Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

26 Mart '07

 
Kategori
Anılar
 

Bir bilmecem var çocuklar haydi sor sor

Bir bilmecem var çocuklar haydi sor sor
 

Şimdilerde çoktan rahmetli olan ama o zamanlar seksenine merdiven dayamış anneannemi, Ankara’da yeni açılmış olan büyük bir hipermarkete götürdüğümde, market yetkilisinden kimlik karşılığı aldığım tekerlekli özürlü sandalye arabasına bindirip tüm marketi dolaştırmıştım. Marketi dolaşırken ağzından hep hayret sözcükleri dökülmüştü anneannemin: “Aklıma hayalime gelmeyen şeyler var burada. Araba lastiğinden, peynir zeytine, ayakkabıdan oyuncaklara”.

Çocukluğumuzun en büyük marketi, zamanına göre o ismi hak etmiş bir tek “Gökdelen”de vardı Ankara’da. İlk üç katı market olan Gökdelen’in, Kızılay postanesi tarafından olan başka bir girişinden, zamanına göre gerçekten göğe uzanan binanın iş yerleri bürolarına çıkılırdı. Şimdilerde göğü daha fazla delen yapılar var. Kızılay semtinde Ankara’lıların buluşma yeriydi biriyle sözleşildiğinde bu yer. Bir devlet malıydı bu gökdelen. Emekli sandığının. Kızılay’a gelen her kişi, hiçbir şey almasa da o markete bir girerdi. Serbestçe dolaşılırdı. Çocuk olan bizler, en çok yürüyen merdivenlerini severdik. Binerdik, bizi götürürdü bir aşağı, bir yukarı. Arada sırada görevliler kovalardı ama bir daha yapmamak üzere söz verdiğimizde bir şey demezlerdi. İlk yürüyen merdiven de bu marketteydi o zaman. Şimdilerde sokaklarda bile var. Anneannemin gördüğü göreceği o market zannederken, seksenine merdiven dayadığında gördüğü daha büyük olan bu yeni market, onu gerçekten şaşırtmıştı.

Üzeri ahşap görünümlü lambalı radyolar vardı bizim zamanımızda. Şehirlerarası telefon görüşmelerini postaneye yazdırırdık. Görüşme sırasında parazitler, araya karışan “Alo, Konya çık aradan” sesleri duyardık. Bir eve misafirliğe gidileceği zaman, hemen bizler o eve gönderilirdik: “Bir maniniz yoksa annemler bugün size gelecek”. Telefon her evde yoktu. Hiç yoktu desek abartmış olmayız. Annelerimiz elde çamaşır yıkarken çivit kullanırdı çamaşırları beyazlatmak için. Daha sonra merdaneli makinalar çıkınca çok rahat etmişlerdi. Tek kanallı televizyon yayınları ilk önce Ankara’da, daha sonra yavaş yavaş diğer illerde yayına başladığında linklerdeki arıza, ekranda “Necefli Maşrapa” ile duyurulurdu. Voltaj düşmesine yardımcı olur muydu bilmem ama her evde televizyonun yanında bir “Regülatör” mutlaka olurdu. “Ho ho ho hover süpürür döver her yeri temizleyen ho ho hover hover” şeklindeki elektrikli süpürge reklâmı, lambalı radyolardan televizyona transfer olmuştu. “Her genç kızın rüyası Zetina dikiş makinası”nı unutmadı bizim nesil. Ya bisküvi reklâmı? Sözleri hâla kulaklarımızda.“Bir bilmecem var çocuklar, haydi sor sor, çayda kahvaltıda yenir, acaba nedir nedir, bisküvi denince akla, tamam şimdi buldum, hemen onun adı gelir, eti eti eti”.

Henüz pijamalarla pikniğe gidildiğinde evde yapılan köfteleri, patates ve yumurta haşlamalarını yemeden önce, voleybol veya yakan top oynarken terleyen erkekler üstlerini çıkardıklarında görünen atletlerine atfen “Kıskanç bayanlar eşinize eros giydirmeyin” denirdi, o meşhur reklâma gönderme yapılarak. Bu sırada “Honki ponki torino çalına bimbo porino muşi muşi popozo kozizo, şiki şiki şayne tikitak tok” şarkısı çalardı Şenay’ın.

Evdeki eski Tommiks, Teksas çizgi romanlarımızı veya çer çöp ne varsa kapının önüne çıkarır “Şans talih kader kısmet, beş kuruş” diye niyet çektirirdik mahalleden gelip geçen herkese. Okulda teneffüs aralarında “Çamlıca gazozu” içerdik, daha Amerikan sermayesi gazlı içecekler ülkemize gelmediğinden. İnce jelâtin kâğıda sarılı dışı çikolata kaplı bisküviye “Çokomel” denirdi. Bakkal dükkânlarının içinde “Peşin veren, Veresiye veren” diye bir pano asılı dururdu. Peşin veren bakkal sahibi zengin imajını şişman bir adamla, veresiye veren bakkal sahibi ise zayıf ve yoksul bir tiple gösterilirdi. Çünkü o zamanlar her evde “Veresiye” defteri olurdu. Bakkal amca alınan şeyleri ona yazardı, aybaşında ödenirdi. Henüz kredi kartları icat edilmediğinden, bakkal ve müşteri arasında bir güven vardı, o küçük deftere güvenilirdi.

Ağlayan çocuk posteri ise her yerde asılı dururdu. Otobüslerin arkasında, evde, bakkalda, manavda. Mahalle aralarında boş arsalar çoktu, otopark yapılmamıştı henüz. Hep oralarda oynardık. Etrafına ip dolanan tahta konik oyuncağa “Topaç” denirdi. Ucundaki metale “Kabara” denir, yerde hızlı dönmesini sağlardı. Ama arada ip sıkışırsa, havadan yere döndürmek için sıkıştırılmış ipi serbest bıraktığımızda, olduğu gibi geri gelirdi. Ya kafamıza çarpardı, ya da benim gibi gözlüğü olanların gözlüğünü kırardı. Kırılan gözlük yenilenmesi gerektiğinden, akşam evde bizim de bir yerlerimiz dayaktan hasar görürdü. “Çek bırak” oyuncak arabalar daha icat edilmediğinden, telli arabalarımızı kendimiz yapardık. Plâstik ürünler icat edilmeye başlayınca, plastikten oyuncak arabalar da yapılmaya başlanmıştı. Bu arabaların tepesine uzun bir tel tutturarak ilk Murat 124 arabalarımızı da kendimiz yapmaya başlamıştık. Beş parmağımızı şemsiye şeklinde açıp, içine aldığımız dairesel tel, direksiyondu. Onu, elimizle kumanda ederdik henüz uzaktan kumanda icat edilmediğinden. Herkesin misketleri olurdu. Bazı yerlerde mile, bazı yerlerde bilya derlerdi. Çocuk için küçük bir sermayeydi misketler. Alınırdı, satılırdı 5 kuruşa, 25 kuruşa. Gazoz kapaklarının içi çamurla doldurulup ağırlaştırıldı, misket yerine oynanırdı. “Kukalı saklambaçlar”ı şimdiki çocuklar bilmezler. İpe sarılı plâstik makara oyuncağımızın adı “Yoyo” idi. İp orta parmağımıza takılır, sarılı ip yere doğru serbest bırakılınca yoyo aşağı iner, eğer ritmi iyi yakalamışsanız o hızla tekrar yukarı avucunuzun içine gelirdi. Bu oyunun biraz daha sert tipi “klik klâk”tı. 20-25 santim uzunluğunda biraz kalınca ipin iki ucunda sert plâstik iki top bağlı dururdu. İpin ortasından orta parmağımıza geçirdiğimiz “klik klâğı” aşağı yukarı ritimli bir şekilde salladığımızda, plastik toplar birbirine çarpardı bir yukarıda bir aşağıda “klik klâk” diye. Eğer ritim bozulmuşsa bileklerimiz şişerdi, elimiz acırdı sert plastik toplardan.

Ticari taksiler, henüz sarı renkte boyalı değildi. Üzerinde “Taksi” yazmazdı. Önden arkaya çepe çevre cam kenarlarında ince bir sıra halinde “Sarı siyah damalar” vardı. Her renk olabilirdi taksiler. Dış sağ dikiz aynası yerinde “Taksimetre” vardı. Dijital değildi, mekanik bir şekilde tıkır tıkır atardı. Yazlık sinemalara, elimizde “Çamlıca” gazozları ve çekirdek ile giderdik. O gün akşam gösterilecek filmleri, mahalle aralarından geçen megafonlu arabalardan öğrenirdik. O filmin afişleri de arkası açık “Skoda”larda tanıtılırdı. Henüz “bilbord” denen reklâm panoları şehrin her yerinde yoktu. Pikap denilince akla, “Skoda” markası gelirdi. Pikap denilmezdi. Hepsinin genel adı “Skoda”ydı. Arka tekerlekleri içe doğru bükük olan bu arkası açık pikap arabalar, ayakları biraz içe doğru basan ve dizden ayak uçlarına hafif bir konkavlık arzedenlere, “Skoda bacaklı” dedirtirdi. Yazlık veya kışlık sinemalarda, ne hamburger ne de patlamış mısır tezgâhları vardı. Sinema içlerinde şişe kapağı açacağını kasanın kenarına vurup “Frigo buzzz, Alaska buzz” diyenler dolaşırdı.

Bugünün tek kullanımlık enjektör iğneleri yoktu. Sağlıkçılara, “İğneci” denirdi. Büyük bir çantası olurdu iğnecilerin. İçinden çıkardığı metal ve cam karışımı enjektörleri, bir kutuda kaynatılırdı iğneci mikrobu ölsün diye. Büyük şehirlerdeki hastanelerde şimdilerde yok ama, Anadolu’nun bir çok yerindeki hastanelerde hâla en göze görünecek bir çok yere asılmış bulunan, işaret parmağını dudaklarının ortasına götürmüş “Sus” işareti yapan hemşire resimleri vardı. Şehirlerarası yolculuğa çıkacakken bilet almaya gittiğimizde rahatsız olmamak için görevliye; “Teker üstü olmasın” derdik. Otobüsler şimdiki gibi rahat değillerdi. Her kasiste, çukurda teker üstündeysek, şöyle havaya hoplar inerdik. En arkadaki koltuklar da istenmezdi, motor sesi gelirdi.

Devlet dairelerinde, bankalarda “Facit” marka kollu mekanik hesap makineleri vardı. Şak şuk, tak tuk sesleri çıkarırdı. Yanındaki kol çevrildiğinde “Cızt” sesi, ya toplama ya da sıfırlama sesinin belirtisiydi. Siyah önlük, beyaz yaka giyerdik okula giderken. “Yaka”lar plastikten olursa, boynumuzu keserdi. Kumaş olanlar tercih nedeni değildi, yıkanması, kuruması zordu, plastiğe göre ömrü kısaydı. Yokluktan, anneler çocuklarının boğazlarının kesilmesine katlanırlardı.

Okul kantinlerinde sadece “Tost” olurdu. Beslenme çantası götürürdük okula. Beslenme çantasının içinde bugünün hazır ıslak mendilleri yoktu. Küçük bir ıslak havlu veya bir kumaş mendil suyla ıslatılmış olarak bulunurdu. Sıvı sabun henüz yoktu, bir sabunluk ve içinde renkli “Kokulu sabun” bulunurdu. El sabunu, kokulu sabun diye anılırdı. Evde bu sabunlar kullanılmazdı, ama okula giderken ayıp olmasın diye biraz pahalı olan bu el sabunları konurdu. Evde, “Hacı Şakir” banyo sabunu pekâla el sabunu olarak kullanılabilirdi.

Şimdiki çocuklar “Leblebi tozunu” bilmezler. Bakkaldan aldığımız yegâne yiyecekti. Boğazımıza, genzimize, nefes borumuza kaçınca, katılırdık öksürmekten. Gözlerimiz yaşla dolardı onu yerken. Macun şekeri, emzik şekeri, şeytan şeker, meybuz o zamanın çocuklarının tek alışverişleriydi. Yapıştırıcı olarak “Uhu” ve “404” kullanırdık. Bunlar birer yapıştırıcı olmasına rağmen, markalarından dolayı, bizim kuşak bunları hâla “Uhu” veya “404” diye anar. Okullarda “Yerli Malı Haftası” kutlanırdı. Şimdi her şey küreselleşti, yerli malı ortadan kalktı. “Yerli malı Türkün malı, herkes yerli mal kullanmalı” özdeyişi beyinlerimize kazınmıştı. Müzik dersinde “mandolin”, “flüt” veya “melodika” mutlaka kullanılırdı. Bugüne kadar bizim kuşağın hepsi bu aletleri çaldığı halde, mandolin, flüt veya melodika sanatçısı niye çıkaramadık diye hep düşünürüm.

“Hatıra defteri”miz vardı. “Sepet sepet yumurta sakın beni unutma” yazmayan hatıra defteri yok gibiydi. Arkadaşlarımızın önüne koyar, bana bir şeyler yaz derdik. Mektup arkadaşlığı diye bir furya vardı. Güya yabancı dilimiz ilerleyecekti. Yabancı bir ülkenin karşı cinsi ile mektuplaşmak adettendi. Bu adreslerin bulunması da ayrı bir uğraştı. Şimdinin Harry Poitter’ı o zamanın “Kemalettin Tuğcu”suydu. Okumayan çocuk yoktu. Nike, Adidas yerine “Esem” ve “Mekap” spor ayakkabılarımız vardı. Sokakta “Tornet”e binerdik. Asıl adı otomobillerde kullanılan “Rulman” olan bu yuvarlak tekerleğe biz bilyalı derdik. Bilyalının üzerinde tahta olurdu, ona otururduk, yokuş aşağı kendimizi bırakırdık. Öyle bir ses çıkarırdı ki, yayalar dahil herkes hemen sağına soluna bakardı kendisine çarpılmasın diye. Arkada iki teker sabit, önde ise tek teker olurdu ve sağa sola oynardı, sabit değildi. Bilyalının tutturulduğu tahtanın iki ucuna ayrı ayrı birer ip bağlayıp, atlara vurulan gem gibi kontrol ederdik torneti. Fren ise, gem vazifesi gören tahtanın üzerine koyduğumuz ayağın topuk kısmının aşağıya, asfalta değdirilmesi ile olurdu. Ayakkabılar topuk kısmından eskirdi veya kopardı.

Mahalle aralarında, yumuşak bir toprak bulduğumuzda, üzerini ıslatırdık. Sert çamur haline gelen bu zeminde “Çivi” oyunu oynardık. Çamura saplarsın, bir önceki noktadan şimdi sapladığın noktaya bir çizgi çizersin. Rakibini o çizgilerin arasında sıkıştırmak, çiviyi saplayıp ona çizdirmemek amaçtı. Mahalle aralarında oynadığımız top dayanıklı olsun diye, yeni alınmış patlamamış top, bilerek ortasından yarım ay şeklinde kesilir, diğer top bunun içine geçirilirdi. Tele, çiviye değince de hemen patlamazdı. O zaman apartmanların bahçe duvarının üzerine harç daha donmamışken, cam parçaları ve çiviler konurdu. Yaramaz çocuklar, başkalarının bahçelerine kaçan topu almasınlar ve içeriye girmesinler diye. Hangi bahçenin duvarında bu engel varsa, güya çocuklar o apartmanın önünde oynamayacaklar, sakinleri rahatsız etmeyeceklerdi. Mahalle aralarında oynadığımız futbolda her zaman 3 korner 1 penaltıydı. “Uzun eşek”i şimdiki çocuklar bilmezler. Bilgisayarlar henüz evde olmadığından, “İsim-bitki-şehir-hayvan-eşya-artist-ülke” oynardık. Rahmetli Adile Naşit, çocuklara uyumadan önce masal anlatırdı televizyondan. “Uykudan Önce”yi dinleyen, izleyen her çocuk hemen erkenden yatardı. “Arı Maya”, “Atom Karınca”, “Flipper”, “Ayı Yogi”, “Calimero”, “Heidi”, “Vikingler”, “Akıllı Bıdık”, “Pembe Panter”, “Lassie”, “Beyaz Ev”, “Çarlinin Melekleri”, “Flamingo Yolu”, “Dallas”, “Shogun”, “San Fransisco Sokakları”, “Red Kit”, “Jetgiller”, “Şeker Kız Candy”, “Şirinler”, “Taş Devri”, “Temel Reis”, “Tom ve Jerry”, “Beyaz Gölge”, “Görevimiz Tehlike”, “Altı Milyon Dolarlık Adam-Mac Gyver”, “Köle İsaura”, “Kökler”, “Aşkı Memnu”, seyrettiğimiz çizgi veya dizi filmlerdi

Rahmetli anneannem, zamanında o büyük hipermarkete girince şaşmakta haklıydı. Şimdilerde, yeryüzü de büyük bir market. Biz de şaşırıyoruz.

“Bugün 26.Mart.2007 Pazartesi. Demirbank hayırlı günler diler. Demirbank”.

 
Toplam blog
: 135
: 1226
Kayıt tarihi
: 11.10.06
 
 

Ankara Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu Öğretim Üyesi. Spor Sosyolojisi, Popüler Kültü..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara