- Kategori
- İstanbul
Elin Gavuru Camilerimizi Ayakta Tutuyor!(İstanbul Kazan Ben Kepçe-2)

Ey benim kara şemsiyem, başımın üstünde yerin var. İpek mendil değilsin; ama yine de yanımda gezdireyim. Bana sen lazımsın. İstanbul kazan ben kepçe ve bir de kara şemsiyem...
Kardeşim Fatih’le İstanbul’u gezmek büyük avantaj. Adam İstanbul’un dibini köşesini, yetmiş yedi tepesini bir rehber kıvamında biliyor. Analar ne yiğitler doğururmuş böyle… Üniversite hayatı ve sonrası toplam 7 yıl İstanbul’da bulunmuş. Eğitim danışmanlığı için de 4 yıl İngiltere ve İskoçya hayatı… Ne talih be!... Yaratan “Yürü ya kulum!” demiş bizimkine.. Halbuki benim elimde büyümüştü!! Öhö…öhö..
Ne adam benim kardeşim! Tutturdu “Benim adım Fatih’se İstanbul’u gezmeye başlayalım Fatih’ten!..” Ne mümkün sesim çıksın… “Tamam kardeşim, sen işin duygusal tarafını düşünme ve bana şu İstanbul’u bir kez daha fethettir, Erzurum’a ben de Fatih edasıyla döneyim…”
Ne gaz ama… Kim tutar seni Fatih! Hemen Fatih’ten çıktık yola… Geze geze Süleymaniye Kütüphanesine ve camisine vardık. Bu arada bizimki İstanbul Üniversitesi mezunu olduğu için cadde sokak hatıralarını anlatıyor…Neyse hatıra çok…
Süleymaniye Camisi’nin iç avlusunda kapı önünde şemsiye satan garibim, önümüzdeki turistleri görünce:
- Abi, Umbrella!.. Umbrella!.
Tabi “ladies and centilmens”in dikkatlerini çekmeyi başarıyor. Bende de bayram muzipliği var:
-Ne o, Sinderella mı? (Bizimki kaptırmış kendini)
- No, no!.. Umbrella abi umbrella! Yani şemsiyeJ
Kardeşimle ben koptuk…
-Kaç para?
-10 milyon, abi..
-Çok diyorsun, İstanbul’un yağmuruna, rüzgârına kaç saat dayanır ki?..
-Abi Çin malı değil. Nah şu yerde kırılmış şemsiyelerden değil.(Yerdeki şemsiyeye baktım ve güldüm.)
- Valla temizinden bir 5 veririm. Hem biz ecnebi değiliz.
-Yok abi, kurtarmaz!.
-Sen bilirsin…
Caminin çıkışında pala bıyıklı bir kardeş, yardım sandığına abanmış:
-“Donation for Mosque restoration, please! “gibi sözlerle bahşiş topluyor. Tabii İstanbul Fatihi kardeşim hemen anlıyor ve “Abi bu adamın İngilizcesi benimkinden de iyi!” diyor.
-Ya hemşehrim, bizim camiler, gavur parasıyla mı ayakta duracak, boşverin bu işleri!
-Sorma abi, bizim maaşı da onlar veriyor!
-Hıı!?
-8 personelden 3’e düştük, yine geçinemiyoruz abi. Vakıf dükkanları kiralarını vermiyor. Buradan aldığımız parayla hem biz hem camimiz geçiniyor. (Artık az önceki muzipliğimden eser kalmamış, gazeteci kimliğime bürünmüştüm.)
-Vay be!.. İstanbul’un yarısı vakıf dükkânıyken düştüğümüz acziyete bak, derken turistlerin bizi izlediğini fark ettim. Ve bahşiş atan turist sayısı arttı… (Acaba turistler dilimizden anlıyor muydu?)
- Abi ayağınız uğurlu geldi, biraz daha burada kalın! (Ecnebiden bayram harçlığı ha!.. Utandım, kızardım ve oradan uzaklaştım..)
Çıkışta Süleymaniye Kütüphanesi’nin önündeki esnaftan 5 ytl’ye bir siyah şemsiye aldım. Bir şemsiyeme baktım bir havaya…
-Hey gözünü sevdiğim kapkara şemsiyem! Sen şu karabulutlardan daha karasın. Şunlara bir gün dayan, seni hep elimde, (pardon) hem elimde hem başımda taşıyayım. Sana İstanbul’u gezdireyim!
Ve uzun bir gezintiden sonra, zavallı kara şemsiyem, Galata Kulesi'nin rüzgârına aşık oldu ve kendini feda etti!