- Kategori
- Öykü
Hüznü bilmezsin! Henüz öğrenmemişsin!

-Bu saatte gitmesen iyi olur, dedi Mustafa amca.
-Neden?
-Ak Gelin gelir birazdan oraya. Rahatsız etmemek gerekir. Ben de bir ahbaba uğramak zorundayım. Kendi başına gitmesen, olmaz mı?
-Olsun amcacım ya. Bir şey olmaz. Hem çabuk gelirim.
-Sen bilirsin ama geç kalma.
-Tamam.
Bildik bir mezar ziyaretiydi yapmak istediğim. Bayramın ikinci günü varabilmiştim memlekete. Amcam dışında herkes bir yerlerdeydi. Hoş beşin ardından, kalabileceğim kısa zamanı da düşünerek mezar ziyaretini aradan çıkarmayı düşünmüştüm.
Arabayla on beş dakikalık mesafedeki mezarlığa girdim. Vakit gün batımına yakındı. Güneşin ardında bırakacağı tatlı kızıllığa yer hazırlayan ufukla, elim sende oynuyordu mezarlık yolundaki ağaçlar.
Kısa sürdü ziyaretim. Birkaç dua, bir iki “hoşça kaldı” mırıldandıklarım.
Tam çıkışa yürürken, beyaz başörtülü, zayıf bir kadın süzülerek geldi sağ tarafta kalan bir mezarın başına. Aramızda beş on metre ya vardı ya yoktu. Mezarın başına çömeldi, mırıldanmaya başladı.
Duraksadım ve kulak kabarttım: Önünde çömeldiği mezar taşına bir şeyler anlatıyordu. Duadır, diye düşündüm ilkin. Sonra tanıdık geldi sözcükler. Arapça kelimeler değildi.
Beni görsün diyerek öksürdüm ve yaklaştım yanına. “Başınız sağ olsun” dedim. Yavaşça bana çevirdi başını. Ömrümce unutmayacağım bir çift yeşil gözdü gördüğüm! Bir çift yeşil göze çöreklenmiş, hüznün ölüm rengiyle tanıştım.
“Neden?” dedi ilkin. “Neden sağ olsun başım? Ben yaşama kazık mı çakmışım?”
Diyecek hiçbir şey bulamadım; “Af edersiniz,” demekten gayrı.
Ürkekçe yaklaştım yanına. Cesaretim olsa tutardım ellerini. Ama o kadar ayrı duruyordu ki hayattan, dokunamadım.
“Neden akşamüstü geldin?” dedi. “Birazdan gün batacak ve biz sohbete başlayacağız, rahatsız olursun,” diye devam etti.
“Olmam,” dedim. Cevabı netti:
“İyi, sen bilirsin.”
Sustum. Sessizce yanına çömeldim.
Elleri dikkatimi çekti. Esmer teninden dışa fırlamış damarlarıyla, kemikleri seçilen zayıflıkta elleri. Morumsu ve çatlaktı tırnaklarının kimi yerleri. Sağ eli mermer taşta, solu mermer kaidede, yapışmış, hiç bırakmamacasına tutuyordu. Mezarın üstü olduğu gibi karanfildi. Beyaz ve pembe karanfiller.
Benimki bayram ziyaretiydi, O ise sanki oranın yerlisiydi. Kırk yaşlarında ya vardı ya yoktu ama görünüş yetmişi çoktan geçmişti.
Neden sonra yanına çömeldim ve küçük bir fısıltıyla; “hüznü bilirim” dedim.
Tekrar yüzüme baktı. “Bilmezsin” dedi. “Öğrenmemişsin henüz”…
Sonra ne oldu, onu ne tetikledi bilmiyorum, ama anlatmaya başladı. Yer yer uzun sessizliklerle dolu bir anlatım süreciydi… Ben sustum, o bana henüz tanımadığım hüznü anlattı:
“Dalga dalga gelir namussuz!
Bir durulur, bir bulanırsın…
Alaturka hüzün bu. Alafrangası yok bunun. Oturduğun yerden hacet görmeye benzemez. Büker dizlerini yüreğinin. Canın çıktı sanırsın ıkınmaktan. Ama bir türlü çıkaramazsın bağırsaklarına kadar yapışmış kederi!"
Sustu. Sustum. Sonra devam etti:
“Güneş gözlüklerine saklanıp; dua etmezsin başında… Bir tabut değildir toprağa bıraktığın… Beyaz bir damatlığa sarılı sevdiğindir… Oysa ne çok hayal etmişsindir damatlıkla odaya girişini ilk gecenin…
…
İçine içine uğunursun… Ağlaşamazsın başkaları gibi… Cinnet getiren sen değilsindir. Alaturka bu. Başka hüzünlere benzemez! Uğunmalarda yitirirsin sesini. Bir de bakmışsın, sesini de beyaza katlayıp gömmüşsün… Ne zaman sonra anlarsın; sesinle gömdüğün aslında kendinsin.”
…
Uzunca bir sessizlik oldu. Kemikleri dışına uğramış ellerinin üzerinde oynaşan gün ışığı kaybolmuştu. Tek bir söz dahi söylemiyor sadece yanında çömelirken arada bir, ağırlığımı diğer ayağıma geçirerek yanı başında duruyordum. Hiç bırakmamacasına tuttuğu mermer kaide ve baş taşındaki elleri, incecik zayıf gövdesinde, zorla duruyormuş gibi başı önünde, öylece sessiz kıpırtısızdık. Neden sonra yeniden başladı anlatmaya:
“En kötüsü ilk gündür. Seni zorla eve getirirler. Nice zaman sonra tırnaklarının arasındaki toprağı görürsün. O an dank eder beyaz atlıyı bir beyazda kaybedişin! Henüz toprak olmadığını bildiğin bedene dokunmak istersin, son bir kez diyerek… Kimselere görünmeden süzülürsün kapılardan, son bir kere daha öpmek isteyerek… Yalın ayak, başıkabak koşarsın… Hiçbir şeyleri göremezsin yollarda… Ne çakıl taşları acıtır ayaklarını ne de bakışları insanların… Hepsi bir sinemada izlediğin siluetler gibidir... Sen ha bire koşarsın…
…
“Son bir kez ” diyerek deli cesaretiyle eşelemeye başlarsın toprağı… Nemli ve ıslak yığınlar oluşurken ve sen yeniden son bir kez görebilme umuduyla delicesine kazmaya devam ederken, biri seslenir öteden…
“Dur ne yapıyorsun?” diyerek…
“Sen de kimsin?” dersin.
“Mezarcı Muharrem benim adım” der.
“Git başımdan mezarcı… Bu benim mezarım… Sesimi düşürdüm, onu arıyorum…”
Anlamaz Mezarcı Muharrem ne dediğini. Acımaklı bir bakışla, dokunur omuzlarına… Omuzlarında ateşten çığlık! Yanar elleri… Dokunduğuna bin pişman geri çekilir senden…"
Sustu. Akşam karanlığından önce yuvasına uçan kuş çığlıkları da sustu. Sadece uzaktan telaşlı bir karga sesi duyuldu. Kemikli parmakları gevşedi ve okşamaya başladı mermer kaideyi. Yeniden başladı anlatmaya. Her yeni başlangıcında sesi değişiyor ve çatallanıyordu. Sanki akşamın karanlığı sesine çöküyor, karanlık sesini emiyordu.
“Bir başka akşam, yeniden yollara düşersin… Gün batımına yakın…
“Sesimi kaybettim” dersin, “onu bulmaya geldim”… Halbuki kimse sormaz sana “niye geldin?”
Kucağında pembe ve beyaz karanfiller… Nereden ve nasıl kucağına geldiklerini anımsamadığın… Kim bilir belki bir çiçekçiden çaldığın…
…
Daha geçende eşelemeye çalıştığın toprağın üzerine serersin karanfilleri. Artık sen de bilirsin rahatsızlık vermemek gerektiğini. Sonra başını, başının yanına yaslarsın. Küçücük ufacık bir fısıltıyla “ben geldim” dersin… “Herkese sesimi kaybettim diyorum, aslında ben sesimi sana hediye ettim… Sana şiir okusun, sana yoldaş olsun… Sahi, görüşmeyeli nasılsın?” diye başlar sohbetin…”
Başını kaldırdı. Bana baktı yeşil ve derin. Başımı öne eğdim. Bakamadım o ağır hüzün çiftine. Alaca karanlık çöküyordu. Karanlıkla birlikte sesi fısıltıya dönüşüyordu.
İşte öylece başlar mezar başlarındaki sohbetler… Alışkanlık olur. Gününün nasıl geçtiğini merak eden biri vardır artık. Her akşamüstü ziyaret eder, bir sigara yakar ve başlarsın anlatmaya; ne olmuş, ne bitmiş. Sen anlatırsın onlar dinler. Onlar ya... Bir “dinleyenler” grubun olur karşında farkına çok sonra vardığın. Tüm sessiz “uyur sandığın” komşular… Bak şuradalar”, deyip; iki küçük mezarı gösterdi ve devam etti:
“İki küçük kız çocuğu görürsün az ileride, tülden varlıkları ile. Ellerinde yaşarken tutamadıkları balonlar. Beş altı tane orta yaşlı, kadın ve erkek; birinin elleri çenesinde, diğeri atmış ayağını ayaküstüne. Hepsi seni dinler. Şenliği olmuşsundur bu sessiz bahçenin akşamüstü gelen. Merakla beklerler: “Acaba bugün neler yaşadı bizimki” ve de “çok mu özledi bizdekini”… Hem nasıl özledim, hem nasıl…”
…
Ben hep sustum. O, arada susmalarla söyledi sözlerini. Sonra bir kere daha kenetledi gözlerime, o yeşil hüzün çiftini.
“Haydi git artık. Bizi yalnız bırak. Ve öğrenme hüznün her çeşidini.”
Yüzümde buruk bir ifadeyle ayağa kalktım. Güneş çoktan batmıştı. Karanlık koyulaşıyordu. Onca anlattıklarını anladığımı göstermek istercesine elimi omuzlarına koymak istedim. Koymamla çekmem bir oldu. Yandı elim! Hala ilk günkü gibi taze duruyordu omuzlarındaki ateşten çığlık!
“Özür dilerim,” dedim. Önüne eğik başını tekrar döndürdü bana. Kocaman açmıştı gözlerini. Bu kez bana dikilenler göz değil; kan çanağına oturmuş bir çift yeşildi. Hüzünden ve kederden öte; ölümün ta kendisiydi. Ne bakışı ne de sesi aynıydı. Sanki bir anda unutmuştu demin dediklerini. O yumuşak anlatan, o hüznü fısıldayan kadın gitmiş, kızıl gözlerle bakan bir başka, bir değişik, bir tuhaf canlı türemişti. Dişlerinin arasından çıkan hırıltıyla karışık bir sesle:
“Git artık, dedim!” diye yineledi.
Ürktüm. Hiçbir şey demeden çıkış kapısına yürüdüm.
Bu bahtı kara, Ak Gelinin kim olduğunu çok sonra öğrenecektim.
NOT: <ı>Mezarlıklar gerçek hikâyelerin gömülemediği yerlerdir.