Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Temmuz '22

 
Kategori
Öykü
 

Domates

Sardunyaların bahardan açmış kırmızı çiçeklerinin solduğu, havanın sıcaklığının artık sevimliliğini kaybettiği bir Temmuz sabahı isteksizce uyandı İdris. Karnesi idare ederdi. İki haftalık tatilinin ardından orta okullu omuzlarını önüne katıp babasının peşi sıra dükkana yürüyordu. Zaten ne o sıska bacaklı Hasan’ın zorbalıklarını, ne de kendisi yerine o kürdan bacaklıya pas veren Ayşe’yi özleyecekti. Erken kalkması olmasa babasına yardım etmek daha keyifli olabilirdi. Şimdilik, ilk sabahın ne getireceğini düşünerek, sessiz ve heyecansız, küçük hacimli babasının peşinde toprak yolda yürüyordu.

Büyük adamların vücutlarını ne zaman görse kendine şaşırır, babasına bakar, onun da daha büyüyecek yeri var sanırdı. Bir keresinde bir cesaret “Baba, ben ne zaman bu kadar büyüyeceğim?” diye soruvermişti. Babası soruyu saçma bulup kelimesiz bir gülümsemeyle yetinmişti. Halbuki haklı bir soruydu ve hiçbir zaman “o kadar” da büyük olmayacaktı. Koca bir ömür ne boyu 1.70’i, ne de kilosu 65’i geçebilecekti.

Sarıgerme, her yaz olduğu gibi kahverengiydi. Yollar topraklı, kozalaklar ballı, denizin kumu sonsuz… Ayakkabıcıda tamir edilmeyi bekleyen ayakkabıların çoğu da babasının bol pantolonu gibi kahverengiydi. Ev ile dükkan arası mesafe kendi adımlarıyla on dakika sürdü. Babası ara ara ardında kalan oğluna bakıyor, küçük adımlarına tam laf edecekken ilk günden şevkini kırmamaya karar veriyordu.

İdris o yaz her dükkana geldiğinde, evde suratını asıp oturan, gerekmedikçe konuşmayan ve tüm akşam televizyona sahiplik eden bu özelliksiz adamın burada yarattığı dünyaya şaştı. Sebze meyveler kasalara dikkatle dizilmiş, televizyonun altındaki plastik taburenin çatlamış bacağı özenle bantlanmış, şampuanlar markalarına göre sıralanmış, kağıt paralar değerlerine göre kasada asker gibi hizaya gelmişti. “Hadi.” dedi babası ilk gün, kullandığı ilk kelimenin hemen ardından gırtlağını temizleyerek, “Domatesleri otele bırakacağız.”

Çıkarken kapıdaki camın üstündeki yazıyı gördü İdris. “Gittim, 10 dakikaya geliyorum.” Altında telefon numarası yazılmış, ama son rakam kağıda sığmamıştı. Önce üste bir 8 yazılmış, ama 38 yerine 83 olarak anlaşılabilir diye iki rakam da sonradan silinmiş, alta 38 yazılmış… Yine baba önde, İdris arkada, bu defa denize yaklaşarak, butik otel yaşladıkça kahverengiye karışan yeşilin artacağı yola koyuldular. Bir ara bir böcek korosunun sesi geldi. Hiç gitmediği havaalanı yapıldığından beri oteller ardı ardına açılmıştı. İki elinde üçer kilo domatesle babasının peşinden giden İdris, her gün iki posta bu yolu alacağından habersiz ilk ter damlasını döktü.

Oteldeki bekçiye selam veren babasının ardında, sabah kahvaltısı öncesi havuza giren birkaç yaşlı çifti gören İdris, sonraki gün akşam yemeği öncesi oraya yine gittiğinde burada nice Ayşe’nin olduğunu görecek, öte yandan Jasmin ya da Katya’ların varlığından habersiz olacaktı. Hatta menüde “Hemingway’in favorisi” diye pazarlanan beyaz romlu Daiquri’nin tadına hiçbir zaman bakamayacaktı. Hayatında birçok hüzün, eksikliklerine yarenlik edecek, daha nice yokluğun farkında bile olmayacaktı. Ki farkındasızlık çok da kötü bir şey değildi…

Babası ilk günün merhametinden İdris’e tavuk döner ısmarladı. Kendi dolabından yanına bir de ayran açtı. Oğlunun büyümekte olmasından hoşnut, bu kasabadan kendini nasıl kurtarır, kurtardığı yerde mutlu olur mu sorularından muzdarip, yıllardır uğraştıktan sonra eşi hamile kalmayınca artık ikinci çocuktan umudu kesmiş bir halde tek oğlunun çelimsiz kollarına baktı. Ne uzalıp ne kısaldığı bu dükkan yıllardır onun ikinci evi olmuştu. Halinden memnundu. Sadece taşranın verdiği heyecansızlığın, aynı günlerin birbirini tekrarlamasının verdiği enerjisizliğe sahipti. Az konuşması ondandı. Kötü biri değildi, ama bu faydalı, iyi biri olduğu anlamına da gelmiyordu.

Tavuğu yiyen İdris’in enerjisi yerine geldi, dükkanın tozlu demirli vantilatörünün önünde bu yazı devirebileceğini düşünürken babasının telefonu çaldı. Arayan, alzaymırının zirvesindeki Nezihe Teyze idi. Babası nedense telefondan hoşnutsuz, İdris evi bulamayacak diye yine önde, İdris yine ortaokullu küçük ayaklarıyla arkada, bu defa denizin zıddı yönde yola koyuldular.

Babanın elinde iki kiloluk salatalık poşeti, İdris’de dereotu, pilavlık bulgur ve margarinle taştan eve vardıklarında Nezihe Teyze kapıdaydı. İdris, kadının yıllanmış tahta kapısından çok alnının kenarındaki kahverengi bene takıldı. Elindekileri uzattı. Babası da uzatınca ince sesli bir itiraz geldi, salatalık falan istememişti, o da nereden çıkmıştı.

Dönüşte İdris, öndeki babasının kelimelere dökemediği homurtularla eli boş, bu defa ondan çok kopmamaya çalıştığı için hızlı adımlarla çam kokuları arasında yürüdü. Böcek korusunun sesi arkada kaldıktan sonra bir ara önce bir çıtırtı sesi geldi, sonra küçük babasının nefesi kesildi, adam yere kapaklanırken debelendikçe büyüdü, büyüdü ama göt üstü oturmaktan kaçınamadı. İdris, “Sıçıcam alzaymırına!” diye bağıran babasının yerden kalkmasına bakmaya utanarak dört yana dağılan salatalıkları toplamaya başladı. İki kiloya yaklaştığını hissetmişçesine aramayı kesti, yola devam ettiler. Tesadüf bu ya, biraz ilerde yerde bir salatalık çıktı karşılarına. İkisi de aynı şeyi düşünseler de yerden almaya tenezzül etmediler.

O yaz, haftanın yedi günü aşağı yukarı, bir sahile, bir kasabanın içlerine, böyle hikayelerle geçti İdris için. Babasıyla nadiren konuştu. Aslında babası onunla nadiren konuştu. Konuşmak belli bir yaştan sonra çocuktan beklenmemeliydi. Bir çocuğu en çok babası susturabilirdi. Yaptıklarıyla, yapmadıklarıyla…

O yazdan İdris’in aklında en çok kalacak şey, otelde gördüğü, kendisine nedensiz bir gülümseme bırakan Rus kızı Ulyana oldu. Ne kızın adını öğrenebildi, ne de anlamının “genç” demek olduğunu. Sonraki iki gün her gittiğinde onu bir daha görebilmek için gözleri fıldır fıldır her yeri arasa da tek bulabildiği restorandaki garsonun yargılar bakışları oldu. Öyle ki sonradan kendini bu sarı saçlı, yanakları bildiğin pembe kızın gerçek olmadığına inandırdı. Askerden dönüp Ayşe ile evlendirildiklerinde bile zihninde Ulyana diye gerçek dışı bir kız vardı.

Önce Nezihe Teyze’nin ölüm haberi geldi. İki göz oda, tahta kapılı eski evine talip olan çıkmadı dediler. Sonra bir sabah babası, yine iki elinde üçer kilo domates ile bu defa başka bir butik otelin yolunu tutmuşken hık dedi, yere düştü. Domatesler dört bir yana dağılırken otele yeni giren evli bir çift karşılama içeceği olarak verilen vişne suyu yudumluyordu. Son domates de yerde kendine uygun bir yer seçip durduğunda bir Alman karı koca, üçer kilo aldıkları bir her şey dahil otelden “check out” yapıyordu. Eşi hamile bir erkek çocuğu kendine Pina Colada’sını sipariş etmiş, elinde eşine götüreceği ılık suyu taşıyarak beklemekteydi. O esnada, hiçbir oteldeki hiçbir kimse, domateslere dair bir şey düşünmüyordu. Babanın kalbi, bir dakika önce ya da sonra dükkandan çıksa, domates değil salatalık taşısa, mesela o esnada aklından başka bir şey geçirse, ya da dükkanda unuttuğu telefonunu almaya dönse duracak mıydı? Bilinemedi.

İdris, haberi İstanbul’da garsonluk yaptığı kebapçıda aldı. Aklına ilk, yıllar önce babasının yerden kalkarken alzaymır’a küfredişi geldi. Bir de babasının güzel el yazısıyla sona eklediği 38. Aynı numara, unutulmuş telefonda, aranmış çalmaktaydı. Kim, neden aramıştı? 10 dakika geçmişti de mi aramıştı? Bilinemedi…

 
Toplam blog
: 53
: 1499
Kayıt tarihi
: 17.10.08
 
 

*Liberal muhafazakar, oldukça postmodernist ve meritokrat bir gezgin  *Kuleli - Galatasaray - Boğ..