Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Nisan '10

 
Kategori
Öykü
 

Hayat iksiri!

Hayat iksiri!
 

Yürü Dilara! Hayat ve sevgiye dua et!


Nihayet, çocukluğundan beri istediği şeye kavuşmuştu Dilara… İstediği şehre gelmek ve olması gereken şehirde “hayatını şekillendirecek” bir öğretinin basamaklarına tırmanmak… Ve oldukça “ihtiyarlamış” olsa da, dedesi Hüsnü Bey’in yanına erebilmek… Onun gibi bir genç kız için “ne bulunmaz nimet”ti, bütün bunlar. Ve genç kız bunların kıymetini iyi bilecekti…

Elbette O, şehrine kavuşana kadar, birçok şey değişmişti. Ömrü boyunca okuyarak ve yazarak geçimini sağlamış; üç kızı ve üç oğlu olmasına rağmen hiç bir çocuğuna “kişisel bakımında ve işlerinde” yük olmamış dedesi çok hastaydı, artık… Akraba arasına gelmişti ama onlarca eve rağmen kendisini yarı resmi yarı özel bir yurtta bulmuştu, bir anda…

Dede evine gitmemişti. Yoksa, gidememişti mi, demeli… Hayır hayır gitmemişti. Çünkü, değişen çok şey vardı hayatta:

Babaannesi daha o altı yaşındayken ölmüştü. Hüsnü Bey, eşinin ölümünden sonra hiç evlenmeyi düşünmemiş; ona yeni bir evliliği tavsiye edenleri de hep azarlamıştı. Fakat, altı çocuğuna yüksek tahsil yaptırmanın yanında, -daha sonraki zamanlarda- birer ev de bırakan, bu hayatın pişirdiği adam, yıllar içinde çeşitli sebeplerle çocukları tarafından yalnız bırakılmıştı sanki. Kızları ve gelinleri evinde yalnız yaşayan ve dinçken her türlü işini kendi yapan bu asil adama dışarıdan yardıma uğraşsa da; bu olgun insan, an gelince bir hayat arkadaşı olması gerektiğini anlayacak ve evlilik kararı verecekti.

Dilara Lise ikide iken; o göçtüğü Balkan Şehrinden, ülkeye yabancı fakat “insanlığa dost” bir kadınla evlenecekti, Hüsnü Bey. Geldiği Balkan şehrinde gençliğinden beri acılarla pişmiş Zümrüt Hanım, Hüsnü Bey’le evlendiğinde kendisi altmış sekiz yaşındaydı, Hüsnü Bey ise seksene merdiven dayamıştı. Zümrüt Hanım, girdiği ailenin tüm fertlerini bağrına bastı. Hüsnü Bey’in her evladının ve her torununun huyunu, isteğini öğrendi, öğrendiklerine göre gönülleri hoş tuttu; onları kendi evladı gibi sevdi.

Yıllar geçtikçe, “beyni ve yüreği” limitsiz çalışan Hüsnü Bey’in beyni yoruldu. Dilara’nın üniversite okumak için geldiği yılda dedesi felç olarak, yatağa bağlı kaldı. İşte bu yüzden Dilara bu iki yaşlının evinde kalmak istemedi. Diğer evlerde de kalamayınca ilk yılını “yirmi altı kişilik bir koğuş”ta geçirdi, neşeyle…

Dedesi ve babaannesine (herkes Zümrüt Hanım’a “anne” demişti.) yurtta kaldığı bir yıl boyunca her hafta sonu uğradı. Yaşlıların çarşı pazar işlerini gördü. Gerektiğinde ev işlerinde yardım etti. Dedesinin evine her gelişinde, Babaannesiyle beraber “felçlidir; o anlamıyor artık” denilen dedesiyle de sohbetlerini hep sürdürdü. Hatta, yaşlılar arasındaki bugünlerinden, bu anlarından; şehirde geçirdiği birçok günden ve birçok andan daha fazla keyif duydu. Görüyordu; bazı bakışları yakalıyordu -o bakışların arasında akrabaları olsa bile-: “Taşralı, üniversiteli olmayı böyle algılar işte. Yaşlıların yanında ne işi var? Dışarıda yapacak çok şey varken…” Fakat; Ona bakan birçok göz, cevabı görmüyordu:” Ben; kendimin, annemin, dedemin ve şu asil kadının hayatıyla; en az dört -belki de daha çok- hayatı okuyorum; şu ihtiyarların yanında.Siz, nereden göreceksiniz?”

Dede evinde “okunacak” çok şey vardı: Bilinçsizce yatan dedesini her seyrettiğinde çocukluğuna geri döner, dedesinin dinç hallerini yeniden yaşardı O… Daktilo başında çeviriler… Yabancı dil kitapları, sözlükler, eski yazılar…Gelen yabancı misafirler; “insan sohbetleri”… Bu dedesi ne zaman uyur, ne zaman uyanırdı? Evin en büyüğü olmasına karşılık; yemeğini bitiren dedesi tabağını, kaşığını, bardağını masadan kendi kaldırır, suya tutar, tezgaha bırakırdı. Ütü için ya da ayakkabı boyatmak için dedesinin bir kez birisine seslendiğini hatırlamıyordu Dilara…

Ya Zümrüt Hanım? Hiç böyle yaşlı kadın olur muydu? Evde yalnız olduğu günlerde bile, aniden evine gitseniz; mutfağında çeşit çeşit yemekler görürdünüz..Ev çiçek bahçesiydi…Misafire vereceği yeni üst baş bile daima bulunurdu. El işi yapardı. Eşi kadar olmasa bile, “okur”du… Dilara’nın en keyifli anları babaannesiyle el değirmeninde dövdükleri kahveleri pişirip de içtikleri anlardı… Bu kadın, çok acı çekmişti ama bir an olsun kimseye “off” bile demiyor, hep gülümsüyordu…

Yaşlı bir adamın bakımını üstlenmişti, sevgiyle. Fakat, hasta yatağını günün her anında “yeni doğan bebeğin” yatağı zannederdiniz… Pekiyi, bu yaşlıların evine gelen insanların çoğu -özellikle, yakın görünenler- neden misafir edasıyla salınıyorlardı ki? Yoksa, evin kızı Dilara var, diye mi? Ve o tatlı sohbetler…Ve dedeye bakan gözler…”Hayır, dedem her şeyi anlıyor, anlamalı…” diyor, Dilara… Anlamayan başkaları…

…………………….

Bir yıl bu şekilde geçiyor Dilara ile Şehir arasında… Ama ne dolu bir yıl… İkinci yılın başında Zümrüt Hanım, Dilara’ya; “bizimle kalmaz mısın?” diyor… Dilara, için ne saadet? Arayıp da bulamadığı güzellik… Zümrüt Hanım da çok seviniyor. Dilara, yurttan eve, “evi”ne geliyor. Herkes mutlu… Artık, iyice yatağa çakılı yaşayan Hüsnü Bey de mi mutlu? Dilara’ya öyle geliyor… Dilara, “gözler”… Dilara, gözlerden anlar… Dedesinin gözlerinden de…

Artık Dilara’nın, “şehrinde” de bir “yuva”sı var… Hem de bu yuva, yıllardır; gizemi, hayali, emeli, kokusu ile yaşadığı bir yuva… İki ihtiyar ve bir genç çok mutlu… Dilara, ihtiyarlara hizmetten çok mutlu… Zümrüt Hanım, Dilara’nın geleceği saatleri biliyor; kız okuldan gelene kadar çörekler, sütler, kahveler hazırlanmış…

“Ama Zümrüt Anne, gücenme bana…” Okuldan gelince, önce dedeme koşacağım. Elini öpeceğim. O’na bir günümü anlatacağım. Farsça’dan kaç aldığımı söyleyeceğim. Dil Tarih’e nasıl gizlice girdiğimi anlatacağım… Sonra gelirim, çöreğini yemeye…

Güzel ve anlamlı günler başlıyor Dilara için… Fakat, yine de onun yüreğine eksik gelen bir şeyler var… Zümrüt Hanım, o yaşlı haliyle Hüsnü Dedeyi tek başına bakmaya çalışıyor. Hüsnü Bey’in çocukları, eve uğrasalar bile, pek bir misafir duruyorlar… Hüsnü Bey, televizyondaki “bayrak”a, “dil”e, “kalp”e ağlıyor, sanki… Dilara’ya gülümsüyor gibi…Yok, eksik olan; felçli olan bir şeyler var… Fakat; felçli olan Hüsnü Bey değil…

Bir gün… Zümrüt Hanım eşinin günlük bakımını yaparken; gittikçe ağırlaşan hastayı kaldırmakta zorlanıyor…Zümrüt Hanım da güçsüz aslında…Hadi Dilara…

“Babaanne, ben de yardım edeceğim…”

“Bırak, ben yaparım kızım”

“Hayır, babaanne! Hadi dedecim, tut kolumdan…”

“Aa, neden şaşırdınız? Ben, bu evin kızı; şu adamın da canıyım…”

“Ohh, pırıl pırıl oldu Dedem..”

“Yapma ama babaanne, ne de sulu gözmüşsün sen…”

“Dedem, Ben ve Zümrüt Anne; aylardan beri ilk kez gönül huzuru ile uyku çekiyoruz… İşte, tam bir aile olduk şimdi…”

Ertesi sabah; üç çift göz neşe ile gülüyor… Ertesi gün, ertesi gün, daha ertesi gün de…Ve sanki, o günden sonra; Hüsnü Bey Dilara’yı dinlerken yüzünü genç kıza doğru dönüyor. “Seviyorum seni be Dedem…”

Dilara, artık tamamen emin: “Dedesi, olan biteni anlıyor.” Sanki, bir şeylere birilerine kızmış da; bilerek konuşmuyor.. Ya da “bilmemesi gerekenler olduğunu bildiği için”, “gerekenlere numara yapıyor”… Gördüm Dede, yine ağladın, şu Bayrak’ta… Farsça dedim; gözün parladı. Ve bugün, elimi daha güçlü tutuyorsun…

Gelen misafirlere anlatıyor Dilara sevinçle: ”Dedem anlıyor, biliyor musunuz?”…

Buz gibi cevaplar: ”A olur mu canım; o felçli”

“Yok canım, Dedemi ve hayatı anlamayanlar felçli…”, “O, bana hayat veriyor…”

Dilara bir sabah erkenden kalkıyor; Dedesi’nin yanına gidiyor ve “Dedecim, bugün zor bir sınavım var. Bana dua et, olur mu” diyor, dedesinin elini yine sımsıkı tutarak. Tam elini bırakacakken dedesinin; dedesi daha da kuvvetli kızın elini sıkıyor; kızın gözlerinin içine bakıyor ve bir şeyler mırıldanıyor. Kız, şaşkınlıktan, yerine mıhlanmış, gözlere bakıyor… Sonra okuluna koşuyor. Okulunun en zor sınavlarından birine giriyor…

Aradan bir hafta geçiyor. Kız, zor sınavdan geçtiğini öğreniyor. Büyük bir sevinçle, akşam soluğu dedesinin yanında alıyor. “Dede, sınavı geçtim. Sen bana dua etmiştin; sınavı geçtim…Ver elini öpeyim…” Eline sarılıyor dedesinin… Dedesinin O’na bakarken döktüğü incileri görüyor… O incileri avuçluyor, genç kız… Zümrüt Hanım da şahit oluyor, o incilere… Birkaç sessiz zümrüt de O’ndan… O akşam billur bir ırmak var, evde…

O günden sonra, her sabah, kapıdan Dedesinin duasını alarak çıkıyor genç kız; o günden sonra, her gün, hiç konuşmadığı sanılan Hüsnü Bey; Dilara’nın eve girdiğini anladığı anda, var gücüyle bağırıyor; yatağından: “Dilara”…Ve Dilara, yürekten kopan bu sesi her duyuşunda dedesinin yanına gidip elini tutuyor. O’na dil döküyor… Bu konuşmayı Zümrüt Hanım, Dilara ve Hüsnü Bey duyuyor; Hüsnü Bey’in ölümüne kadar…

Dilara, bu şehri, bu kalbi ve bu konuşmayı çok seviyor; ömrü boyunca… Ve anlıyor ki; yatakta yatan ihtiyarlar felçli olmaz; yüreği göremeyen ve hissedemeyenler felçli gezer hayatta… Bütün hayat iksiri “sevgi”de… Yürü Dilara…Hayata ve sevgiye dua et…Ve hayatı gören gözlere şükret…

Yegâh Elif Mirzâde

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..