- Kategori
- Kültür - Sanat
Batının iki yüzü
Hazreti Âdem’in oğulları oldu. Adlarını Habil ve Kabil koydular. Habil çok iyi, Kabil ise kötüydü. Habil, kardeşinden çok korkardı. Aşk ve kıskançlık sonucu Kabil, hep kardeşinin peşindeydi. Onu öldürmek için fırsat kolladı. Ve Kabil, kardeşini dağın başında uyurken taşı yüzüne bıraktığında, yeryüzüne ilk kan acımasızca dökülüp, kırmızı renkle tanışıldı.
İnsanoğlu, M.Ö. 3600 yılından günümüze kadar, Kabil’in açtığı yoldan hızla ilerleyerek 14.361 savaş çıkartmış. Bu savaşlarda, 3 milyar 640 milyona yakın insan katledilmiş ve yaklaşık 18 milyar 200 milyar litrelik kan hücresi de, yeryüzünden gökyüzüne buhar olmuştur.
Neden Savaşıyoruz?
Son yedi bin yıllık tarihimizde, her yüz yılın 87 si savaş, 13 yılı barış içinde geçtiği göz önüne alındığında, niçin savaştığımız, daha da merak konusu oluyor değil mi?
Hep söyleriz, biri beyaz diğeri siyah. Yani birisinin yemekten göbeği şişmiş, diğerinin ise yalın ayak ve kara gözlerinin altı çukur, kemikleri ise, açlıktan derisinden fırlamış, sıtmadan ise göbeği şişmiş. Yani biz buna Afrika insanı, hani eline İncil verilerek, taşı toprağı sömürülen yani şu gün bile hala kaderine terk ettirilen, yokluk, susuzluk ve açlıkla terbiye edilen Afrikalılar. Boşuna söylememişler, <ı>“ Bir ülkenin fakirliği, diğer ülkenin zenginliği” diye. Peki, bunlar nasıl oluyor derseniz, insanların geçirdiği evrime hep birlikte kısaca göz atalım.
İlk çağlardan itibaren insanoğlu, <ı>“ Hayatta Kalma” isteği ile Avcı toplumunu yarattı. Antik çağda, güç dengelerini kontrol altına almak için ekonomik alanda zengin olmayı seçti. Üretim araçlarından en fazla payı alma arzusu da ticareti geliştirdi. Üretilecek mallar için dünyada kıt olan kaynaklar aramak için keşif gerekliydi. Onun için bilim ve teknolojiyi geliştirdi. Yeni yerler keşfetmeyi denedi. Bu arada güçlü ve güçsüzler arasındaki mücadele de kendiliğinden başlamış oldu. Gücün kimde olacağı ve kontrolün nasıl sağlanacağı soruları ise, beraberinde silahlanmayı getirdi. Ticaretin yayılması ile insanlar, ekonomik kavramları öğrendi. Kapitalizm ve liberalleşme edebiyata girdi. Bu rejimin doğması ile karşı rejimlerde boş durmadı ve Komünizm ve Sosyalizm adını aldı. Rejimler, kendi fikirlerinin daima iyi olduğunu birbirlerine sataşarak ve savaşarak yaymak istediler.
Bugün olduğu gibi, medeniyetler çatışmasının da dünyaya gelecekte de önemli şekiller vereceği kaçınılmazdır. Dünya Tarihi, üstün olan uygarlığın, kendi üstünlüğünü sağlamlaştırmak için sürekli ötekilerin aranmasının tarihidir.
Peki, ötekiler kimler?
Bir tarafta G-8’ler, ( Güçlü Ülkeler) diğer tarafta üçüncü dünya ülkeleri. Yani kopuk ve kültürel yönden birbirlerinden farklı olarak sürekli çatışmaya her an hazır ülkeler. Gücü elinde bulunduran ülkelerin, ( G–8) ekonomik boyutlarını, yani küresel sermayelerini tüm dünya ülkelerine pazarlama politikalarına ne demeli? Batı ülkeleri, öteki denen ülkeleri de, kendilerine benzetme çabalarına büyük önem vermekteler. Tıpkı küresel değişime uğrayan ülkemiz gibi.
Batı, ötekilerden ne istiyor?
Şimdide, ortada daha önce olmayan “ Büyük Ortadoğu Projesi”ni hayata geçirmek istiyorlar.
Bu ne demek? Dünya haritasında değişiklikler istiyorlar. Niçin? Çünkü ellerindeki gücü kullanarak, böl, parçala ve sömürme politikası ile karlarına, yeni karlar ekleyerek daha da güçlü olmayı arzuluyorlar. Bu oluşumda, ötekilerin daha fakir olmasını sağlayacaktır. Kazanan ve ötekileşerek kaybedenleri, her zaman olduğu gibi, yine tarih belirleyecektir.
Bugünkü yazım, biraz uzun olacak ama umarım ilginizi de çekecektir. İsterseniz, Batının, 14.361 savaş içinde yaptıkları soykırımlara kısaca bir göz atalım. Bu ülkelerin yaptıkları, gelecekte yapacaklarının teminatı olarak belki bizleri bir parça olsun uyanık tutar. Ne dersiniz?
1) 1899 – 1902 yılları arasında Filipinlerde ABD’nin 124 bin askeri ile 3 yıl içinde, beş milyon nüfusun altıda birini yok ederek ayaklanmayı bastırıp, sömürüsüne devam ettiler.
2) İngiltere 1870’de sömürdüğü Hindistan’da 25 milyon insanın ölümüne neden oldu.
3) Belçika, 1908’e kadar, 10 milyon Kongoluyu işkence ederek soykırım yaptı.
4) 1944’de Stalin döneminde, 750 bin Çeçen ve İnguşların çıkartıldıkları yolculuğu 400 bin ile tamamlayabildiler.
5) 1954 – 62 yılları arasında Fransa’nın Cezayir’de 1 milyondan fazla insanı katlettiler,
6) 1946–1954 ‘de yine Fransızlar, bağımsızlık hareketlerini bastırmak için, 1 milyona yakın Vietnamlıyı öldürdü. Daha sonra, 1961–1976 yılları arasında Kimyasal silah ve gazlarla 15 yıl süren soykırımda 2, 5 milyon insanın ölmesine 5 milyon kurtulan Vietnamlıyı ise göçe zorladılar.
Daha, burada sayfalara sığmayan ve hala günümüzde de devam eden, insanların parçalanarak soykırımları devam etmektedir. Birçok sömürge ülkesi, kendine göre Soykırımı, yeni yerler keşfederek kurnazca ve sistematik bir biçimde devam ettirmekte.
Amaç?
Bütün bu soykırım, işkencelerin ardında, sömürge devletlerin kendi güç ve fikirlerini yaymak, başka ülkelerin refahlarını çalarak, kendi artı hanelerine koymalarıdır. Afrika’nın ve diğer üçüncü dünya ülkelerinin yeraltı kaynaklarını çalmadılar mı? Ortadoğu’nun petrol rezervlerine göz koymadılar mı? Sinsi planlarını hayata geçirmek için şu gün bile çabalıyorlar. Habil’ ve Kabil’i çok olan Ortadoğu’da zaten buna her an hazır konumda.
İktidarları öyle veya böyle ele geçiren güçler, iktidara gelmeden önce, halka eğitim, sağlık ve ekonomik refah vaatlerini yerine getirmesi gerekirken, sizce, onlar nelerin peşindeler? Büyük balığı yaratmak için, sürekli küçük balıkları mı yutmaya çalışıyorlar? Yoksa küçük balıkların eğitimsizlikleri ve dağınıklığı, bağımlı yaşamayı kendilerine yaşam biçimi olarak mı seçiyorlar?
Birleşmiş Milletlerde gerçek demokrasi ortamı oluşmadığı, meydan güçten yana bırakıldığı ve ABD ve onun işbirlikçisi diğer ülkelere ses çıkartılmadığı sürece, dünyada yüzyıllar öncesinde meydana gelen savaşlar, katliamlar ve işkenceler bugün olduğu gibi bundan sonrada öteki ülkelerde bütün hızıyla devam edecektir. Asıl sorun, “Bana dokunmayan yılan çok yaşasın” felsefesine kulak veren öteki ülkelerdir. Şimdiki zaman ötekilerin birlik olup, güçlerini yaymaya devam edenlere karşı acilen önlem almalarıdır.
Bağımsızlık sözde değil, ölerek elde edilir. Bunu çok iyi bilen ve dünyaya ispat eden bizler, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşlarında tüm dünyaya yiğit Mehmetçiklerimizle göstermişizdir. Bağımlı yaşamaktansa ölmeyi tercih etmişizdir. Aksini düşünmek tek kelime ile yok olmak ve köleliği kabul etmektir.
Dünyanın öteki ülkelerinde yaşayan ey insanlar, uyumayın, yoksa “ Atı alan Irak’ı çoktan geçecek” haberiniz ola… Dünyada güçler dengesi kurulmadığı sürece, açlık, karışıklık cinayet ve savaşlar bugün olduğu gibi yine devam edecektir. Ne de olsa, Kabil’in torunlarıyız değil mi? Tüm dünyayı Habil olmaya davet ederken, yazımı, Bekir Necati’nin güzel bir şiir ile noktalamak istiyorum.
AFRİKA’DA ZAMAN
<ı>Ne senin saatin,
<ı>Ne de takvimin
<ı>Uymaz bizim zamanlara!
<ı>Çok uzak kalır
<ı>Zamanın gösterdiği zamanlara
<ı>Ben kara Afrika’da
<ı>İçi boş kara bakırında,
<ı>Bir avuç pirinç,
<ı>Bir avuç su rüyası beşindeyken,
<ı>Sen, atalarımdan aldıklarınla
<ı>Karnı tok zamanların içindeyken,
<ı>Ne senin zamanların,
<ı>Ne benim zamanlarım,
<ı>Uymaz anlatmaya, ne bugünü
<ı><ı>Ne yarını, ne de gelecek zamanları!
<ı>Ve ben hala siyah!
<ı>Ve sen hala beyaz!
<ı>Senin bilmem kaçıncı yüzyılında…
<ı>
<ı>Sevgiyle kalın…
2007 - Bursa
KÖŞE YAZIM: 29
AYRANIMIZ YOK İÇMEYE…
Türkiye, dünyanın neresinde desem, birçoğumuz 36–42 kuzey paralelleri ile 26–45 doğu meridyenlerinde, Karadeniz, Ege ve Akdeniz arasında, tarihi zenginliği olan, üzerinde eski uygarlıkların yaşadığı, doğası ve turizmi ile harika bir ülke olduğunu söylersiniz. Fakat sizlere, eğitimde, ekonomide ve gelişmede dünyadaki yerimizi sorsam, şimdiden suratınızın asıldığını ve dudaklarınızın büküldüğünü, hatta kafanızı bile kaşıdığınızı görür gibiyim.
OECD ülkelerinin katıldığı 15 yaş öğrenciler arasında yapılan “ Matematik Yarışması”nda bizim çocukların yüzde 2’si dünyanın her yerinde rahatlıkla iş bulabiliyorlar. Avrupa Birliği’nin en iyileriyle de rahatlıkla savaşabiliyorlar. Ancak, yüzde
Nerden mi?
İç ve dış borçlarımızdan. Borç yiğidin kamçısı derler ama kamçıdan ülke olarak her yerimiz kızardı. İsterseniz rakamlara birlikte bir göz atalım. 2007 yılı Mart ayı itibariyle toplam iç ve dış borcumuz, Dünya Bankası ve İMF ile birlikte, 357, 7 milyar dolar. Önümüzdeki 5 yıl içerisinde 34, 7 milyar dolar anapara, 16, 4 milyar dolar faiz olmak üzere toplam 51, 1 milyar dolar dış ödeme yapacağız. Kemerleri sıkmaya devam edeceğimiz haberiniz ola.
2002 yılında 130, 2 milyar dolar olan dış borç, 2007’de 157 milyara, iç borç ise, 91, 6 milyar dolardan, 181 milyar dolara fırlamış. Yıllar geçtikçe de artırmaya çalıştığımız borçlar, ne anlama geliyor?
İnsanların en temel ihtiyaçları olan eğitim, sağlık ve fizyolojik ihtiyaçlarında azalma, yani yoklukla mücadele demek. Peki, her beş yılda bir iki katına çıkarttığımız borçlarla neler yaptık? Aldığımız borçları, üretime mi, eğitime mi, savunmaya mı yoksa işsizliği önlemek için teknoloji ve bilime mi harcadık? Geçin bunları geçin. Gelen paraları, hovardaca harcadık. Yıllardır, yatırım amacıyla alınan kredilerin dönüşü olmadı. Parayı alan kaçtı. Ne peşinden gittik. Nede denetleyebildik. Türk insanı, dünyaya gözlerini borç yükü ile açıp, borç yükü ile kapatıyor. Daha neler yapıyoruz neler.
İthalat ve ihracat dengesizliğini yaratıp, cari açıkları büyüterek büyüme hızını yavaşlattık. Cari açığı nasıl kapatmaya çalıştık dersiniz? Bilmeyecek ne var! Yurdumuzun mihenk taşı olan sanayinin önemli kuruluşlarını ABD, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, İsrail gibi para babası ülkelere satarak. Biliyorsunuz borsadaki kaynağın %72’si de yabancı sermayenin elinde. Allah korusun kızıp da paralarını borsadan bir çekseler ekonomimiz bir anda altüst oluverir!
İhracatı artırmamıza rağmen, ithalattaki yüksek artış, beraberinde yoksulluğu getirdi. Ara mal nedir bilirsiniz. Yani hazır mal. Bunların ithalatını yapmak, üretim altyapımızdaki eksikliğini iyot gibi meydana çıkardı. Çikita muzdan tutunda, en lüks tüketim maddelerini hızla ülkemize soktuk. 12 milyon 357 bin araç filomuzla, zaten dar olan sokaklarımızda direksiyonları çeviremez olduk. Cep telefonlarımızı yenileme yarışına girdik. Her ev, cep telefonu hurdalığına döndü. Bilgisayarlarımızın ekranları ve donanımlarını son model yaptık. İsveç, Finlandiya gibi ülkelerde halk,
Neyse, üzülmeyin ve moralinizi de hiç bozmayın! Dünya Kupası’nda aldığımız üçüncülükten sonra, “ Lüks Marka Düşkünlüğü Ligi” de ilk 4’e girmeyi sonunda başarabildik. Bize, dördüncülük yeter mi? Biraz daha çalışmamız gerekmez mi? Ha gayret! Okullarımızda yerli malı haftası da anlaşılan pek fayda etmiyor. Küreselleşme ve tüketim hızı öylesine hızla gidiyor ki, yetişene aşk olsun. İnsanı adeta sersemletiyor.
Üniversite sınavları yaklaştı. Birçok öğrencimiz, sınav stresi içinde geleceğine yön verme ve iş bulabilme kaygısının psikolojisine girdiler. Artık, süper zeki öğrenciler önleri kapıyor. ( Üstün zekâlı beyinleri yetiştirdikten sonra, verdiğimiz düşük ücretlerle tutamayıp yurtdışına kaçırıyoruz.) geriye kalanlar? Onlara da, Allah yardımcınız olsun demekten başka çaremiz yok. Maalesef İşsizler ordusu, onları bekliyor. Sınava girecek öğrenciler, dört seçenek üzerinde dolanıp durmaktan biraz nefes alın. Girmeye çalıştığınız üniversitelerin, bilim ve teknolojiyi tartışmak yerine önce siyaset ve ideolojiyi tartıştığını, ayrıca dünyanın en iyi 500 üniversitesi içinde isminin bile olmadığını biliyor muydunuz? Bu yazımdan sonra, “Ben üniversiteye girdiğimde ideoloji ve siyasetle uğraşmam, yalnızca araştırmacı olacağım” dediğinizi duyar gibiyim. Fakat
Hangi bütçeyle?
AR-GE’ye yani, araştırmaya ve geliştirmeye ayrılan payın Avrupa’da yüzde 2, Türkiye’de ise binde altı olduğunu biliyor musun? Tıpkı bir kitabı 6 kişinin okuduğu gibi. Yani anlayacağın, proje geliştirmede taban yaptık. Ya, NTV’deki proje üreten bilim adamlarımız olmasaydı ne yapardık? Gelişmiş ülkelerin üniversitelerini merak ettiniz mi?
Onlar, sana hazır mal satmak için teknolojiyle, dünya siyasetine ağırlığını koymak için 50 yıl sonrasının dış politikalarını üreterek, uzayın derinliklerini, bilim ve gelişmeyi yani güçlü olmayı araştırıyorlar. Bizde hala, lise düzeyinde olan üniversitelerde, kendi kendimizle savaşıp duruyoruz. Olacak eğitim zaten ilköğretim ve liselerden belli olurdu. Tabanı güçlü olan bir eğitim sistemi olsaydı, dünyadaki en iyi 500 üniversite içine çoktan girmiştik. Üzülmeyin, nasıl olsa zenginlerimizi ilk 100’e sokmadık mı?
Ha gayret!... Şu lüks tüketimdeki dördüncülük bize yakışır mı? Hep birlikte birinciliğe ne dersiniz?
“ Ayranımız yok içmeye!... “ gerisini sizler benden daha iyi biliyorsunuz…
Sevgilerimle…
<ı>
<ı>2007- Bursa