Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Temmuz '08

 
Kategori
Futbol
 

Euro 2008'de Travmacılar

Euro 2008'de Travmacılar
 

2008 Avrupa Futbol Şampiyonası’ında (Euro 2008) Almanya’yı 1-0 yenen ve Barnebau stadyumu için “bana yüz elli bin kişilik bir uyku tulumu yapın” diyen bir zamanların diktatörü Franco’nun İspanya’sı şampiyon oldu.

Biz ise Euro 2008’de ilk maçımızı Portekiz ile oynadık. 2-0 yenildik. Ardından ev sahibi İsviçre’yi 2-1 yendik. Daha sonra Çek Cumhuriyeti’ni 3-2 ve Hırvatistan’ı uzatmaların son saniyelerinde attığımız golle beraberliği yakaladıktan sonra penaltılarla 4-2 yendik. Tarihimizde ilk defa yarı finale yükseldik. En son maçımızı ise 90. dakikada yediğimiz golle Almanya’ya karşı 3-2 kaybettik ve elendik. Bizim Almanya maçına kadar yaptıklarımızı bu sefer Almanlar bize karşı yapmışlardı. Yani yabancı basın’ın “Türk usulü galibiyetler” adını verdiği “son saniye” golünü bu sefer biz yemiştik. Final yüzü göremedik. Ama ulusal futbol takımımız Euro 2008’de kendisinden çok söz ettirdi. Euro 2008’de hiçbir zaman gollerin dakikaları anımsanmayacak, belki de unutulacak ama tüm dünyanın, Avrupa’nın ve bizim toplumumuzun akıllarında, hep son saniyelerde şansın Türkiye’nin yanında olduğu ve Euro 2008’in Türkiye açısından “hep son saniye takımı” olduğu kalacak.

Özellikle Hırvatistan maçı için uzatmaların 119. dakikasında gol yedikten bir dakika sonra 120. dakikada beraberliği yakalayarak maçın penaltılarla belirlenmesine neden olan o maç için bile “bu son saniyelerde atılan gollere şans denilebilmesi için, o şansın sürdürülebilmesi de önemlidir” diyenler oldu ve hiç de azınlıkta değillerdi. Haksız da değillerdi.

“Golü yedik, kale sahasında üç tane futbolcumuz yerde yatıyordu ve bayılmıştı. Saat de çalışıyordu, saniyeler de geçiyordu. Yerde yatanların iki arkadaşı geldi, 'Kalkın yürüyün' diye. Kalktılar, yürüdüler, işi de bitirdiler. Bence bu turnuvada oynadığımız en iyi maçtı. Ve hak ederek kazandık. Şunu bir kere belirtmekte fayda var. Bizim A Milli Takım son dakikaya kadar ayakta kalabiliyor. Bir takımın bu kadar çok penaltı kaçırması ile bu kadar çok penaltı atması fizik gücüne bağlıdır. Ayağa yere sağlam basmakla olur. Bu maç kesinlikle tesadüf eseri kazanılan bir maç değil”di (Toroğlu, E., “Herkese Teşekkürler”, Hürriyet Gazetesi 21 Haziran 2008).

“Atalarımızın bir sözü var, bin yıllık tecrübelerden sonra; ‘Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar, üçüncüde!’. Şimdi biz bir sıçradık İsviçre önünde, bir daha sıçradık Çek maçında, bir daha sıçradık. Çekirge iki kere sıçrayabildiğine göre ortada bir çekirge yok! Ortada başka bir şey var. Şimdi bu başka şeyin ne olduğunu düşündüm ve Fatih Terim'e bir yerde haksızlık yaptığımız gözümün önüne geldi. Haksızlık şu… Onun yanlışlarını ortaya koyarken, altını kalın kalın çizerken, adeta kafasına tokmakla vururken doğrularından tek kelime etmedik. Bu üç arka arkaya gelen mucize maç Fatih Terim'in doğrularının da olduğunu ortaya koydu” (Uluç, H., “Haksızlık Yaptık”, Fotomaç Gazetesi 24 Haziran 2008).

“Portekiz maçında geride kalabalık bekledik, goller yedik. İsviçre maçında kalabalık bekledik gol yedik. Çek maçında yine kalabalık bekledik, iki gol gördük kalemizde. Aynı maçların bir de ikinci yarılarına, son bölümlerine bakın. Hücum ettik ve goller attık, kazandık. Yoksa mucize, tesadüf falan değil bu işler. Hücum oyuncusuna savunma yapmayı öğretmek zordur, ancak Fatih Terim takımına kendi inandığını yaptırdığı zaman başarılı oldu... Hiç kimse Avrupa şampiyonalarında üçüncüyü, dördüncüyü hatırlamaz, ama bizi futbol oynayan takım olarak gayet iyi hatırlayacaklar. Teşekkürler dünya futboluna yeni bir felsefe kazandıran Fatih Terim’e. Teşekkürler bu felsefeyi uygulayan oyuncularımıza” (Dilmen, R., “Bunun Adı Devrimdir”, Milliyet Gazetesi, 26 Haziran 2008).

“Her türlü başlangıcın içinde bir anımsama ögesi yatar. Toplumsal bir grubun tümüyle yeni bir yol tutturmak üzere eşgüdümlü bir çaba gösterdiği durumlarda, bu özellikle geçerlidir. Böyle herhangi bir başlangıç girişiminin doğasında tamamen keyfilik vardır. Başlangıç noktalarında, geçmişten alıp sürdürülecek hiçbir şey yoktur; başlangıç, hiç yoktan belirivermiş gibidir. Başlangıç anını yaratanlar, olaylar zincirini koparmış ve olayların dizilişindeki düzenin dışına düşmüş gibidirler. Zaten başlangıcın aktörleri, bu olguya ilişkin duygularını genellikle yeni bir takvim başlatarak açığa vururlar. Ne var ki mutlak anlamda yeni bir şeyi aklın kabul etmesi olanaksızdır. Bunun nedeni, yalnızca tümüyle yeni bir başlangıç yapmanın son derece güç olması değildir; pek çok eski bağlılık ile alışkanlığın, eski ve yerleşik bir şeyin yerine yenisini koyma çabamızı engellemesi de değildir yalnızca. Bunlardan daha temel bir neden vardır: Ne türden olursa olsun belli bir deneyimin akla yakın olduğundan emin olabilmek için onu, daha önceki deneyimlerimizin oluşturduğu bağlama dayandırmak zorunda oluşumuzdur; yani herhangi bir tekil deneyimden önce zihnimizin, daha önce deneyimi yaşanmış şeylerin tipik biçimlerinden oluşmuş bir genel çerçeveye göre çizilen kavrama dünyası, anımsamaya dayanan örgütlü bir beklentiler kümesinden oluşur” (Connerton, P., Toplumlar Nasıl Anımsar?, (çev:Alâeddin Şenel), Ayrıntı Yayınları, sayfa: 14-15, İstanbul, 1999).

Fatih Terim Avrupa’da ve Türkiye’de bir travma yaratmıştır. Ama bu travma, AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın “Atatürk devrimleri toplumda bir travma yaratmıştır” dediği travmasından değildir.

“Dinciler, şeriatçılar, yobazlar devrimlerden nefret ediyorlar. Bugün S.Arabistan, Kuveyt gibi rejimlerin tepesinde oturanlar Atatürk’ten ve devrimlerinden nefret ederler. Toplumları karanlıkta, demokrasiden uzak yaşarlar. Kadınlar özgür değildir. ABD ve AB de Atatürk devrimlerine karşılar. Türkiye Cumhuriyeti’ne bağımsızlık ve özgürlük kazandırdığı için, Türk halkının ulusal çıkarlarını uluslararası alanda koruduğu için Atatürk’ü hiç sevmezler. İşte bu nedenle ‘ılımlı İslam devletini’, Türkiye Cumhuriyeti yerine getirmek istiyorlar. İçimizdeki işbirlikçi dincileri bu nedenle kullanıyorlar… Atatürk devrimleri kimilerini hasta etmiştir. Dincileri, şeriatçıları, Arapçıları. İşgalcilerle işbirliği yapan Osmanlı oligarşisini. Ve en başta da Avrupalı sömürgecileri ‘travmaya sokmuştur’, hem siyasi, hem iktisadi, hem de askeri olarak. Ama Atatürk devrimlerini elinde bir meşale gibi tutan mazlum milletler bu devrimlerin ışığında yollarına devam ettiler. Atatürk devrimleri 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, küresel anlamda tarihteki yerini aldı. Uygarlığın ve antiemperyalist duruşun bir simgesi oldu” (Manisalı, E., “Mir Dengir Fırat Çok Haklı”, Cumhuriyet Gazetesi, 27 Haziran 2008).

Peki Dengir Mir Mehmet Fırat neyin simgesi oldu?

Eğer simge bir “travma” ise Fatih Terim neyin simgesi olarak bir travma yarattı?

“Travma” ortak simgesinden başka benzerliği olmayan iki farklı travma nerede birleşebilir?

Bütün devrimlerin ilk aşamada travma yaratması başka, 85 yıldır buna alışmamak ve ısrarla, inatla ve kararlılıkla alışmaya çalışmamak başkadır. Zorla “alış” da diyemeyiz ama 85 yıl öncesindeki emperyalist boyunduruğu da lâfa gelince istemezler. “Atatürk olmasaydı biz olamazdık” türünden hamasi takiyyeleri de elden bırakmazlar. Sorsanız bunlar takiyye filan değildir, içten söylüyorlardır.

Bugün takiyye sadece “din istismarcıları” tarafından kullanılmıyor. Sözlük anlamı “çekinme, sakınma” olan takiyyeyi herkes kullanıyor ve yapıyor. Mensubu olduğu mezhebi gizlemek anlamında kullanılması gereken takiyye, artık her yerde ve her zaman kullanılıyor.

Bazı yazarların dediği gibi Fatih Terim’in yarattığı travma ve yaptığı eğer “devrim” ise, Euro 2008’deki ulusal futbol takımımızın elde ettiği başarı da bir devrimdir ve Fatih Terim’in de bu devrimde payı vardır.

Peki Fatih Terim travmayı nasıl yaratmıştır?

Onca ayağına top değmemişlerin dediğini yapmadığı için devrim yapmıştır, travma yaratmıştır.

Kendisinin, gelişen durumlar karşısında ister takım kadrosunda ister oyun sisteminde olsun yaptığı her türlü değişiklikleri, onca ayağına top değmemişlerin “hah dediğimize geldi”ye bağlamadığı ve hesaba bile almadığı için travma ve devrim yapmıştır. Hoş, bunları sadece ayağına top değmemişler değil, ayağına top değdiği zamanlar taş devrinde kalsa bile yine kendilerinin top oynadığı zamanların üzerinden bırakın suları okyanuslar bile geçmiş olsa yine de kendilerini çağdaş futbolun otoriteleri zannedenler bile söylemişlerdir. Söylemekle kalsalar yine iyi, “eleştiri” takiyyesinin altında hakarete varan ağır ithamlarda bulunmuşlardır. O’nun ne işi ne de futbolu bilmediği kalmıştır. O’na toplum baskısı yarattıklarını zannedenler, buldukları her fırsatta ya kafasına tokmakla vurmaya kalkışmışlar ya da “hah dediğimize geldi” demişlerdir. Atatürk devrimlerinin başarılı olmamasını isteyenler nasıl hüsrana uğramışlarsa, Fatih Terim’in başarılı olmasını istemeyenler de hüsrana uğramışlardır. “Hepinize teşekkürler” kalıbının içine sözüm ona Fatih Terim’i de sokmuşlardır. Ama açık olarak O’nun adını yazamamışlardır. Bir teşekkürü çok görmüşlerdir. Çünkü Fatih Terim’i istememişlerdir. O’nu yönlendiremedikleri ve sözüm ona O’nu yola getiremedikleri için idam sehpaları kurmuşlardır. Fatih Terim’den önceki teknik direktörümüz Ersun Yenal ve ondan da önceki Şenol Güneş nasıl istenmemiştir, nasıl idam sehpaları kurulmuştur, anımsıyor muyuz?

“Neden Fatih Terim’e teşekkür yok” diye sorsanız, bu kalıp tümcelerini göstereceklerdir.

“Hepinize teşekkürler dedik ya, Fatih Terim de bunun içindedir”.

“Fatih Terim, hatalı işler yapıp, hatalı kadrolar sahaya sürse de bazı futbolcuların üstün gayretleriyle buralara kadar geldik” (Bartu, C., “Azmin Eseri”, Hürriyet Gazetesi, 21 Haziran 2008), diyen zihniyet de “bu maçın teknik analizini yapmayacağım. Yaparsam Fatih Terim'in bir dolu çılgınca yanlışlıklarını yazmak zorunda kalacağım. Sadece tek kelime yazayım: ‘Takımın tek ön liberosu Mehmet Topal’ı çıkartıp santrafor Semih Şentürk'ü almasının hiçbir teknik yorumu yoktur. Bunun adı çılgınlıktır. Ama futbol işte böyle bir şey. Terim'in bu yanlış yorumu doğru bitti… Şimdi... Fatih Terim'i eleştirenler susmak zorunda. Maçtan önce ‘Topal Karınca’ ol dediğim Fatih Terim takım tertibi ve sistem konusunda maçı kazanmak için çok şey yaptı. Çok doğrusu da vardı çok yanlışı da vardı. Ama kazanan haklıdır. Şimdi Terim'i eleştirme günü değil. Terim'e pozitif enerji verme günüdür” (Kanat, K., “Şimdi Konuşun Terim’i”, Sabah Gazetesi, 21 Haziran 2008), diyen zihniyet de mat olmuştur. Travma yaşamışlardır. Madem “bazı futbolcuların üstün gayretleriyle buralara kadar gelmişsek”, o futbolcuların üstün gayretler göstermesinde Fatih Terim’in hiç mi katkısı yoktur? Futbolcuları motive eden, saha içinde sürekli taktik veren, yedek kulübesindeki direkler midir, yoksa yedek kulübesindeki yerinde hiç oturmayan ve sürekli futbolcularına bir şeyler söyleyerek onları canlı tutan Fatih Terim midir?

“Terim çocuğumun okul takımdaki antrenörü olsa, hemen, hiç düşünmeden alırım çocuğu takımdan. Hatta okuldan. Çünkü almazsam gün gelir ya psikolojisi bozulmuş olarak kendisi bırakır ya da bir Emre Belözoğlu’na dönüşür” (Demirkol, M., “Ayırt Ediyorum”, Milliyet Gazetesi, 24 Haziran 2008) diyen yazarın futbolu Fatih Terim’den daha iyi bildiğini ve anladığını mı yoksa psikoloji konusunda ihtisas sahibi olduğunu mu anlamalıyız? Ya da bir başkası hakkında psikoloji bozan biri olarak yargıya varan birinin yazılarını ve televizyon programlarını izleyenin mi psikolojisi bozulur?

Futbolu bıraktığı son maçında rakip oyuncusuna kafa atan dünyaca ünlü futbolcu Zidane’ın ve rakip futbolcuya maç içerisinde yumruk atan dünyaca ünlü teknik direktör Scolari’nin örnekleri dururken, Emre Belözoğlu’nun bir maçtan sonra basın tribününe doğru yaptığı hareketi çok görmek ve büyütmek, futboldan anlamak mı yoksa anlamamak mıdır? Hiç kabul edilemeyecek bu tür davranışlar, maç içerisinde bir anda gelişir. Olayın tarafları sonradan pişman olurlar ama iş işten geçmiştir. Ama bir gerçek de vardır ki, bunlar hep olmuştur ve bundan sonra da olacaktır. Çok uç davranışların, istemsiz çalışan kaslarımız gibi istenmeden yapılması futbolun içinde olan, insanın olduğu her yerde gelişebilecek psikolojik travmalardır. Ancak bunların sebebi kendince belli ama kamuoyunun bilgisi dışında olan öç almalara dönüştüğü zaman, taraf olan kişilerin de ister futbolcu, ister teknik direktör olsun tepki vermesi gayet doğaldır. Fatih Terim’in okul takımındaki antrenörü olması durumunda çocuğunun psikolojisinin bozulmasından endişe ederek hiç düşünmeden okul takımından alan yazarların yazılarını ve televizyon programlarını seyretmesini istemeyen babalar da olabilir mi acaba?

“Şüphesiz herkes başarıyla ilgili bir şeyler söyledi; bana göre ise bu başarının arkasında Fatih Terim’in ‘savaşan gücü-ruhu’ var. Terim, savaşçılığını futbolculara da iletmesini bildi ve teslim olmayan ve ‘savaşan takım’ yarattı! Fatih Terim, sivil hayatını bilemem, ama işi, futbolu söz konusu olduğunda ‘sakin’ bir insan değil. Eleştirilere karşı tutumunda görüyoruz, müthiş hoşgörüsüz; ama bu özelliğin, onun tam savaşın içinde olmasından ileri geldiğini varsayabiliriz” (Bursalı, O., “Ancak Savaşarak”, Cumhuriyet Gazetesi, 28 Haziran 2008).

Evet, tam savaşın içindedir Fatih Terim. Nasıl olmasın ki? Ayağına top değmemişlerin veya değse bile “al şu takımı da sen çalıştır” denildiği zaman ortalarda görünmeyenlerin futbolu O’ndan daha iyi bildiğini iddia ettikleri bir ortamda nasıl hoşgörülü olunabilir veya sözüm ona onların eleştirileri nasıl eleştiri olabilir? Eleştiriye ehliyetleri var mıdır? Hangi sözler eleştiri, hangi sözler hakarettir, belli midir?

Takım içerisindeki oyuncular maçtan bir gün önce psikolojik olarak nasıllardı, orada olmayanların, orada olsalar bile yanında olmayanların bilebilecekleri bir şey midir? Akşam otel lobisinde otururken gelen bir telefon veya yedikleri bir yemeğin rahatsızlığını, yanında olmayanlar bilebilirler mi? Takım arkadaşlarıyla şakalaşırken yaşadıkları bir sosyal travma, ertesi gün onları nasıl etkiler, yanında olmayanlar bilebilirler mi? Küçük bir jest veya mimik hareketinin olumlu veya olumsuz etkilerini futbolcuların yanında olmayanlar bilebilirler mi? Maç sırasında yedek kulübede otururken oyuncuların yaşadıkları stresle başa çıkıp çıkamayacağını ve bunun sonucunda da oyuna dahil olup olamayacağını veya o futbolcunun teknik olarak oyuna faydalı olup olmayacağını yanında olmayan biri anlayabilir mi?

Fatih Terim’den başka herkes anlayabilir (!...).

Bir tek Fatih Terim anlayamaz (!...).

Nasıl futboldan anlamayan hiçbir kimse yoksa herkes futboldan anlıyorsa, Fatih Terim de bu anlayanların yanında “hiç anlamaz” kalmaktadır.

“Falan oyuncu neden oyuna girdi, filan oyuncu neden girmedi?”

“Bu taktikle oynanmaz, Fatih Terim bu işi bilmiyor, yanlış yaptı”.

Eğer futboldan anlamıyorsa ki Fatih Terim’in de futboldan anlayıp anlamadığı onlara göre tartışılabilir (!...), geçmişte yurt içinde ve yurt dışında aldığı başarılar da tesadüftür ve öylesine alınmış başarılardır. Birileri şöyle eline tutuşturuvermiştir, “al bu da senin olsun” denmiştir. Fatih Terim’in elindeki belgeler ve başarılar; belki de konuyla ilgili bilim adamlarının yaptıkları çalışmalar ve raporlar doğrultusunda ağır kanserojen maddeler içeren Kızılırmak suyunu Ankara’lılara habersiz olarak 20 gündür içirdiğini söyleyen Ankara Anakent Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek’e Anadolu Denizcilik Kulübü tarafından Kızılırmak'tan getirilen suyu Mogan Gölü'ne vererek, gölün yeniden canlanıp nefes almasını sağladığı ve suya, doğaya, insanlığa yaptığı katkılardan dolayı verilen “çevre şükran plaketi” kadar değerli bile değildir (!...).

Böyle midir?

“Siyasette olsun, günlük ilişkilerimizde olsun… toplum olarak bir şeye kızdığımızda, mutlaka kelle koparmak istemez miyiz?” (Birand, M. A., “Her şeyimiz Oynadığımız Futbola Benziyor”, Posta Gazetesi, 26 Haziran 2008).

İsteriz. Hatta, kendimizce o konu veya meslek grubunda olmasak bile ulu lokmalar yer, çok otorite lâflarla “nefretleri maddeleştiririz” (Hakan, A., “Fatih Terim’den Nefretimin 8 Nedeni”, Hürriyet Gazetesi, 18 Haziran 2008).

Oysa futbol çok basittir. Ama sadece seyredilecek kadar.

Teknik yorumlanacak kadar basit değildir. Bir tıp cerrahının yaptığı ameliyatı, sorunlu bölgeye attığı neşteri değerlendirecek olan yine o konuyla ilgili ihtisas sahibi olan bir cerrahtır. Ömründe eline neşter almamış kişilerin “neşter öyle tutulmaz, yaraya böyle neşter atılmaz” demesi kadar saçma bir şey var mıdır? Veya eline neşter almayalı çok uzun yıllar geçmiş ve son bilimsel yenilikleri ve metodları bilmeyen ve okusa ve duysa bile uygulamaya fırsatı olmayan emekli cerrahlar, bizzat aktif ameliyat yapan cerrahları eleştirebilir mi? “Sen çekil, ver bakalım şu neşteri ben yapacağım bu ameliyatı” diyebilir mi?

Bu örnek çok uç filân değildir. Bizzat “cuk” diye oturmuştur. Teknik yorum yapmak o kadar basit ve kolay değildir. Endüstriyel kapitalizm futbolu pazarladığı gibi atletizmi de pazarlayabilse, ömründe ayağına top değmediği halde futbolu yorumlayanlar, yüksek atlayan birine de atladığı tekniğin yanlışlığını, ömründe yüksek çıtasının önüne gelmese de mutlaka söyleyeceklerdir. Bu iki kere ikinin dört etmesi kadar gerçektir. Seyredilerek öğrenilecek olsaydı, Üniversitelerin mühendislik fakültelerine, tıp fakültelerine ve daha birçok meslek grubu fakültelerine gereksinim olur muydu? Konservatuar eğitimi almamış birinin piyano çalan birini eleştirmesi normal midir? Güzel sanatlar eğitimi almamış birinin bir heykeltıraşın eserini değerlendirmesi olası mıdır? Çok anladığını zannederek güzel sanatlar eğitimi almadığı halde “yaptığın heykelin içine tüküreyim” diyenler haklı olabilir mi? Bu normal midir? Geçmişte, yapılan heykellere tükürülmemiş midir?

Futbolda normaldir. En büyük gaf, bilmediğini bilmemektir. Bu yeti olmayınca da herkes 3-5-2’den veya 4-4-2’den anlamaktadır. Futbol basittir, ama seyredilecek kadar basittir. İki kale direğinden içeri topu içeri sokmaya çalışanları seyretmek zevklidir.

Ama “bazen Sabri'yi niye oynatmadı, diye kızarsınız Terim'e.. Bazen de niye oynatıyor, diye.. Bazen "defansif" bulursunuz onun kararlarını, bazen de Mehmet-Semih değişikliğinde olduğu gibi ‘cesur !’… Bazense sizinle aynı günde doğup, aynı okulda okuyan ve aynı yerde çalışan arkadaşınızla; aynı gün aynı şehirde yemek yedikten sonra aynı maçı seyretmenin keyfidir… Futbol; bazen 90 dakika, bazen 120 dakika, bazense daha fazlasıdır. Biraz taktik, biraz disiplin, biraz yetenek, biraz istemek ama çokça inanç, çokça mücadele ve çokça bırakmamaktır; tıpkı yaşam gibi !” (Tanrıkulu, A., “Yaşam İnanmaktır”, Hürriyet Gazetesi, 21 Haziran 2008).

“Avrupa Futbol Şampiyonası’nda İsviçre’yi de, Hırvatistan’ı da yene yene, mucizeler yaratıyor ve yarı finale kalıyorduk. Gazetelerin ilk sayfalarını, Türk bayrağı ile futbol topunun yapışık kardeşliği kaplıyordu… Bendenizin çocukluğunda, bayram yerleri vardı.
Bayram yerlerinde de, çok yüksek iki direk arasında gerilmiş bir ip üstünde, elinde dengesini bulmak için ortasından tuttuğu uzunca, kalın bir sopayla yürüyen ip cambazları yaygındı.
Büyükçe bir kalabalık başını kaldırmış ip cambazını izlerken; profesyonel yankesiciler de, izleyicilerin ceplerini boşaltırlardı. O nedenle de kitlelerin dikkatini, ters giden günlük olayların dışında bir konuya çekmeye çalışan politikacıların bu çabası için şöyle denir: Cambaza bak sen cambaza... Ve kitleler cambaza bakarlarken, politikanın profesyonelleri de işlerine bakarlar” (Altan, Ç., “Futbol Topu Neden Türk Bayrağının Yapışık Kardeşi Oldu ?”, Milliyet, 26 Haziran 2008).

Bu da ayrı bir konudur. Kapitalizmin değerleri yükselmeye başladığında da, iktidarlar erk güçlerini sağlamlaştırırlarken de futbol kullanılır. Böyle olmasaydı “bana yüz elli bin kişilik bir uyku tulumu yapın” diyerek yapılmasını istediği Barnebau stadyumunu ne İspanya’nın diktatörü Francisco Franco yaptırırdı ne de “ben ülkemi kırk yıl 3 F ile yönettim (fiesta, fado, futbol)” diyen Portekiz diktatörü Antonio Salazar olurdu. Eğer bugün bu diktatörler mezarlarından çıkıp gelselerdi isyan mı ederlerdi yoksa kendi felsefeleri devam ettiği için sevinirler miydi, bilemeyiz.

Toplumsal belleğimiz, anımsamamızı istediği şeyleri yaratır. Futbol da bu işin içindedir. Anımsatma işlemi bazen açık bazen kapalı biçimde yapılır. Deneyimler çeşitli yollarla sunulur. Devrim sonrasında gelen çağ aydınlık ise bağımsızlık ise uzun süre yaşar. Karanlık diye bakanlar ise sürekli o devrim ile uğraşırlar. İnsanın “destur” diyesi gelir.

“Sayın D.M.M.Fırat’ın sözünü ettiği travma niçin bu denli tepki yarattı, anlamak kolay değil. Normal sayılmaz mı, onun yakın çevresinin Kemalist devrimler dolayısıyla travma geçirmesi? Düşünün ki, ancak küçük bir kesim kullanabildiği halde yüzyıllardır kullanıldığına inanılan yazı değişmekte, aile hukuku yepyeni temellere oturtulmakta, kadın-erkek ilişkileri, giyim kuşam köklü değişiklikler geçirmektedir. Elbet, en azından yarım yüzyıldır bu gibi değişmelerin özlemini çeken küçük bir çevre memnun olacak, ama yüzyıllardır başka türlü bir yaşam tarzına alışmış olan büyük kitleler de travma geçirecektir… Hele Fransız Devrimi’nin etkisiyle yetişmiş bağımsızlıkçı genç Osmanlı paşası ve ona inanan, istilaya ve teslime karşı onunla birlikte vuruşanlar için. Sayın Fırat’ın eleştirilecek yönü, travmanın sürüp gitmekte olduğunu ima etmesi, o zamandan beri toplumda ne kadar çok insanın değişmiş olduğunu bilmezden gelmesi ve daha da kötüsü, Cumhuriyeti geriye doğru çekme çabalarının, bir travmayı iyileştirme çabalarından daha çok, düpedüz bir karşıdevrim niteliği taşıdığını kabul etmekten kaçınmış olmasıdır” (Soysal, M., “Hatice ve Netice”, Cumhuriyet Gazetesi, 27 Haziran 2008).

Doğrusuyla yanlışıyla Fatih Terim, bizim mehtâbımız-ay ışığımızdır. Her şeyimiz her şeyimize nasıl “denk” ise, Fatih Terim de öyle “denk”tir.

D.M.M.F ve D.M.M.T.

Son harfleri değişik olan “travmacılar”dır.

Dengir Mir Mehmet Fırat bir yanda Denk Milli Mehtâb Terim diğer yandadır. “Gel de çık işin içinden bakalım” diyenler, hangi “travma” hayırsız hangi “travma” hayırlı, kavrayabildiği anda işin içinden de çıkılmış demektir.

Başlangıç anını yaratanlar, olaylar zincirini koparmış ve olayların dizilişindeki düzenin dışına düşmüş gibidirler. Hayırsızı da hayırlısı da.

 
Toplam blog
: 135
: 1226
Kayıt tarihi
: 11.10.06
 
 

Ankara Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu Öğretim Üyesi. Spor Sosyolojisi, Popüler Kültü..