Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Şubat '08

 
Kategori
Felsefe
 

Kabulümdür...

Kabulümdür...
 

Kararmaya yüz tutmuş göğün altında derin bir nefes çekti içine ve rüzgara hafifçe fısıldadı: "Kabulümdür..."<ı>

Hayat bazen o güçlü pençeleri arasına alır bizleri ve hiç bilmediğimiz, tanımadığımız yerlere bırakır. Buna nasıl ve neye göre karar verdiği bir sır olsa da o pençeler arasında olan, kendini kurban sansa da, aslında kurban değil seçilmiş kişidir.

O hayat yorgunu adam da hayatın pençeleri arasında yolculuk edenlerden biriydi. Hayat onu sarp bir tepe başına bırakmıştı. Kentin istisnasız her noktasını gören bir tepebaşına… Neden ve nasıl sorularından çoktan vazgeçmişti adam. Çünkü öğrenmişti ki; bazen neden ve nasıl sorularını sormak, o sorulara takılıp kalmak bütünün kendisini görmeyi engeller zamanın içinde savrulup kaybolmaya neden olurdu.

Kalbinin tam üzerinde belli belirsiz bir his dolandığını hissediyordu. Bir rüzgar gibiydi bu his. Ne kalbini yerinden sökecekmiş gibi sert esiyor ne de hiç yokmuş gibi sessiz bir hava yaratıyordu. “İşaretler kalbindedir.”diye fısıldadı rüzgara. Böyle demişti ona rüyanın dili çok zaman evvel çünkü. Yolcuğun başlangıcı da bu değil miydi zaten?

Tekrarladı sözleri gözlerini kapayarak: “İşaretler kalbindedir.” Kapalı gözlerinin ardından kelimelerin rüzgarda uçuştuğunu, kuş tüyleri gibi kentin üzerine harf harf yağdığını gördü. Bembeyaz harfler evlerin çatılarına, ağaçlara, sokaklara, insanların saçlarına kondular. İnsanlar “Kar yağdı” dediler. Oysa onlar harflerdi. Bilmediler, birleştiremediler, okuyamadılar...

Kenti kendi halinde bırakıp kalbine döndü adam. O rüzgar hala orada, varla yok arası esiyordu. Dinledi. Kalbin üzerinde bir kelebek gibi narin dolaşan rüzgarın uğultusunu alıp kendi ruhuna kattı. Ve anladı adam. Varla yok arası rüzgarın kendisi olduğunu. Rüzgar bildi anlaşıldığını ve dile geldi: “Varla yok arası. Bu sensin. Şimdi kendinle hesaplaş.”

Adam iki heybe almıştı yanına. Anımsadı. Aynı büyüklükte ve aynı ağırlıkta iki heybe. Üzerine bir çift kuş nakşedilmişti heybenin. Biri siyah biri beyaz. Birbirinin zıddı gibi görünen iki kuş uzaktan bakıldığında bir daire gibi görünüyorlardı. Koca dünyanın ilmeklerle işlenmiş bir sembolü gibiydi. İyi ve kötüden oluşan koca dünyanın…

Heybelerden sol omzunda duranı açtı adam. Sonra da sağ omzunda olanı. Karşısında uzanan göğe çevirdi başını sonra. Gök yırtılsın da o koca perde açılsın tüm iyilik ve kötülük gözleri önüne serilsin diye acele etmeden kaygısızca, bilerek ve sabırla bekledi. “Er ya da geç” demişti rüyanın dili “O perde açılır ve iyilik, kötülük gün ışığında kalır. Gözü kapalı olana görünmez, bir tepe üzerinden kalbinin işaretini okuyana ayan olur.” Güvendi rüyanın diline adam ve bekledi.

“Er ya da geç.” diye fısıldadı usulca “Perde açılır ve iyilik kötülük gün ışığında kalır.” Harfler gecenin o koyu karanlığında yağdı kentin üzerine yine. Uykulu gözlerle sıcak yataklarında yatanlar üzerine değil sokaklarda karanlığın sesini dinleyenler üzerine yağdı. Gerçeğin soğuğundan dondu eller ayaklar da habersiz olanlar yataklarında kayıtsızca döndüler.

Çok geçmeden sabrın mükâfatını aldı adam. Önce ihanetini gördü göğün tam kalbinde, başını önüne eğdi. Alıp onu sol omzundaki heybeye yerleştirdi. Ve pişmanlığını gördü sonra. Onu da alıp sağ omzundakine koydu usulca. Denge sağlandı. Ve gözyaşlarını bıraktı bu kez şehrin üzerine. Kentin üzerine yağmur yağdı. Pişman olanı bir anne gibi bağrına bastı toprak, serçeler o pişmanlıktan su içtiler, kalplerini ferahlattılar.

Gözlerini kaldırdı adam yeniden. Perde bir alevin içine açıldı. Kalbini yakan ateşi gördü orada. Hiç sönmeyen ve sönmesini hiç istemediği ateşi gördü. O ateşin bir parçasını sağ omzundaki heybeye bir parçasını da soldakine koydu. Denge sağlandı. Zaman zaman o ateşten korkan ruhunu zaman zaman o ateşle var olan ruhunu gördü göğün kalbinde. Gülümsedi.

Kendi hayatını gördü adam perdede. Yanmış yıkılmış bir kent gibi, yeniden var olan bir kent gibi, kışın altında uyuyan bir kent gibi, üzerine bahar gelmiş bir kent gibi gibi sürekli değişen yıkılan ve yenilenen, tükenen ve yeniden başlayan hayatını. Kendi isyanlarını gördü, yaşama sevincini, mutluluklarını ve acılarını gördü adam. Ve anladı.

Kurumuş dudakları arasından şu kelimeler döküldü: “Kabulümdür.” Kentin üzerine harfler yağdı. İnsanlar daha önce hiç papatya yağmuru görmemişlerdi. Oysa onlar papatya değil harftiler. Hayatı olduğu gibi kabullenmiş bir adamın kabul edişinin harfleriydiler.

Ve kabullenenin hayatına bahar gelirdi. İnsanlar bunu hiç bilmediler…

Fotoğraf: http://www.deviantart.com/print/1718712/

 
Toplam blog
: 408
: 1090
Kayıt tarihi
: 17.06.06
 
 

Gazetecilik okudum... Ama gazeteciliği sırf yazabilme serüvenine bir adım daha yaklaşabilmek için ok..