Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Ocak '08

 
Kategori
Anılar
 

Benim kağnı'larım

Benim kağnı'larım
 

Selam Sevgili dost,

Ne kadar <ı>açık ve cansın satırlarında.Tam da benim gibi düşünmüşsün. Evet, evet! <ı>''Gri iletilere' rest çekmeliyim. 'Dogri sülersin!' Açmamalıyım onları.

Google'da kağnı yok! Ama, nihayet buldum. Bunu sana söylediğimde sevinmişsin.Teşekkür ederim.

Kağnı'yı sorarsın: <ı>' N'apacan?' diye. Sevgili Sabiş’e de ısmarlamıştım kağnı.’’Bizim damda <ı>hizmet dışı bu kadarı kalmış.Yetmediyse söyle diyor. Bir sürü öküz arabaları yollamış sağ olsun. Dur sana kısa bir fragman izleteyim.Film gibi:

<ı>''Kağnılar' isimli blog yazmak istiyorum ben. Çocukluğumda bindiğim kağnılar aklıma geldi. Çocukluğumun kağnılarını. Sahi şimdi niye yoktular?. O gıcırtılı sesleriyle cayır cayır feryat dolu haykırışlarıyle gelirlerdi pazaryerine. Gıcırtısı çoğalsın diye dingillerine <ı>yoğurtlu sabun karışımı sürerlermiş meğerse. Kimin kağnısı güzel diye. Kağnının güzeli mi olurmuş! Taaa uzaklardan. Arkadaşımla ben kağnıların sesini dinlemek için dam başına çıkardık sabahın köründe.Kulaklarımız karanlıklara dikerdik. O sesleri duymak için …Pazara mal getirirlerdi.

Ben ilkokuluna yeni başlamıştım. Arkadaşım da öyle. Her hafta dam başında <ı>kağnıları gözlerdik . Cayırtılar kopmağa başladı mı, içimizi bir heyecan alırdı. Uçarak giderdik o seslere doğru. Kelebeğin ışığa yöneldiği gibi. Yüzlerce kağnı. Her birinin arasından rüzgar gibi geçerdik. Kulaklarımızdaki o sesi arardık.<ı>''Hatça' Ananın kağnısını arardık. Onunla ahbaptık aylar boyu. Sırf arabasına, kağnısına bindiriyor diye bizi, onu çok severdik. Sonra sonra onun pişirdiği '<ı>Kete' sinin tadına da varırdık. Arabasını yakalayıp, o kalabalıkta bindik mi, elimiz, yarı loştuk ta ‘’Kete’’ torbasını arardı. <ı>'Napıp durunuz <ı>uşamız.Yiyin, yiyin. Bunna sizin' derdi kadıncağız. Mis gibi tulum peynirleri çıkarırdı ‘Utanmayın, yiyin' derdi. Utanırmışız zahir! Arabanın kenarından ayaklarımızı sallaya sallaya, etrafı seyrede seyrede, kete’mizi yiye yiye, gıcırtılı sesleri dinleye dinleye pazar yerine kadar giderdik arabasıyle. Ne zevkti o!..

Bizim kağnı gibisi yoktu. Hem diğerlerinden büyüktü, hem de en güzel sesi çıkarıyordu. O gıcırtılı seslerle pazaryerine doğru yol alırken, bu yol hiç bitmesin istiyordum. Hele o çıkardığı ses…O sesle gurur duyuyordum. O arabaya her binişimde, yepyeni <ı>türküler öğreniyordum.

Şimdi burada duralım. Sen tarihi seviyorsun. Öğretmenim sen olsaydın, tarihten hiç çakmadan sınıf geçerdim. Onun için <ı>'Vakayinüvis' demişsin kendine. Sonradan öğrendik ki adın 'Gülname' imiş. <ı>Sabiş'e borçluyuz bunu. N'olur, madem sordun, <ı>'Kağnı resmini N’apacan?' diye. Bırak da anlatayım işin tarihi yönünü. Merak etme az kaldı. Okurken canın sıkılmaz.

Efendim, ateşin keşfinden sonra insanlık, tarihinin en önemli buluşlarından birini yaptı: ''Tekerlek'' MÖ.3000-2500 yıllarında araba figürlerine rastlanılmaktadır. Anadolu’da kurtuluş yıllarında mermi çeken kağnılar<ı>, milli gururumuz olmuştur, bilirsin. Sabah akşam mermi çekerlerdi cephelere.

Şimdi. Bu kağnılar yok olmağa mahkum.Kağnı denilince benim gözüm <ı>neden yaşarır, bilemem. Hatça Ana’nın kete'sini mi özlüyorum? İçi kavrulmuş unlu, altı, üstü nar gibi kızarmış yağlı ekmek. Hayır. Ama onun kağnı sesini özlüyorum. Kağnıları dizi dizi gördüm sonradan filmlerde. Başında oyalı yazmalı bir kadın, kağnısına yüklemiş mermileri, cepheye götürüyor onu. Bir köşede de çocuğu uyuyor. <ı>Çocuğun üstünde bir şey yok. Almış üstünden örtüyü, mermilerin üzerini örtmüş. Mermilere bir şey olmasın diye. Su alır, ıslanırsa, bozulursa, olur mu ya! sonra ne olur. Patlamaz!

Ya işte, böyle. Kağnıyı 'N'apcan' diyorsun bana. ‘<ı>’Merak ettim <ı>diyorsun.’’ Böyle bir yazı yazmak için arıyorum. Resimsiz blok olmaz. Yazıyı kuvvetlendirir resimler. Sen radyocusun, bilirsin.

Bizim sokağın başında bir berber var. Adamla niye limoniyiz, bilmiyorum. O da bilmez, ben de bilmem. Aynı sokağın öbür ucundaki adamda traş olurum. Bu, her geçişte saçlarımı kontrol eder uzaktan. <ı>Gizli gizli bakışlarını yakalarım hep. Konuşmayız da, selamlaşmayız da. İki yabancıyız aynı yerde.

N'oldu biliyor musun? Suya basmamak için, onun dükkanının çok yakınından geçtim evvelsi gün. Aaa! Bir de ne göreyim?! Camekanın <ı>vitrininde bir kağnı! Biz Google' dan, dostlardan kağnı resmi isterken, hakiki kağnıyı bulduk. N'apsam acaba? diye düşündüm. Bir dahaki sefere bundan traş olurum deyip, selam verip içeri girdim. Güleç karşıladı. Benim yüzüm ise, ondan güleçti. Ah, ah, ah...Bir konuşuverdim, bir konuşuverdim. 'Bu muazzam bir eser yahu!' dedim. O da: <ı>'Babam yaptı onu' dedi, gururla. Hobisiymiş. Adamı tanımadığım halde bir öğdüm, bir öğdüm. Bu eserin ibretlik olsun diye resmi çekilir valla! ‘’Hemen resimleyiverdim oracıkta. Resmi çekerken içimden: ‘’Ülen Muzaffer, bu gün konuşasın tuttu bu adamla? Şimdi bülbül kesildin?!’’ dedim <ı>'Çocukluğumun kağnısı' N’aparsın!

İşte! Büle büle derim.Çok şükür bir kağnımız var. Sorarsın bir de 'Merak ettim kağnı resmini n'apacaksın?' diye. Dogri dersin. Blog’daki kağnı yazısında kullanırım diye düşündüm. Sen de ‘<ı>Üle’ tahmin etmişsin zaten. ‘Yazı çıkınca <ı>okuruz' demişsin.

Kağnı'yı amma da uzun anlattım ha! <ı>Ne kağnıymış be!..Ama, deme öyle n'olur. O kağnının ağzı vardı, dili vardı, nefesi vardı. Cayırtılarla şafak sökerken şehre girerlerdi yüzlerce. Hiç bir kağnının sesi, bir diğerinin sesine benzemezdi. Hep bir ağızdan, iniltilere benzeyen seslerle türkülerini söylerlerdi <ı>Yozgat pazarına gelirlerken. Kağnılar ağlamaklı. Kağnılar yılgın. Kağnılar hırçın. Üzerlerindeki yükten değil, kahırlarından değil, tabiatlarından dolayı inleyen seslere sahiptiler. İnsanlar seviyor.

Yılgınlıkları, yıkılmışlıkları belki de bundandı. Kimbilir! Kimi kağnılar çok suskun, pek usluydular. Sesleri çıkmazdı pek. Kahır doluydu onlar. Şöyle bir sıksalar, sünger gibi çektikleri dertlerin, <ı>sızım sızım sularını akıtırlardı.

Tabi bunları sonradan öğrendik. Her bir kağnının sesi neden ayrıymış biliyor musun? Dingillerine sürülen o yoğurt sabun bulaşığının içine, bir başkaları başka maddeler katarlarmış. Sesi kemani olsun diye. N<ı> e akıl! Birbirlerinden gizledikleri formüllerle yoğurtlu sabunun içine bezir yağı kormuş kimileri.

Kağnı’’ dedin mi <ı>ötecek! Kağnı ötmeli. Ötmedi mi, ’’Sesi içine kaçmış demektir ki, hoş karşılanmazmış. Kağnılar arasında saygınlığın ölçüsü bu ‘’Ötüş’ müş. En iyi öten oldu mu.’’Filancanın kağnısı’’ denirmiş. ‘<ı>’Üle’’ bilinirmiş

Hala şaşarım. Arkadaşımla topraklı dam başında ufku gözlerdik. O seslerde bir <ı>sihir vardı. Esir gibi olurduk. Sus pus olurduk. Onlara doğru koşmadan önce dinlerdik derinden. Sonra bir kurulu yay gibi fırlardık. Yüzlerce kağnının aralarından yel gibi geçerdik. Kulağımızda illaki o tanıdık ses olacak!...

Hiç Foça’ya gittin mi? Gitmediysen, oradaki Siren Kayalıklarında yaşayan foklar vardır. Onların hikayesini bilirsin hiç olmazsa.Tarihçi Homeros (Ben ona hep <ı>Ömer diyesim geliyor) ‘’Siren Kayalıklar’’ ından söz eder. O’na göre Siren Kayalıklarında <ı>Odyseia , ıslığa benzeyen gizemli sesler çıkaran kayalıkların çağrılarından çok etkilenmiş. Düşün. İrili ufaklı, birer fok balığına benzeyen aşınmış, sivri kenarları olan kayalıklar. Rüzgar vurdu mu, flüt gibi <ı>nefesleniyor kayalıklar. Hani boş şişeyi flüt çalar gibi üfle bakalım. Bir ses çıkarır. Onun gibi işte.(Yanlışım varsa düzelt) Odyseia kayalıkların çağrısından çok etkilenmiş.Tayfalarının bu karşı konulamaz davetten etkilenip o sihirli seslere kanıp güverteden denize atlamalarına bir çare bulmuş. Tayfaların kulaklarını petek mumu ile <ı>mühürlemek!Yani kulaklarını mumla tıkatmış. (Valla ben de Odyseia’nın <ı>yalancısıyım)

Yanımızda gittikçe kuvvetlenen, yaylı sazların, obua’ların, kornetlerin, trombon'ların orkestra üyelerinin bir anda çaldığı ilahi bir senfoniydi o. Hiç de endişemiz yoktu. Hep o sese, <ı>hep o sese koşardık. Etrafın başka tondaki seslerini duyduğumuz halde, cayırtılarıyle yüreklerimiz titrediği halde, o sese, Hatça Kadının, Hatça Ana'nın kağnısına koşardık. O sesi iyi tanıyorduk<ı>. O ses, içimizin sesiydi. O ses bizi çağırıyordu esasında. Onsuz olamazdık. O, bizdik. Biz de o. Titreyen sesinde, gıcırtılı seslerin ilahisi bir plak gibi, tekerleklerle birlikte dönerek yankılanıyordu sabahın dinginliğinde, serinliğinde.

Belleğimde Hatça Ana diye kaldı. Yozgat’ın <ı>Saat Kulesi dibinde pazar kurulurdu. Bazı bazı arkadaşla kağnıyı taklit eder, onunla beraber şarkı söylerdik hiç durmamacasına. Hatça ana, başımızı okşar, severdi bizleri. Çıkın çıkın yiyecekleri açardı önümüze. Mısır ekmeği ile pırasa kordu önümüze. Mis gibi. Bu yolculuk hiç bitmesin istedik. Kulaklarımız, hep Hatça Ana'nın kağnısını seçti gönlümüzle birlikte.Benim ilk konservatuarımdı.

Bir gün...Yine bir hafta sonu. Fırtına gibi fırladık yerimizden.Yüzlerce kağnıların arasından geçtik yel gibi. Kervanın sonuna geldik ve nefes nefese durduk. Yoktu o ses. Durmuştu o ses. Hatça Anamız pazara gelmemiş mi ne? O kadar alışkınız ki. Birbirimizin yüzüne baktık. Bu gün gelmemişti.Yanımızdan geçerken, komşusu söyledi, başı eğik. Ölmüştü Hatça Ana. Bu gün gelmemişti ondan. İlk defa, ağladık: Birbirimize tutunarak ve de sarılarak o tozlu yollarda…

Hiç aklımıza gelmemişti böyle olacağı. O ses yoktu. Ondan önemlisi, Hatça Anamız yoktu artık. İnanamamıştık!..

Vay canına. Bir sual eyledin, blog yazar gibi yazmışım farkına varmadan. Durduk yerde bir blog yazmışız, haberim yok. Bunu kaydedeyim, bu benim bloğum olsun bari. Bir nüshasını sana, diğerini blog’a yollayayım. Blog çıkınca okurum' diyorsun ya, şimdi işler değişti. Blogdan önce oku. <ı>İlk editörüm de sen ol!

Selamlarımı, saygılarımı sunarım aziz dost. <ı>Nazım Hikmet’in şiiri ile bitireyim: ‘’ <ı>Ayın altında kağnılar gidiyordu/ Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru/ Toprak öyle bitip tükenmez/ Dağlar öyle uzakta/ Sanki <ı>gidenler hiçbir <ı>zaman/ Hiçbir menzile erişemeyecekti/ Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleri ile/ Ve onlar/ Ayın altında dönen ilk tekerlekti/ Ayın altına öküzler/ Başka ve küçük bir dünyadan gelmişler gibi/ Ufacık, kısacıktılar/ Ve pırıltılar vardı hasta kırık boynuzlarında/ Ve ayın altından akan/ Toprak/ Toprak/ Topraktı.’’

 
Toplam blog
: 1616
: 918
Kayıt tarihi
: 13.08.06
 
 

Hayatın dikenli yollarından geçmenin  sırrı, aralarından çabuk geçmektir. Ümit, naylon çorap giyd..