Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Temmuz '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Haksızlık bu...

Haksızlık bu...
 

Samsun'a gitmiştik, babamın askerlik arkadaşına. Fındık tarlasına götürdüler bizi bir gün. Ben daha ilk okuldaydım o zamanlar. Fındığı da çok severim ayıptır söylemesi. Ömür boyu çikolata yememe cezasıyla falan çarptırılırsam eğer, ikamesi olarak fındıkla devam edebilirim, o derece yani.

Fındıklar toplanmış böyle yerlere serilmiş üst üste. Boyumunda daha 135 cm olduğu zamanlardı, fındıklar böyle dağ gibi gözükmüştü gözüme. İkram da ediyorlar ne güzel. Yiyebildiğin kadar ye bedava!

Fakat benim açgözlülüğüm tuttu ( ne kadar ilginçtir ki). O kadar fındığı arkada bırakıp gitmek istemiyorum. Annemle babama da torbayla verelim yanınıza diyorlar ama bizimkiler teşekkür ediyorlar. Çaktırmadan tarlaya indim. Bir sürü cebi olan bir şortum vardı. Bütün ceplerimi fındıkla doldurdum. O kadar ki bizimkilerin yanına döndüğümde ceplerim rahatsız ettiği için Robo-Cop gibi yürüyordum. Sonra babam ceplerinde ne var oğlum dedi. Kalabalıktı bahçe, herkes bana baktı. Utandım.

"Ceplerim kaç tane fındık alıyor diye sayıyorum" dedim. Süper bir yalandı. Fındıkları tek tek boşalttırdılar bana, aç gözlü ve şımarık olmamalıydım.

Benim çocuğum olursa ve benzer bir şey yaparsa gülmekten yerlere yatacağım, yazdım bunu da buraya...

***

Bir tokat kalkardı havaya, kimin olduğu önemli değil. Sağ el olurdu genellikle. Benim de başım hafif sola yatmış ve sağ gözümü kısmışım, darbe gelmek üzere. Kulağıma gelmesin diyorum, sonra çok çınlıyor çünkü.

ve çaaaattt!

ve çuuuuttt!

cenetten çıkmaymış...

***

Babamın adıyla onunkisi aynı diye mi, yoksa sonra onu düşündüğümden Çiçek Abbas'ı anımsadığımdan mı bilemiyorum, çok severdim kendisini. Ben her sene matematikten kalacak gibi olurdum, o her sene sonunda beni çalıştırıp geçirirdi. Sonradan matematik öğretmeni oldu desem yalan sanır mısınız? Sanmayın, gerçekten oldu. Hem de en kaymaklısından.

Babası karpuzcuy(muş) bilmez ve merak etmezdim böyle şeyleri. Bir keresinde "karpuzcuuu" diye kızdırdıklarını gördüm sınıfta. Onun da nevri dönmüş, kendisiyle dalga geçenleri pataklamak istiyordu. Yardım ettim, patakladık. Çok fena pataklardım o zamanlar, şimdi gerginlik çıktığında her yerim titriyor, korkuyorum.

Sonrasında bir iki yıl sonra falan bu kez pantolunun paçaları ile dalga geçtiklerini fark ettim. Neymiş, çok kısaymış. Ben yine farkında değildim bu durumu. Sonra baktım, gerçekten de pay yerinden iki üç kere uzatılmasına rağmen hala kısa duruyordu. Boyumuz uzuyordu o zamanlar ve onun ailesinin parası yoktu. Kısacası yapacak bir şey yoktu. O pantolonlar giyilecekti. O pantolonları daha uzun süre giydi.

Hışımla yerimden kalktım, göz göze geldik. "Hadi" dedim...

"Boş ver" dedi bakışları bana. "Değmez" dedi.

Gerçekten de değmezdi...

***

Sol elin 6. parmağı gibiyim ben de biraz. Rastlamışsınızdır belki. Hani şu içinde kemik olmayan, et ve deriden ibaret, şeklen parmak ama aslen bir işe yaramayanlar var ya onlardan işte. Ara sıra görürsünüz o parmakları. Aslında genetik evrimin bir parçası değilim. Bir hatayım. Serçe parmağın yanında takılıyorum, ahesteyim.

***

Bir kaç ay önce pembe dometes örgütünün haberlerini görünce çok heyecanlanmıştım. Neydi, pembe dometes fideleri dağıtıyorlardı bedavadan ve bu lezzetli, hormonsuz dometesi herkes balkonunda yetiştiriyordu. Ne güzel dedim. Mail guruplarına başvurdum, kibarca reddettiler. Kibar dediysem anlayın işte. Otomatik bir red cevabı ne kadar kibar olabilirse artık.

Tekrar başvurmadım ve Eminönü'ne gittim ertesi cumartesi. Çiçek pazarına. Mazhar da oradaydı, sarı laleler alıyordu. Selam dedim, geçtim. Bazen çok aksi olabiliyor. Hele sarhoşken. Aldım pembe dometes toğumlarımı. Ektim bahçeme. Bir de çok almışım ki sormayın. Fazlasını saksılara koydum, etrafa dağıttım. Komşulara falan. Sonra iş yerine de getirdim bir kaç kişiye. Daha çok istediler. Daha çok getirdim. Doymadı gözleri, satmadığıma pişman oldum. Biraz geç ektik bunları, ancak Ekim ayına çıkarmış. Heyecanla bekliyorum.

Bu pembe dometeslerden Z.'nin Ayvalık'daki komşusunun bahçesinde vardı. Güvercin gübresi koyuyordu adam toprağa. Dometeslerin şekilleri eciş bücüş, rengi solgun ve sağlıksız gözüken bir pembeydi. Yemem ben o boklu dometeslerden demiştim. Sonra zorla yedirmişlerdi. Allah razı olsun onlara. O kadar lezzetliydi ki anlatamam. İnce kabuklu kokusu mis gibi harika bir dometes. Pazarda bulamazsınız çünkü o kadar hassaski nakliye edilirken ezilip büzülüyor.

Ayvalık'ın nefis zeytin yağı ve pembe dometes ve beyaz peynir. Harika bir kahvaltıydı. "Poponuza sağlık güvercin kardeşler", dedim içimden. Sonra da Nutella yedim biraz....Sonra da... bilmeyen kaldı mı yahu?

***

Hey! Sen! Kaçma ulan, dedi. Kaçtım. O zamanlar çok da iyi kaçardım. Kimse yakalayamazdı. Ara sıra yavaşlıyordum, o da beni yakalayacak gibi olup son gücüyle biraz daha hızlanıyordu ve tekrar gaza basıp pırrr. Ne günlerdi...

***

Bu sinema dünyasında kimseye acımadım Çiçek Abbas'a acıdığım kadar. Gerçekten, gerçekten haksızlık bu. Gözlerinizi kapatın, önce pinokyoyu düşünün. Tüm o çabalarını, yalnızlığını, itilmişliğini... Sonra da Çiçek Abbas'ı... "Tekerlerim nerede ulan, ver tekerlerimi" diye bağırdığını.

Ben soğan soymuş gibi oluyorum yaz siz?

***

Dedim ki bu dilenci vapuru aheste gider. Acelesi de yoktur varacağı yer de... Hatta yolcusu da pek yoktur da zararına sefer yapar işte. Maksat muhabbet. İsteyen istediği yerde inebilir. Kaptan biraz kaprislidir, gelmeyenlere kızar ama olacak o kadar. Dedim bu dilenci vapuru rüzgara karşı gitmez, akıntıyı sevmez, yolcuları çalkalanmaya gelmez. Hele onlara bir şey öğretmeye hiç gelmez.

Şimdi sen gelmişsin köşk kapısına "kaptan, ben dans etmek istiyorum" diyorsun. Ne yapayım ben şimdi? Kaptanım ben kaptan! Düş işleri bakanı değilim ki... Yinede istersen Büyükada'da soralım bir, varsa birkaç çingen alalım vapura. Patlatsınlar darbukayı, inletsinler kemanı... Bir iki kıvırırsın, iyi gelir belki... Belki açılırsın...

***

Bırakmadı şöyle bir ağız tadıyla aşık olayım, sürüneyim. Yemeden içmeden kesileyim.... Neymiş o da beni seviyormuş. Ben sana aşık olmak istiyordum belki sadece, birlikte olmak da nereden çıktı?

***

Benim dersimde kimse GOPİYA YAPAMAZ!!!

Kopya çekemez demek istiyor fakat ancak bu kadar konuşabiliyordu.

Ve çaaaattt

Serkan'a okkalı bir tokat çaktı. 12 yaşındaydık daha, ortaokul birinci sınıf ve inanabiliyor musunuz "muhasabe" dersi alıyorduk. Eğitim sistemine girmeyeceğim hiç. Öğretmenimiz aslında matematik öğretmeniydi. Gündüz bile rakı koktuğu oluyordu. Deli gibi kopya çekiyorduk çünkü fark etmiyordu. Fakat nasıl olduysa Serkan'ı gördü işte ve acayip bir tokat çaktı.

Serkan öfkelenmekte haklıydı. Çocuktu ve herkesin yaptığı bir şeyi yapıyordu. Fatura ona çıkmıştı .O da polis sorgusunda öten tavuklar gibi davrandı.

"Ama bir tek ben kopya çekmiyorum ki!!!"

"Peki kim çekiyor?" Dedi hoca. Bütün sınıf gerildi. Ben gerilmedim, çünkü arkadaştık. Böyle bir durumda beni satamazdı. Satmadı da. Sınıfa şöyle bir göz gezdirip, gözüne en minik, en çıtı pıtı kızı kestirdi;

"Tuğçe'de kopya çekiyor" dedi.

Tuğçe'nin "aaaa!" diyip hayrete düşmesini unutamıyorum. Gerçekten de çekiyordu kopya. Sonraki senelerde biraz daha büyüyünce biz, Serkan Tuğçe'ye aşık oldu. Hatta bir Türkçe dersinde "hayalinizdeki kişiyi yazın" diye bir konu verilmişti bize (ne tuhaf). Serkan doğrudan Tuğçe'yi tarif etmişti. Hiç çekinmeden, dosdoğru Tuğçe'yi anlattı. Kırmızı gözlüklü, kıvırcık saçlı, ufak tefek... diye devam etti. Sonra bir gün baktım bunlar bellerinden sarılmışlar öyle yürüyorlar. Sevgili olmuşlar.

Ertesi gün ayrıldılar.

Tuğçe'nin annesi izin vermemiş...

"Haksızlık bu" dedi Serkan. Bu acıyı paylaşamadım çünkü çok komikti...

***

Şubatın bilmem kaçı, İstanbul Boğazı. Vapurun yan tarafındaydık. Ben sana bakıyordum sen ise denize. O gün denizin bakılacak bir tarafı yoktu oysa. Hava kapalıydı, su soğuk ve griydi. Sen de deniz gibisin dedim içimden. Ne kadar soğuktun ve ne kadar giriydin. Martılar da yoktu o gün. Üşüdüm, çok üşüdüm. Bir bardak çay istedim, getirdiler. Çay da soğuktu. Berbat bir gündü ve çok uzun sürmüştü.

Biliyor musun seni hiç özlemedim.

***

En sevdiği kelimelerden birisi "bilhassa" olan bir kişiyi ben de severim. S lere basa basa bilhaSSa demeyi, vurguyu vermeyi ve dikkati çekmeyi severim.

***

Salman Rüşdi'nin "geceyarısı çocukları" diye bir kitabı vardı. Başka kitabını okumadım ama o kitaptan çok etkilenmiştim. Kurduğu fantastik evren ve meteforları olağanüstüydü. Hint devriminin olduğu gece yarısı civarında doğan çocukların özel yetenekleri vardı. Buradaki metefor yani özel yetenekli çocuklar "devrimin toğumlarıydı" aslında. Romanı sadece fantastik edebiyat olarak da okuyabiliyordunuz, yakın tarih kitabı olarak da.

İşte bu kitapta, doğum saati gece 12'ye ne kadar yakınlarsa o kadar büyük yeteneklerle doğuyordu bebekler. Yetenek kisvesinde gözüken aslında birer lanetti çünkü ayrıcalıkları onları asla özel yapmıyor, sistemin dışına itiyordu. Bir tane kız bebek vardı. Yüzü o kadar ilahi derecede güzeldi ki ona bakanlar kör oluyordu. İnsanların gözleri böylesi bir güzellik karşısında eriyordu. Sonra ne oluyordu biliyor musunuz, kızın yüzünü doğradılar.

İşte ben de bu sabah hiç olmayacak bir anda ve yerde güzelliği insan gözleri tarafından tam olarak algılanamayan bir kız gördüm. Gözüme bir parlaklık geldi yerleşti. Her şeyi fulu görüyorum şu anda. be hattta onu dülüntükçe hardleri seçemiyorun. yanlış tazııyorom gaşiba...yeter bı kudar.

J.
 
Toplam blog
: 295
: 733
Kayıt tarihi
: 28.09.06
 
 

Bugün ölseniz mesela, ya da hafifletelim biraz hadi, bu giriş çok karamsar oldu. Bugün ortadan kay..