanlık müfettişi gelmemişti ya da gelememişti.
Göreve yeni başladığım günlerdeydi. Sekreter:
- "Müdürüm, bakanlık müfettişimiz arıyor." dedi.
- "Bağlayın." dedim.
Bakanlık müfettişimizle görüştük. Geleceği günü ve saati söyledi. Özellikle güvenlik durumunu merak ediyordu. Onları rahatlatıcı bir kaç söz söyledim. Sonuç olarak Bakanlık müfettişimize: "Aracın plakasını ve şoförün ismini vererek, Elazığ Havaalanından aldıracağımı, güvenlik önlemleri için güvenlik komutanlığından yardım alacağımı" söyledim.
Kararlaştırdığımız gibi aracı Elazığ Havaalanına gönderdim. İl jandarma alay komutanlığından güvenlik önlemleri alınması dileğinde bulundum. Bakanlık müfettişlerimiz Tunceli sınırına girdikleri an yolda tüm güvenlik önlemleri alınmıştı. Kritik noktalarda tanklar bekletilmiş, Müfettişlerimizi taşıyan aracın önünde ve arkasında güvenlik amaçlı askeri araçlar olmak üzere Tunceli kent merkezine girişleri sağlanmıştı.
Müfettişlerimiz yaklaşık bir hafta on gün kadar Tunceli’de kaldılar. Bir soruşturma için gelmişlerdi. Anladığım kadarıyla milli eğitim müdürlüğüne iş yapan müteahhitler terörün yoğun olması nedeniyle kendi kafalarına göre işleri yapmışlar, hak edişlerini hazırlamışlar ve paralarını tahsil etmişlerdi. Şimdi ise nispeten terör azalmış, ilçelere gidilebilme, inşaat işlerini kontrol edebilme imkanı doğmuştu. Ahmet Bey, iş konusunda hassastı. İşlerin gerektiği gibi yapılmadığını tespit etmiş ve müdahalede bulunmuştu. Bu müdahaleden rahatsız olanların Ahmet Beyi hedef seçtikleri anlaşılıyordu.
Soruşturma sürerken tam da o günlerde yoğun bir kar yağışı başladı. Kar kalınlığı nerdeyse bir metreye yaklaşmıştı. Milli eğitim müdürlüğü dağların eteğinde bir binada hizmet veriyordu. Oldukça dik bir yolu vardı. Kar kalınlığı arttığından dolayı arabayla milli eğitim müdürlüğüne çıkmak imkansız hale gelmişti. O nedenle milli eğitim müdürlüğüne yaya olarak çıkmak zorundaydık.
Benim doğduğum kente onlarca yıl kar yağmazdı. Onlarca yıl aradan sonra kar taneciklerini sadece havada görebilirdik. Karın beyaz bir örtü gibi tüm doğayı kapladığı nadir olarak görülen bir durumdu. Böylesi kar yağdığı durumlar tam bir şölene dönüşürdü. Herkes çılgın bir neşe içinde sağa sola koşturur, kar topu oynarlardı. Temiz yerlerden kar toplayarak, içine şeker, pekmez gibi tatlandırıcılar katarak karsambaç yapılır, iştahla yenirdi. Hatta bazı satıcılar haziran-temmuz aylarında Toros Dağları'ndan donmuş karları, kamyonlara yüklerler, kente getirip satarlardı.
Karın yağışını izlemekten müthiş bir mutluluk duymuşumdur. Pencerenin önüne oturup saatlerce kar taneciklerinin yere inişini izlemişimdir. Doğanın adım adım beyaz bir örtüye bürünüşü mutluluğumu bir kat daha artırmıştır zaman zaman. O an kar yolları mı kapatır? Buzlar boruları mı patlatır? Kalorifer petekleri mi donar? Hiç aklıma gelmemiştir. Ta ki Kütahya’da öğretmen olarak çalışmaya başlayana kadar.
Öğretmen evinin önündeki caddeyi tamamen kapatmış olan kar beni yeniden gerilere, geçmişe götürdü.
Hatay-Kırıkhan Meçco Obasındaki yıllarımı hatırladım. Meçco Obasında bir gün süre ile kar yağmıştı. Meçcolular hayvanlarını kışlı, yazlı merada beslerlerdi. Böylesi günler için hiçbir hazırlık yapmazlardı. Ataları yazın Adıyaman yaylalarına, kışın da Amik Ovası’na inmişlerdi yüzyıllarca. Amik Ovası’na inmek, kışı çıkarmak için alınan tek tedbir olmuştu. Hayvanları nasıl olsa ölmeyecek kadar otu bulabilmişlerdi buralarda mevsim kış da olsa.
Ama o yıl (sanıyorum 1982) hiç bekledikleri gibi olmamıştı. Kar yağmış ve iki gün süre ile toprakta yatmıştı. O nedenle bir günlük kar yağışı yüzünden telef olan onlarca hayvan olmuştu.
Sonraki yıllarda gerçek anlamda karla Kütahya’da tanışmıştım. Şimdiki Çavdarhisar’ın Yeşildere Köyü öğretmeniydim o yıllarda. O zamanki ilçemiz Emet’ti. Mevsim kıştı. İl Milli Eğitim Müdürünün Emet’e geleceği, saat 10.00’da toplantı yapacağı, toplantıya tüm öğretmenlerin mutlaka katılması gerektiği bildirilmişti. Çalıştığım köyde sadece bir tek otomobil ve birkaç traktör vardı. Toplantı ertesi gündü. Gökyüzünde kar bulutları dolaşıyordu. Akşamüstü otomobili olan köylüyü gördüm. Sabahleyin beni Çavdarhisar’a bırakmasını söyledim.
"Olur hocam" dedi.
O gece kaygılı yattım. Tanrı’ya kar yağdırmaması için dua ettim. Uyumuşum. Kurduğum çalar saatin sesiyle uyandığımda henüz çok erkendi. İlk yaptığım iş perdeyi aralayıp dışarıya bakmak oldu. O da ne? Korktuğum başıma gelmişti. Okulun bahçesi karla kaplıydı. Kar yağışı hafiflemişti ama devam ediyordu. Üzerimi giyindim. Doğruca otomobili olan köylünün evine gittim. Yolda benden önce yürüyen hiç kimse olmamıştı. Kar kalınlığı 30 cm’ye yaklaşmıştı. Ünlediğimde otomobil sahibi:
"Hocam, taksi bu havada yola çıkmaz." dedi.
"Traktörle gidelim öyleyse." dedim.
"Kusura bakma. Yağ ve mazot donmuştur. Traktör de çalışmaz şimdi."
Bu durumda Çavdarhisar’a yaya gitmek zorundaydım. Emet’e giden otobüs saat 07.00’de çavdarhisar’dan kalkıyordu. Henüz saat 05.00 idi. Daha önce de birkaç kez yürüyerek Çavdarhisar’a gitmiştim. Normal zamanlarda bir saat yürüyerek köyden Çavdarhisar’a ulaşabilmiştim. Henüz otobüsün kalkmasına iki saat vardı. Yaya olarak yürüsem bile otobüse yetişmem mümkündü. Vakit kaybetmeden yola koyuldum.
Gökyüzü karanlıktı ama yeryüzü aydınlıktı. Sabah ezanı okunmaya başladığında iki kilometreye yakın yol almıştım. Komşu köyün köpekleri havlıyordu. Ara sıra derelerden tilki ve çakal sesleri geliyordu. Belki de kurt sesleri geliyordu. Açıkcası kulağıma gelen seslerin tilkilere mi, çakallara mı yoksa kurtlara mı ait olduğunun ayırdımında değildim. Soğuğu içimde hissediyordum. Botum da yavaş yavaş su çekmeye başlamıştı. Çukur yerler rüzgarın etkisiyle karla dolmuştu. Buralardaki kar kalınlığı altmış santimetreyi buluyordu. Yola çıktığıma pişmandım ama artık geriye dönemezdim. Ben yoruldukça yol uzuyor, yürümem daha bir zorlaşıyordu.
Kış mevsiminde, hava koşullarını düşünmeden bu toplantıyı düzenleyenlere kahrediyordum. Acaba hangi önemli şeyi söylemek için bizi bu toplantıya çağırmışlardı. Sonunda iki saate yakın yürüyerek, tam kalkmak üzereyken Emet otobüsüne yetiştim. Otobüsün içi buz gibiydi. Karlı yolda yavaş yavaş bazen kayarak ilerlemeye başladık. Yirmi kilometre kadar ilerleyince otobüsün motoru birden durdu. "Mazot dondu" dediler. Arabanın altında ateş yakıp, ısıttılar. Şanslıymışız. Neyse ki otobüs çalıştı da yolumuza devam edebildik.
Emet’e ulaştığımızda saat 10.00 olmuştu. Doğruca toplantı salonuna gittim. Oturum yeni başlıyordu. Kendisinden sonra toplantı salonuna girdiğimi gören müdürün yüzü asıldı.
Masanın arkasında öğretmenlere bir komutan edasıyla bakıyordu. 1983’lü yıllardaydık. Henüz seçimler yapılmamıştı. Müdür: "Aramızda olumsuz tutum ve davranış içinde olanlar olduğunu, bütün bunlardan haberdar olduklarını, kimsenin canının yanmasını istemediklerini" söyledi. Sonuç olarak: "Sokaklarda bir sürü üniversite mezunu işsiz var. Ya işinizi adam gibi yaparsanız ya da kendinizi kapının önünde bulursunuz." diye tehdit etti. Saatlerce vatan, millet, bayrak edebiyatı yaptı. Kendisi tek yurtseverdi ve sanıyorum öğretmenlerin yurtseverliğinden şüphe duyuyordu. Kısaca "Ya bu deveyi güdersiniz ya bu diyardan gidersiniz."di verdiği mesajın özeti.
Sabahın erken saatinde yollara düşmüş, saatlerce kar üstünde yol yürümüş, azarlanmış, tehdit edilmiştik. Milli eğitim müdürü "sizin hiçbir öneminiz, hiçbir değeriniz yok" demişti ve ben bu acıyı yüreğimde hissediyordum. Elbette ülkemizde olumsuzluklar yaşanmıştı. Ama bütün bu olumsuzlukların temel nedeni asla öğretmenler olmadı. Daha çok mağdurları oldular. Köyüme en buruk döndüğüm gün, o talihsiz gündü.
Aradan yıllar geçti. Aslında kin güden birisi değilim. O müdürün ismini de hatırlamam. O gün aklımdan hiç çıkmadı, bir türlü unutamadım.
Bakanlık müfettişlerine:
"Yollar kapalı, daireye yaya gideceğiz." dedim.
"Olur, birlikte yürürüz." dediler.
Daireye yürüyerek gittik. Dönerken işimiz daha kolaydı. Rampa aşağı çocuklar poşetlerin üzerinde kaymışlar, yolu kayak pistine dönüştürmüşlerdi. Müfettişimizin birisi kayan çocukları görünce müfettişliğini unutuverdi. Kendisi de kaymaya başladı. Karların üzerinde yuvarlandı. Hep beraber objektiflere poz verdik.
Her neyse kar yağışının üstünden üç-dört gün geçtikten sonra bakanlık müfettişlerimizin işi bitmişti. Ben de yaklaşık üç haftadır belki de dört haftadır Tunceli’deydim. Nasıl olsa arabamız Elazığ’a kadar gidecekti. Vali Beyden Adana’ya gitmek üzere izin istedim. Bu arada İl jandarma komutanlığını arayarak yoldaki asayiş durumunu sordum. "İyi, problem yok." dediler. Bazen problem olduğu zaman seyahatimiz durum normale dönene kadar erteleniyordu. Bu iyi haberdi. "Bakanlık müfettişlerimizle birlikte sabahleyin Elazığ’a intikal edeceğimizi, güvenlik önlemi alıp alamayacaklarını" sordum. Uygunlarmış.
Sabah saat dokuz gibi şehrin girişindeki kontrol merkezinde bizi Tunceli sınırına götürecek ekiple buluştuk. Askeri araçlardan biri bizim aracın önünde, diğeri arkasında hareket ettik. Dinar Deresi kıyısında tanklar bekliyordu. Onların yanından geçtik. Önümüzdeki askeri araç Aktuluk civarında Çiçekli tarafına doğru bir tek atış gerçekleştirdi. Atış sesini duyunca birden ürperdiğimi hissettim. Niçin ateş ettiler, bu durumdan müfettişlerimiz nasıl etkilendi bilmiyorum. Yolumuza devam ettik. Akpazar yakınlarındaki tepede yine yönünü Mazgirt tarafına dönmüş tanklar bekliyordu. Her yön karla kaplıydı. Yokuş aşağı inmeye başladık. Akpazar Hasan Ali Yücel Yibo’nun bacasından koyu bir duman yükseliyordu havaya. Keban Barajı kar beyazının içinde mavi bir ışık saçıyordu gökyüzüne. Biraz sonra sınırdaydık. Sınırda bekleşen insanlar, peş peşe dizilmiş arabalar vardı.
Güvenliğimizi sağlayan araçlar görevlerini tamamlamışlardı. Artık yolumuza güvenliksiz devam etmemiz gerekiyordu. Müfettişlerimiz kendi aralarında konuşuyorlardı köprüden geçerken. Bense düşünüyordum. Neyi mi? Peri Suyu’nun bu tarafı ve öteki tarafını. Onlar Ankara’ya gideceklerdi. Bir daha gelirler miydi, bilemem? Ama ben hemen ertesi hafta tekrar Tunceli’ye dönecektim, dönmek zorundaydım.