Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Şubat '09

 
Kategori
Güncel
 

Bırakıyorum!

Bırakıyorum!
 

Sevgili Beran'ın yazısını okudum bu sabah..

O da, gazetelerimizde köşeleri tutmuş büyük büyük köşe yazarlarımızın yazılarını okumuş da yazıya çökmüş..

Belliki "bir gün, bir gazetemizin, bir köşesinde" yazılar yazabilmenin şartlarından birisi, "kedi ve/veya köpek sahibi olmak"tan geçiyormuş..

Tek kedisi olmak, tek köpeği olmak da yeterli görünüyor, ama, her ikisine birden sahipseniz; "hey! hey, ki ne hey! hey!" Anchormanlik teklifi için üç vakit beklemeye bile gerek yokmuş!

Bunları ben kendi yorumum olarak, kendi algılamamın sonucu olarak yazıyorum.. Yoksa, bunları okumadım bir yerde.. Aşağıdaki açıklamalarımı okuduğunuzda bu "sav"a ne kadar inandığımı ve desteklediğimi göreceksiniz...

Şimdi gelelim konunun benimle ilgili kısmına;

Ben, herşeyden önce, "iyi bir yazar" olamam!! Nedeni, geçmişte, çocukluk günlerimde sahip olduğum "Tarzan"ımdan sonra uzun süre bir köpek sahibi olamadım..

Okuyanlarınız hatırlar; Keçiören'de bir Tarzan'ımız vardı.. O günlerde "okuma yazmayı öğrendim" Hem de okula başlamadan.. Benden altı yaş büyük ablamın ders kitaplarına vermeye başladığım zararı engellemek için elime tutuşturulan bir kalem, bir "tek ortalı çizgili defter" ve annemin yazıp, benim satır satır tekrarladığım harfler, kelimeler ve sonunda okuma-yazmaya giriş... Yaş; beş...

Daha sonra, Hisar'da ikamet ederken, evdeki "fındık farelerini" sahiplenemeyeceğim için, annem de, "fareden çok korktuğu" için, (fare gördüğünde, sandalyenin üzerine sıçrayabilme becerisini atletizmin yüksek atlama dalında değerlendirebilse idi, şimdi "ünlü bir atletin oğlu" olarak yazıyor olurdum) evimize kedi aldık..

Ancak, iki aylık minik bir yavru kedi olarak ailemize katılan "Mercan", değil "fare avlamak", annemin yer sofrasında açtığı "mantı içi"ne bile kafasını çevirmeyecek kadar aristokrat bir kedicik idi.. Rahmetli babamın iki güne bir Ulus Hal'inden aldığı "takım ciğer"in sadece "karaciğer" bölümünü, "ancak ve ancak haşlanmış ve minik doğranmış" şeklinde servis edilmesi halinde yemek sureti ile "pencere önünde ve soba arkasındaki" yaşamını sürdürdü..

O orada yaşarken, ben de ilkokul'da bir bankanın (isim vermeyelim, reklama girmesin) düzenlediği kompozisyon yarışmasına gönderdiğim "hikayem" ile "Ankara dördüncüsü" olarak, şimdi anımsayamadığım bir para ödülü kazandım... "Yazar"dım artık!!

Kedi milletinin "ev" odaklı bir "bağlılık", bir "aidiyet" hissettiğini öğrendim.. Ne zaman mı? Hisar'dan zorunlu olarak Keçiören'e taşınıyorduk.. Ablam'ın çocuğu olmuştu, annem ve tüm aile, "o güzel varlığı" kucaklamak, onunla uzun vakitler geçirebilmek için, binlerce bahaneyi ucuca ulamış, Hisar'dan, Keçiören'e yol yapmıştık..

Mercan için koca bir hasır sepet alan babam, içini yastıklar ile, döşemiş, taşınma operasyonunu köşe evin "çatı aralığında, "sokak arkadaşı kedilerle" izleyen Mercan'ı süt ve ciğer ziyafeti ile ödüllendirip, yeni yuvasına götürmeye niyet etmişti..

Oysa Mercan, önüne konulan tabağın "son ziyafet" olduğu bilinciyle, "kedi arkadaşlarının hiçbirini" yanına sokmadan, tabağını silip süpürüp -ki bizim evde "tabakta yemek bırakmak ayıptır, günahtır, arkandan ağlar!" kuralı geçerlidir, ve Mercan da bunu bilirdi-, yalanırken, rahmetli babam, kendisini yavaşca "ilk kez gördüğü ve de son kez göreceği" sepetine koymak istedi..

Bu andan sonra olanları gözünüzün önüne getirmeniz için çizgi filmlerdeki "kedi-köpek kavga sahnelerini" anımsayın, daha başka birşey söylememe gerek kalmaz!!

Babamın her iki kolu, dirsekten, tırnak diplerine kadar Mercan'ın tırmık izleri ile kanayınca, Mercan da o çok istediği "özgür dünya"sına kavuştu ve sokak kedisi kardeşlerinin yanına, çatı arasındaki "mekanlarına" kaçtı.. Hatta babamın "duygu kabı"nda oluşan iri bir çatlaktan akıp giden "kedi sevgisini" bir daha asla gelmemek üzere beraberinde götürerek..

Bu "travma" yol boyu döktüğümüz gözyaşı ile katmerlenip, "bir daha kedi sahibi olmama" kararı ile "sübuta erdi".. Bu karara olayın tek maduru babam üzülmemiştir.. Eh! Hem böylece her hafta ik kez Ulus'da elinde takım ciğer ile gezinmekten de kurtulmuştu!

Zaman geçti, biz de büyüdük tabii.. Evlendik, çocuk sahibi bile olduk.. Çocuklarım büyüyüp, "baba biz de köpek alalım mııı?" diye ısrarlı sorulara "bana ne? bana ne? alalım, alalım işte!" şeklinde aşırılıklar eklemeden -ki hiç bir zaman, hiç bir şey için yapmadılar, sağolsunlar, gurur duyuyorum kendileriyle!- bir heves, köpek aramaya başladık.. Ben de istemiştim sanırım?

"Çatık kaş" görüntüsü veren, siyah tüylerinin arasına serpiştirilmiş beyaz "akıtmaları" ile şirin mi şirin, bir "Husky" yavrusu evimizi şenlendirdi... Geceler boyu ağlayıp, annesini çağıran zavallı yavruya "daha fazla alışıp da, köşe yazarlığı mertebesine yükselmeyi beklemeden" geri iade yoluna gittik.. Veteriner ve "aksesuarları" için harcadığımız para helal olsun!!!

Bu hem bize, eşime ve bana, hem oğullarıma, hem de sabah işe giderken gözlerinin içinde kırmızı çizgiler gördüğüm, "uyuyamadıkları hiç belli olmayan(!)" üst komşularımıza inanılmaz iyi gelen bir sondu...

O birkaç gün içinde eşime bir iki şiir yazabildim mi? Anımsamıyorum, valla! Ya da yazdığım bir hikaye oldu mu? O'nu da bilmiyorum.. O zamanlar internet'te, blog yazarlığı da henüz icat edilmemişti... Yani, o Husky benim yazarlık serüvenime katkı koyamadan hayatımıza girdi ve çıktı.. Yatamadık aynı yatakta...

Gerçi yıllar sonra anlıyorum ki, yılmayıp, sebat edip, o Husky'imizi beslemeye devam edip, (farkındaysanız, adını bile hatırlayamıyorum, "silver" gibi birşeydi, galiba?) "beraber yatabilir" hale gelseydik, hem "başbakanımız bizi de muhatab alırdı, hem de kocaman bir köşe yazarı olarak" namımız yürürdü.. Şimdi, kim tanır bizi?

Bu maceradan sonraki süreçte evimize dönem dönem giren, çamaşır makinesi kutusunda ördek yavrusu, altına gazete serilmiş kafes içinde muhabbet kuşu, fanusta japon balığı, kafeste civciv, su kaplumbağası gibi canlıların benim yazarlık kariyerime hiç bir katkıları olmamıştır.. Zaten, bir yazarlık kariyerim de olmamıştır..

Şimdilerde akvaryum içinde gezinen iki frontosa cinsi balığımız var, fakat, gördüğünüz gibi bir köpek olsun, bir kedi olsun, onların verdiği "yazarlık" elektriğini veremiyorlar... Hatta baktıkça, onlardaki "balık hafızası" size de geçiyor.. Akşam yediğinizi unutur hale geliyorsunuz...

Kıssadan hisse;

Ben artık blog yazarlığını da bırakıp, köşeme çekilecek, değerli köşe yazarlarımızın köpeklerini ve/veya kedilerini gezdirmek için beni aramalarını bekleyeceğim..

Blog'um açık, bana ulaşmak isteyen kıymetli köşe yazarlarımızın, köpek ve kedilerinin fotoğraflarını yollamalarını rica ederim..

Saygılarımla..

Mütekait blogcu Celalettin

 
Toplam blog
: 22
: 1234
Kayıt tarihi
: 11.10.08
 
 

Ankara'lıyım. 2 çocuk babasıyım. Evliyim tabii ki.. Bir "Ankara aşığı" diyebilirsiniz bana. Beşiktaş..