- Kategori
- Edebiyat
Bu Beşli'nin izinde...

Öfkelimi öfkeli şairimiz Sylvia Plath-Genç yaşında "yaşama karşı ölüm deyip maalesef hayatına kıyan Nilgün Marmara-Artık giderek dünya insanları bana birer fabrika ürünü gibi görünüyor diyen ve çok da haklı olan Tezer Özlü-Sonrasında yaşama uğraşında bocalayıp duran ve maalesef hayatına kıyan bir başka isim Virginia Woolf- Ve son olarak trajik yaşamıyla beni derinden etkileyen ve sarsan isim sinema oyuncusu Frances Fermer. Bu beş kadının yeri önemlidir bende, ne gördüklerini biliyorum, hayata nasıl baktıklarını biliyorum, neler yaşadıklarını, neleri gözlemlediklerini ve tutunmakta bocalamalarının ne kadar haklı olduklarını biliyorum. Kısaca ruhen onları anlıyorum. Biz insanoğlunun bence başlı başına tek sorunu anlaşılmamaktır. Oysa ki anlaşılmak isteriz attığımız her adımın bizi dipsiz kuyulara çekeceğinide bilsek anlaşılmak ister sözlerimizi sakınmak istemeyiz... Bu beşli bence insanlık için en değerli kayıp maalesef. Oysa ki yarım kalan düşleri olan insanlara büyük bir cesaret vermeliydiler varlıklarıyla. Tek tesellim var şimdi, aslında yalnız değilmişiz. Bir zamanlar yaşamış olmanız bile kırık hüznümü bir parçada olsa tamir ediyor şimdi... Şimdi size tanımanız gereken bu değerler değeri insanlardan ve yapıtlarından kısaca arkalarında bıraktıklarından bir kaç eser, söz, gerekse hayat hikayesi sunacağım...
İşin kalbimi acıtan yanı ise kimi sevsem ecelini beklemeden canına kıymış...
Oysa ki böyle gidilmemeliydi, yaşanacak günler varken. Toprak bekleyebilirdi...
Nilgün Marmara, (d. 13 Şubat 1958 – ö. 13 Ekim 1987) Türk şair.
1958 yılında İstanbul’da doğdu. Ortaokul ve liseyi Kadıköy Maarif Koleji’nde okudu. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde lisans öğrenimi tamamladı ve Sylvia Plath üzerine incelemeler yaptı. Plath’ın yaşamı, düşünceleri, özellikle bireyin yalnızlığına ve varoluş sorununa bakışından etkiledi. Sylvia Plath sevgisi, Marmara’yı ölümde de sevdiği şairin yazgısıyla birleştirdi. 13 Ekim 1987 tarihinde, 29 yaşındayken ‘bekleme salonu’ olarak gördüğü yeryüzünü terk etmeye karar verdi ve evinin balkonundan atlayarak kendi isteği ile yaşamını sonlandırdı.
Düşle gerçek arasında gidip gelen, kırılgan bir izlekle yazdığı şiirleri çeşitli dergilerde yayımlandı. Şiirleriyle sadece kendi kuşağının şairlerini değil, Ece Ayhan gibi eski ve güçlü şairleri de etkiledi. 77-87 Yılları arasında yazdığı şiirler ‘Daktiloya Çekilmiş Şiirler’ adıyla yayımlandı; Günlükleri ve sağa sola yazdığı notlar Gülseli İnal tarafından bir araya getirilerek ‘Kırmızı Kahverengi Defter’ adıyla bir kitapta toplandı. Mezuniyet tezi Dost Körpe tarafından dilimize çevrildi ve ‘Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi’ adıyla Everest Yayınları tarafından kitaplaştırıldı.
Çeşitli dergilerde şiirleri yayımlandı. Küçük İskender, Lale Müldür, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz, Ece Ayhan, Gülseli İnal, Onur Göknil ve Serdar Aydın gibi şairleri derinden etkiledi.
Sylvia Plath sevgisi, Marmara’yı ölümde de sevdiği şairin yazgısıyla birleştirdi. 13 Ekim 1987'de henüz 29 yaşındayken “yaşama karşı ölüm” dedi ve intihar etti. Kırmızı Kahverengi Defter adıyla yayınlanan günlüğünde “hayatın neresinden dönülse kârdır” ifadesi yer almaktadır.
Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor
artık, başlıyor yeni bir ezgi,
-bu şiir -
Sendelerken yaşamım ve bilinmez
yönlerim,
Dost kalmak zorunda bana
ve sizlere!
“Azımsanamayacak kadar ölmüşüm / Azımsanamayacak denli ölüyüm… Geliyorlar bu evde doğan yeni bir ölümü görmeye; koşarak düşe kalka yuvarlanarak sürünerek… Nasıl olursa olsun; görmek için bu eski dostlarının yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin kıvılcımlarını geliyorlar. Ölüm sessizliği toz ve küf kokan evden ayrıldıktan sonra seviniyorlar canlıyız diye.”
Kış uykusundaki bir melek Zelda. ‘nasıl da düzdür ve düz bir tümcede intihar edecektir şair’.
Ve 13 Ekim 1987'de evinin balkonundan yavaş adımlarla terk edecektir bekleme salonunu. Daha 29 yaşında. ölüm egemen olmuştur. Muhteşem bir ölüm, kalan sağların kabul edemeyecekleri kadar kusursuzdur bu son.
Bir akşam vakti, yirmi dokuz yaşında; o dokunulmaz güzelliği ve ağzının kenarında ışıldayan o masum kanla kendisini boşluğa bıraktı..
“Tanıklar söylüyor, yere düşerken hiç çığlık atmamış.”
Nilgün MARMARA bu dünyaya terkedildi, mahkum edildi. ‘İçine düştüğü kara toplumda ‘süreç yok ediciydi’, anlamsızdı. ‘savruk parçalarıyla yayılan anlam ölümcüldü.’ ne o kabul edebildi ne de onlar kabul ettiler varlığını...
ÖFKELİ ŞAİR SYLVİA PLATH...
1932 de Boston’da doğdu. Doğuştan yetenekli, çok disiplinli ve çalışkan bir öğrenciydi. Smith College’indeyken başarı üstüne başarı elde ediyordu. Katılıp da kazanmadığı şiir yarışması neredeyse yoktu. Edebiyat dalında çok üretken bir yazar olmaya çalıştı. Olaylar herkesi etkilediğinden daha fazla etkiledi onu. Cambridge Üniversitesi'ne romancı Olive Higgins Prouty tarafından sağlanan burs sayesinde girdi. Burada İngiliz edebiyatı üzerinde yüksek lisansını aldı. Prouty onun sürekli dostu ve gözetmeni oldu. 1953’de ‘Mademoiselle’ dergisinin açtığı şiir yarışmasında birincilik ödülü aldı. Ödül olarak bu dergide bir ay konuk yazı işleri müdürlüğünde çalıştı. Akademik kusursuzluğu rahatsız edici boyutlara vardı. Daha iyi yazma hırsı onu yetenekleri konusunda kuşkularının artmasına neden oldu. Çalıştığı bu ortam onu zamanının ünlü yazarları ile tanıştırdı, onlarla yakınlaştı. Kendine güveni sarsıldı. İyi bir yazar olma hırsını taşıyordu. Dev isimler arasında bulunmak onlarla yarışmak gereğini duymak dehşete kapılmasına ve tüm yaşamını etkileyen çelişkilerini geliştirmesine neden oldu. Harvard üniversitesi yaz okuluna yazarlık kursuna kabul edilmemesi onu ruhsal bunalıma itti. Çeşitli elektro şok tedavilerinden sonra intihara kalkıştı. 14 Temmuz l953 yazında geçirdiği ruhsal çöküntüden önceki son günce girişi şöyle:
‘Bir öykü oku: Düşün. Yapabilirsin. Dahası, yapmalısın, uyku sırasında sürekli kaçmamalısın – ayrıntıları unutmamalısın – sorunları umursamazlık etmemelisin – kendinle dünya arasında ve bütün parlak zekalı neşeli kızlar arasında duvar çekmemelisin – : lütfen düşün – kurtul bundan. İnan, sınırlı benliğinden daha yüce yararlı bir güce: Tanrım, tanrım, tanrım: Neredesin? Seni istiyorum, ihtiyacım var: Sana ve sevgiye ve insanlığa inanmaya. Böyle kaçmamalısın. Düşünmelisin.’
Ruhsal çöküntüsüne ilişkin elektrik şokları içeren tedavisi bittikten sonra 1954’te Smith College’e geri dönüp, daha önce kendisinden başka kimseye verilmemiş özel bir başarı belgesiyle mezun oldu. Daha yürekli ve daha sevecendi. Birkaç şiir ödülü aldı. 1955’te mezuniyetinden sonra Fullbright bursu kazanarak Cambridge’deki Newriham College’e geçti. Orada genç İngiliz şair Ted Hughes ile tanıştı. 1956’da Dostoyevski’nin yapıtlarındaki ‘çift kişilik’ üzerine hazırladığı tezle mezun oldu. Bu tezdeki başarısı ile okulun bütün ilgisini üzerine toplamıştı. Edebiyat eleştirmenlerince tezinin konusu olan ‘gerçek’ ve ‘sahte’ sorunuyla ne denli boğuştuğunun göstergesi olarak yorumlandı. Sylvia ailesinin ilk çocuğudur. Babası Otto Plath, Boston üniversitesinde hayvan bilimcisi (zoology) ve Almanca öğretmenidir. Sylvia’nın doğumundan iki yıl sonra oğlan kardeşi Warren doğar. Alman göçmen Otto Plath aynı zamanda örümcek ve akrep gibi hayvanlar üzerinde makaleler ele almış, arılar hakkında da bir kitap yazmıştır. Avusturya göçmeni anne Aurelia Plath’in geniş entelektüel çevre içinde bulunması onu çocuklarının eğitimi üzerinde iddialı ve hırslı olmaya iter. Sylvia Plath’ın (Sylvia Plath: Bir biografi) hayatını kaleme alan Linda Wagner-Martın’e göre baba Otto Plath çocuklarına karşı son derece katıdır. Onlara pek zaman ayırmaz ve onlara mesafelidir. Çocuklarının tek sevgi kaynağı anneleridir. Sylvia Plath’ın kısa yaşamında annesine yazmış olduğu üç yüze yakın mektup bunun en belirgin örneğidir.
1940 yılında, Sylvia sekiz yaşındayken babasını kaybeder. Babası ihmal ettiği ve tedavi olmadığı şeker hastalığının kangrene çevirmesinden dolayı vefat etmiştir. Baba kötüye giden sağlık durumunu ailesinden saklamıştır. Bu ani ölüm karşısında anne Aurelia Plath eşinin çalıştığı Boston üniversitesinde steno ve sekreterlik dersleri vermeye başlar. Bu tarihten itibaren ailenin maddi sıkıntıları hiç bitmez. Fedakar, mükemmeliyetçi bir kadın olan annesi kızından da ‘en iyisi’ni ister. Kızından esirgediği anlayış ve empati Sylvia Plath’in ruh sağlığını gittikçe kötüleştirir. Annesinin desteğiyle okulun önde gelen öğrencilerinden olsa da, okuldaki başarısı bile altüst olan ruhsal dengesini onarmaya yetmez. 1953’te yirmi bir yaşındayken fazla dozda uyku hapı alarak ilk intihar girişiminde bulunur.
Baba imgesi en belirgin imgelerindendir. Babası ile hep sorunlar yaşamıştır. Plath, baba ile yaşadığı iletişimsizliğin izlerini l963 yılındaki intiharına dek hep içinde taşır. Bu çekişme Plath’ı manik depresif, şizofren, içine kapanık, öfkeli, bezgin ve intihara yatkın bir duruma getirir. Sylvia Plath babası ile olan bu olumsuz ilişkisini henüz o yıllarda sıcak olan Nasyonal Sosyalizm ve lll. Reich rejimi ile özdeşleştirir. ‘Babacığım’ şiirinde babasını acımasız, kan dökücü, insanlıktan uzak SS subaylarıyla özdeşleştiren şair, kendisini de masumiyeti sembolize eden toplama kampına kapatılmış Yahudi bir kıza benzetir. Bu konuda diğer bir yorum, Sylvia’nın babasına beslediği öfkenin kaynağının, babasının erken yaşta ölerek onu yalnız bırakmasına karşı babasına duyduğu sitemoldoğudur. Baba kendisi öldüğü için o da şiirinde babayı öldürecek, böylece ondan bağımsızlaşacaktır.
Yarı otobiyografik olan tek romanı Sırça Fanus’ta, 1950’lerin Amerika’sında kadın olmanın ne anlama geldiğini de sorguladı. Sırça Fanus imgesi kadını çevreleyen toplumu ifade ettiği kadar, kadının toplumun onu koyduğu yerden çıkışsızlığını da dile getirir. Fanusta yaşamaktan kurtulmak için ölmek, bu rüyadan uyanmak gerekir. Ama orada ölmek de yaşamak kadar zordur, çünkü ölmek ‘bir sanattır, her şey gibi.’ Bu romanında 1953’deki ruhsal bunalımından yola çıkarak ‘ben’ini bütünlemeye çalışan ve kendine özgü yeni bir benlik arayışı içinde olan yazarlık yeteneğine sahip genç bir kadının öyküsünü anlatır. Bu kitapta bir çıkış yapacağını ve adının tanınmış yazarlar arasında anılacağını ummuştu. Bu başarısızlık onu roman yazmaktan ürkütür. Tekrar dergilere kısa öyküler yazmayı sürdürür.
Evliliğinden iki çocuğu olur. Ancak aradığı dinginliği bir türlü kocasından bulamaz. Evlilikten beklediği koruyucu erkek imgesi yerini ev işleri ve mutfak alır. Hatta intiharını da mutfakta gerçekleştirir. Evlilikten aradığını bulamaz. Bu beraberliği yapay, dayanılması zor, karşılıksız ve sadakatsiz bir süreç olarak niteler ‘Aday’ şiirinde. Evlenmeyi düşünenlere ya da evlenmiş olanlara bir öğüt niteliği taşır şiir:
‘Çay getirecek/Baş ağrılarını geçirecek ve ne dersen yapacak/Bir el/Evlenir misin/Garantisi var’
Rakip (Sylvia Plath)
Gülümseseydi ay, sana benzerdi.
Güzel bir şeyle aynı izlenimi
Bırakırsın, fakat yok edicisin.
İkiniz de ışığın büyük ödünç alıcılarısınız.
Acılanır dünyaya onun O-ağzı; seninkiyse umursamaz.
Ve her şeyi taşa döndürmek senin ilk katkın.
Bir anıt mezara uyanıyorum; buradasın,
Tıkırdatarak parmaklarını mermer masaya, sigara arıyorsun,
Bir kadın kadar kindarsın, fakat o denli ürkek değilsin,
Ve yanıtlanamayacak bir şeyler söylemeye can atıyorsun.
Ay da hor görür tebaasını,
Fakat gündüz vakti maskaranın biridir.
Hoşnutsuzlukların, öte yandan,
Ulaşır mektup kutusuna hoş aralıklarla,
Beyaz ve yazısız, karbon monoksit gibi yayılır.
Hiç bir gün yok ki senden haber gelmesin,
Dolanıp durursun belki Afrika’da, fakat düşünürsün beni.
Sylvia Plath (1932-1963, ABD)
Sessizlik bunaltıyor beni. Sessizliğin sessizliği değil bu. Benim kendi sessizliğimdi.
Çok iyi biliyordum ki otomobiller gürültü yapıyordu. Otomobillerin ve yapıların aydınlık pencerelerinin gerisindeki insanlar da gürültü yapıyordu. Nehir de gürültü yapıyordu. Ama ben hiçbir şey duyamıyordum. Kent ışıldayarak, göz kırparak, bir afiş gibi yamyassı asılmış duruyordu penceremde. Sırça Fanus - Sylvia Plath
Katı değilim, içim boş.. Gözlerimin ardında uyuşmuş, felç olmuş bir mağara, bir cehennem kuyusu, alaycı bir hiçlik duyumsuyorum... Sylvia Plath
Efsane olmak için çok yaşamaya ve çok yazmaya gerek olmadığını kanıtladı. Sylvia Plath
Yaşamın Ucuna Yolculuk’dan, Tezer Özlü
Yaşamı...
Simav'da doğdu. Çocukluğu anne babasının görev yaptığı Simav, Ödemiş ve Gerede'de geçti. İstanbul'a on yaşındayken geldi. Avusturya Kız Lisesi'ne gitti; ancak mezun olmadı. 1961'de yurt dışına çıktı. 1962 - 1963 yıllarında otostopla Avrupa'yı gezdi. Paris'te tanıştığı tiyatrocu ve yazar Güner Sümer'le 1964 yılında evlendi. Birlikte Ankara'ya yerleştiler. Sümer'in AST'ta çalıştığı bu dönemde Özlü Almanca çevirmenlik yaptı. AST'ta 1963-64 sezonunda Sümer'in yönettiği Brendan Behan'ın Gizli Ordu oyununda oynadı.Sümer'den ayrılarak İstanbul'a yerleşti. Geçirdiği rahatsızlık nedeniyle kesintili olarak 1967 - 1972 yılları arasında İstanbul'da farklı hastanelerin psikiyatri kliniklerinde kaldı. Çocukluğundan başlayarak yaşadıklarını ve klinikte kaldığı bu dönemleri Çocukluğun Soğuk Geceleri kitabında yazdı. 1968 yılında yönetmen Erden Kıral'la evlendi. Bu evlilikten 1973'te kızı Deniz doğdu. Bir burs alarak 1981'de Berlin' e gitti. Bu arada Kıral'dan ayrıldı. Kanada'da yaşayan İsviçre asıllı sanatçı Hans Peter Marti ile tanıştı ve 1984'te Marti'yle evlenerek Zürih'e yerleşti. Göğüs kanseri nedeniyle 1986'nın 18 Şubat'ında burada öldü. Mezarı Aşiyan Mezarlığı'ndadır.
Özlü, eski eşi Erden Kıral'ın Yol filminin çekimi döneminde yaşananları anlattığı filmi Yolda'da Yelda Reynaud tarafından canlandırıldı.
Ve bana geceler yetmiyor. Günler yetmiyor. İnsan olmak yetmiyor. Sözcükler, diller yetmiyor. Bir an balkona çıkıyorum. Güneşin Berlin yapıları gerisinde nasıl batmaya uğraştığını görüyorum. İnsanlar arabalarını park ediyor. Renkli, yeni arabalarını. Park ediyorlar ya da hareket ediyorlar. Yaşlandıkça insanlarla aramdaki uçurum büyüyor. Arabalardaki, uçaklardaki, resmi dairelerdeki, otobüslerdeki, dükkânlardaki, caddelerdeki insanlarla aramdaki uçurum. Eşyalarla da öyle. Yolculuklara dönüyorum. Kentlerden sakladığım resimlere.
Yaşamın Ucuna yolculuk- Tezer Özlü
Tezer Özlü: “Aranızda dolaşmak için giyiniyorum” (Alıntılar)
Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnızca bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin medeni durum dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. istediğiniz düzeye erişmek o denli kolay ki… Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki. bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla bağdaşan hiç yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum, hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi değer verdiğiniz için. İçgüdülerimi hiç bir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiç bir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlenizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı dendim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.”
Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk
Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. evlenizle, okullarınızla, iş yerlerinizle özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. aç kalmayı dendim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz.”
Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk
“İnsanın başkalarına söylemek istedikleri kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları, okumak istedikleridir. Sevmesi sevilmeyi istediği biçimdedir.”
Tezer Özlü, Kalanlar
“Her zaman yabancı insanlar bize dostlarımızdan daha çok sunan, veren kişiler. Öyleyse yaşamımızı neden yabancılar arasında geçirmiyoruz.”
Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk
“Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. Hiçbir şey. Hiçbir korku… Aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından. Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Kentlerden geç. Sınırları aş. Gülüşlerden geç Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelere otur – artık hiçbir yerdesin.”
Tezer Özlü
“Anlatamayacağım. Bu insanlar guguk kuşu filmini de Napolyon'un yaşam öyküsü filmini de limana yanaşan beyaz bir yolcu gemisini de vitrinlerdeki yeni sonbahar giysilerini de aynı gözlerle seyredebiliyorlarsa elimden ne gelir?”
Tezer Özlü Çocukluğun Soğuk Geceleri
“Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi. Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama isteği kadar büyük. Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. Ya da sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar. Oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı. Ama sen. Senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzluğun başladığı an. Birisinin teniyle yan yana olmak, kendi varoluşumu unutmak mı. Ya da daha derin algılamak mı. Kendi varoluşum. Her varoluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu.”
Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk...
“İçimdeki kıpırdanışları dinliyorum. Bir şeylere açılmak, bir yerlere koşmak, dünyayı kavramak istiyorum. Dünyanın bize yaşatılandan, öğretilenden daha başka olduğunu seziyorum.”
Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri
“- Sana ne oldu? Sensiz yaşayamam.
- Yaşarsın. Herkes herkessiz yaşayabilir.”
Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri...
Tezer Özlü Kalanlar: “Ölmek hiç birşey değil…”
Virginia Woolf (25 Ocak 1882 – 28 Mart 1941)
Virginia Woolf – Mektuplarından
“Siz duygularınızın kölesisiniz herkes gibi. Ama size hükmeden bu duyguları tanıyamaz, ne zaman, nerede, nasıl ortaya çıkacağını bilemezsiniz. Bir aşk, bir öfke, çıldırıcı bir kıskançlık, dayanılmaz bir özlem, bazen karanlıkların içinden çıkıp sizi esir alabilir. Bazen bir başka insan için kendinizden vazgeçebilirsiniz.bazen öfkeyle kamaşır içiniz. Yitirmenin ne olduğunu biliyorum. Yaşadığımız aşklar hayatımızı değiştiriyor. Yapılan hatalarda değişen hayatı bir kez daha değiştiriyor. Savruluyoruz… hayata ne ile başlarsan başla elinde çok az şey kalıyor. Gurur ve aptallık. Kaç kez yaşadığımız anın değerini bilmediğimiz için geleceği reddetmişizdir, kaç kez kıymetini anlayamadığımız bir anda yaşadığımızdan çok parlak olabilecek bir geleceği elimizden kaçırmışız.
Hayata neyle başlarsan başla elinde çok az şey kalıyor. Gurur ve aptallık. halbuki her şeyi istemiştik di mi..?”
“Virginia Woolf’un son mektubu”
1941 Mart’ının bir akşamında, yazar Virginia Woolf eve sırılsıklam gelir ve intihara teşebbüs eder. Fakat başarısız olur. Ne ki, birkaç gün sonra intiharı tekrar deneyecek olan yazar, bu kez başaracaktır. Ruh sıkıntılarından kaçmak için ölümü seçen Woolf’un cesedi Ouse Nehri’nde bulunur; yazarın ceketinin cepleri ağır taşlarla doludur…
Woolf’un bu yürek parçalayan son mektubunu, öldüğü gün eşi Leonard bulur:
“Salı
En sevdiğim,
Yine delirecekmişim; bu korkunç günleri atlatamayacakmışız gibi hissediyorum. Ve sanki giden zamanı geri çeviremeyeceğim. Sesler duymaya başlıyorum ve konsantre olamıyorum. Bu yüzden yapmam gereken şeyi yapıyorum.
Bana verebileceğin en büyük mutluluğu verdin. Kimsenin yapamayacağı şeyleri yaptın. İki insanın birlikte daha mutlu olabileceğini sanmıyorum. Ben artık savaşamayacağım. Biliyorum, senin hayatını mahvediyorum, bensiz daha mutlu olacaksın. Görüyorsun bu mektubu bile doğru düzgün yazamıyorum. Okuyamıyorum. Hayatımdaki bütün mutluluğu sana borçlu olduğumu söylemek isterim. Bana karşı inanılmaz sabırlısın ve iyisin.
Şunu söylemek istiyorum -aslında bunu herkes biliyor- eğer biri beni bu durumdan kurtarabilecek olsa bu sen olurdun. Her şey beni terk edip gitti ama senin iyiliğin hep benimle kaldı. Artık senin hayatını mahvetmeyeceğim. Kimse, seninle mutlu olduğumuz kadar mutlu olamazdı.
V.”
Başkalarının gözleri bizim zindanlarımız; başkalarının düşünceleri bizim kafesimiz. Virginia Woolf
Neden sürekli içinden gelmeyen bir şeyi hissetmeye çalışıyordu? Bu da bir çeşit kafirlikti... Virginia Woolf
Herkes kendi geçmişini, kalbiyle bildiği bir kitabın sayfaları gibi kapalı tutar ve dostlar sadece onun başlığını okuyabilir. Virginia Woolf
VE SON OLARAK
Unutulmaması Gereken İnsanlar Köşesinde-FRANCES FARMER...
Beni Trajik Yaşam Hikayesiyle Etkileyen Kadın... Rastgele Hollywoodla alakalı bir araştırma yaparken önce resmine bakakaldım sonra trajik yaşam öyküsüyle yıkıldım kaldım-Karşımda gördüğüm kadın hayata karşı ne kadar cesur ve farkındalık sahibi de olsa tutunamayan ve hayatın ellerinde adeta yenilip yutulan bir türden, çok daha fazlasını yaptım araştırmamın karşıma ilginç sonuçlarda çıktı örneğin akıl hastanesine yatırıldığında ilk lobotomi uygulanan insan olduğunu öğrendim hayat hikayesini birazdan ekleyeceğim demek istediğim eminim sizde benim kadar etkileneceksinizdir. Bir insanın sadece insan olmasıyla ilgileniyorum ben ateist olması ya da azılı bir anarşist olması beni ilgilendirmez... Gelelim Frances Farmer'in Kim olduğuna!!!
Bu arada arıyıp da fakat bir türlü bulamadığım başrollerini Jessica Lange'nin oynadığı Frances Filmini izlemeyi çok İstiyorum...
Frances Farmer, büyük bir Hollywood “yıldızı”. Ama onu fazla tanıyan yok. Neden mi? Çünkü Amerikan rüyası için bir anti kahraman Farmer. Hızla bulaşan ve tedavisi olmayan şöhret hastalığının da panzehiri. Ezberleri bozduğu, Marksist görüşe tutkuyla inandığı ve kadın haklarını savunduğu için gizli servisin bile takibe aldığı Farmer, dinsel riyaya başkaldırının da en önemli isimlerinden. Onun öyküsü bir başarı hikâyesi değil, sonu da hiç umduğunuz gibi bitmiyor. Tüm bunlara inat yaşanılası ve sahici. Farmer’ın çarpıcı ve etkileyici macerasında en önemli noktalardan biri; henüz 17 yaşında yazdığı “God Dies” isimli yazı, aldığı ödül ve sonrasında ona gelen tepkiler. Genç yaşta “Tanrı’nın öldüğünü” yazması, yeni gelişmekte olan Amerika’nın 1940’lı yıllardaki zihniyetine epey ağır gelmişti. Yerel gazeteler bu bıçkın genç kızın aldığı ödülü “Tanrı’nın öldüğünden söz eden küçük kıza ödül verdiler” diye duyurmuşlardı. Aslında günümüz Türkiyesi için ne kadar tanıdık ve olası bir başlık bu, değil mi? Zihniyet aynı zihniyet... Tabii fark aradaki 70 yıl! Aslında Farmer’ın, “God Dies”ında Tanrı’nın tüm insanlara eşit davranamayacağı düşüncesi vardı. Kimi zaman, belki de çoğu zaman biz de öyle düşünmez miyiz? Farmer başkaldırının simgesi. Önce annesine başkaldırdı, sonra düzene, sisteme diklendi. Tanrı’ya inanmadığını söylemesi, 1 Mayıs gösterilerinde en önde boy göstermesi, Marksist ve feminist olmasının bedelini epey ağır ödedi, o yüzden onu tanıyanlar çok az. Ama yine bu sebepten gerçek bir “yıldız” Farmer, neon ışıklarıyla parlatılmayan, ışığı kendinden olan. Şimdi de trajik, acıya rağmen yine de umutlu yaşam öyküsünden kağıda düşenler...
Nirvana’nın efsane solisti Kurt Cobain, intihara doğru yol alırken Farmer’a, “Frances Farmer Will Get Her Revenge From Seattle” isimli şarkısında bir gönderme yapmıştı; “Ateş olarak geri dönecek, bütün yalancıları yakmak için...” Evet, kaybedenler birbirlerini tanır. Cobain, kızına da Frances ismini vermişti. Hem Frances Farmer da Seattle doğumluydu. 1914 yılında orta sınıftan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Annesi tanınmış bir yerel “anarşistti”. İsmi Anne Lillian Farmer’dı. “Neyin, Neden Olduğunu Bilmek İsteyen Anneler” isimli bir dernek yönetiyordu. Şehirdeki tüm işçi eylemleri, protestolarda bu kadın vardı. Frances’in başka bir yolda gitmesi mümkün müydü? Elbette değildi. Lilian Farmer gibi kızı da feminizmle yoğruldu. Anne’nın kızı Hollywood’un ilk feminist kadın yıldızlarından biri olacaktı ama belli ki ikisi de buna hazır değildi. Frances 21 yaşındayken Sovyetler Birliği’ne gitmek istedi. İsteği, şansıyla buluştu ve solcu gazetelerden birinden Sovyetler’e gitme “promosyonu” kazandı. Annesi bunu istemedi. Ne kadar solcu da olsa “anne, annedir” diyebilirsiniz. Sanırım şartlar durumlara göre değişiyor. Ama Frances ilk başkaldırısını annesine yaptı ve gitti. Döndüğünde ise ne o ne de annesi eski tanıdıklarıydı. Her nasılsa Hollywood’a karıştı ya da Hollywood ona bulaştı. Bu isteksiz yıldız “Too Many Parents” isimli filmin deneme çekimlerine gitti. Umudu yoktu, gitmişti yalnızca ama orada başrolü aldığında rüzgârın da yönü değişmişti. Bu tekinsiz rüzgâr onu sona sürükleyecekti ama bilmiyordu. Amerikan rüyası kirli hazinesini ona sundu. Farmer ise bu lanetli hazineyi mağdur kadınlara ve derneklere bağışladı uzun yıllar. Hızla yükseldikçe sadeleşiyor, sıradanlığa ve doğallığa yaslıyordu hayatını. Hatta bir söyleşisinde, “Mayoyla fotoğraf çektirmemi istediler. Ben de mayolu fotoğrafımın oyunculuğumu kanıtlamayacağını bildiğim için böyle bir şey yapmadım” demişti. Tokat gibi bir cümle, değil mi? Patronların bacak aralarıyla yönettiği tüm sistemlerin çarkına bir çomaktı bu. Tabii işte bu yüzden Farmer’ın başının hemen ezilmesi gerekiyordu. Frances Farmer, 22 yaşında oyuncu Glenn Erikson’la evlendi. Hollywood için artık o bir külkedisiydi.
‘Tanrı için ben yokum'
Broadway’de sahnelenen “Golden Boy”daki performansı bu anarşist kadına karşı olanların bile takdirini toplamıştı. Bu yüzden artık daha “tehlikeliydi”. Çünkü karşıtları bile onu sevmeye başlamıştı. Şov dünyası için bu fazlaydı. Çünkü Farmer tüm bu oyunculuk serüveni sırasında 1 Mayıslarda meydanlardaydı. Kadın sığınma evleri için çalışıyordu. Film şirketi de bu “insani” durumdan rahatsız olmuştu. Marilyn Monroe istiyorlardı belli ki onlar ama Farmer o değildi. Zaten Monroe da ona göre üretildi! Farmer’ın lüksten ve abartıdan yoksun olması bile bir eleştiri nedeniydi. Hatta makyaj yapmaması ve rahat giyinişi bile film şirketini kızdırıyordu. Amerikan sineması, içinde büyüyen bu anarşist tohumdan kurtulmak istiyordu ve tek tek kapılarını Farmer’a kapattı. Tiyatroya tutundu ama o da ellerinden kaydı. Artık düğmeye basılmış ve oyun başlamıştı. Şimdi hücum sırası diğer tarafa geçmişti ve yıkım ağır geldi. Farmer 1942’de alkollü araba kullanmaktan tutuklandı. Soluğu mahkemede aldı; “sizin hiç kalbiniz kırılmadı mı?” diye bağırdı mahkemede. Tabii 18 aya mahkûm oldu. Kefaletle şartlı tahliye verildi ama isyanı bitmemişti, saldırganlaştı ve tahliye şartı kalktı. Büyük tepkilere rağmen hapse gönderildi. İyice batarken manik depresif psikoz tanısı kondu. Tabii bu isyankâr kıza diğer Hollywood yıldızlarına gösterilen şefkat gösterilmedi. Adalet ilk kez bu kadar iyi işlemişti. En sonunda bir “deli” olarak hüküm giydi. Akli dengesinin yerinde olmadığı sonucuna varıldı. Evet, bir sorunu vardı, dünyayla ve sistemleydi bu. Beyinsiz insanların dünyayı ve ülkeleri yönettiği günümüzde deli olmaktan başka çare de yoktu. Daha sonraları yatırıldığı hastanede elektro şok ve Lobotomy tedavisine maruz kaldı. Bunlar söylendiğine göre çok ağır ve kullanılmayan tedavilermiş döneme göre. Zaten ailesi de daha sonra bunlardan haberdar olmadığını söyleyecekti. Ona uygulanan pek çok tedavi sonradan inkâr ve örtbas edildi. Hatta kaldığı hastanelerden birinin yakınındaki askeri üste kalan askerlerin tecavüzüne uğradığı da bunlardan biri. Frances Farmer 1970’te, Ağustos’un ilk günü, gırtlak kanserinden öldü. Aslında bir cinayete kurban gitmişti, Amerikan toplumu ve medyası öldürmüştü onu. Şehrin çeperlerinde bir evde, kedi ve köpekleriyle sefalet içindeydi. Evcil hayvanlarıyla şehirli “hayvanlardan” uzakta yalnız öldü. Hayatını anlatan film 1982 yılında “Frances” adıyla çekildi ve onu canlandıran Jessica Lange’a bir Oscar ödülü adaylığı kazandırdı. Sonra da unutuldu gitti. 17 yaşında yazdığı “God Dies”da dediği çıkmıştı; “benim için bir Tanrı var ama Tanrı için ben hiç yoktum”.
Nitekim ben Frances Fermer hakkında daha önce de paylaşıda bulunmuştum...