Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Haziran '07

 
Kategori
Dostluk
 

Kastamonu' dan Çanakkale' ye Rasim ve Aynil Oktar

Kastamonu' dan Çanakkale' ye Rasim ve Aynil Oktar
 

Yıl 1984. 12. Eylül’ ün rüzgârı esmeye devam ediyor. İşe girerken en az altı - sekiz ay süren güvenlik soruşturmaları yapılıyor. Büyük şehirler nispeten biraz rahatlamış görünse de Ankara’ nın kırk kilometre ötesinden taşra başlıyor. Küçük şehirlerde o rüzgârlar biraz daha sert esiyor. İnsanlar kiminle arkadaşlık yapacağını seçemiyorlar, o bahsedilen rüzgâr seçiyor, seçtiriyor. En devletçi görünen, devletine yardım etmek isteyen insanlar, o rüzgârın etkisinde olarak ispiyonlar yapıyorlar. Milliyetçilik, insan gammazlamayla kol kola gidiyor. Arada yanına yaklaşılıp “aman ha” uyarısını alanlar, karşısındakilerden korkuyor. “Bana aman ha” dendi diyen insanlar, devletini ve milletini ne kadar sevseler de yaranamıyorlar. Ne zaman kulp takılacağı veya korkutmayla hizaya getirileceği belli olmuyor. “Kendisinden olmayanlar” diye sınıflara bölünüyor insanlar. “Kendisinden olmamanın” da sınırı belli olmuyor ki insanlar “kendisinden olmayan” sınıfına girmemek için hizaya girsinler, kendilerine çeki düzen versinler. Standart bir davranış ve kişilik yapısı belli değil ki, insanlar öyle davransınlar ve herhangi bir kazaya kurban gitmesinler. Akşam iş çıkışı üç beş kişi bir evde çay içerken gitar çal şarkı söyle, “oooo, bunlar ağustos böceği, aman yaklaşmayın yanlarına” deniliyor. Zararlı adam bunlar.

“Bir kamu misafirhanesinde nasıl kalırlar sayın müdürüm?” şikâyeti, akşam yatmak için misafirhaneye gittiğinizde “personelimiz değilsiniz, kendi personellerimiz tayin olduğundan onlara yer bulmak zorundayız, kusura bakmayın hocam” diyerek yol veriyorlar. Öğrencilerinizle aranız çok iyi, ama yolda selamlaşırsanız zararlı oluyor. “Hocam, dün akşam okuldan çıktıktan sonra falan filan öğrenciyle dere boyunda yürüyordunuz ve konuşurken gülüyordunuz, olmaz böyle bir şey, öğrencilerimizle yolda beraber yürümeyiniz” uyarısı aldığınızda, “Hocam ne var bunda?” deme şansınız yok, rüzgâr sert esiyor. Üniversiteden mezun olmuşsunuz, gitmişsiniz Ankara’nın kırk kilometreden de ötesine. İlk görev yeriniz ve gençsiniz, bazı şeylerde çok toysunuz, ürkeksiniz. Bir Üniversitede çalışıyorsunuz ama lise gibi ortaokul gibi okulunuz çalışanıyla, hocasıyla. Her il’e bir Üniversite açmanın ilk tohumları atılıyor daha o zamanlar meslek yüksek okullarıyla. Üniversitenin bir kolu olan meslek yüksek okullarına, liseden devşirme hocalar geliyorlar.

Yer Kastamonu.

Gözündeki ışıltıyı ve pırıltıyı seçtiğiniz bir öğrencinizle aynı evi paylaşmak için girişimde bulunuyorsunuz. “Rasim, beni misafirhanede rahat bırakmıyorlar, sizin evde kalacağım, uygun mu?” dediğiniz zaman, “tabi hocam ne demek?” diyor. “Yalnız bir ricam var. Benim sizle kaldığımı arkadaşlarınız dahi bilmeyecek, hem sizin için iyi olmaz, hem de benim için. Öğrencisiyle kalıyor dedirtmek benim için iyi olmaz, hocasıyla kalıyor dedirtmek de sizin için iyi olmaz. Böyle bir kısıtlama veya saklanmaya katlanabilir misiniz?” diyorum, yine büyük bir memnuniyet gösteriyor. Taşra’nın kuralları bunlar. Her il’e bir Üniversite açanların görünmeyen, ama asıl amacı maalesef Üniversite’nin çevreye uymasıdır. Çevrenin Üniversite’ye uyması değildir. O bölgeye ve ortama çok şey katması gerekirken, çağdaş bir değişim yaratması gerekirken, maalesef taşra olmanın kültürü, Üniversiteleri o bölgeye uydurtuyor o zamanlar. Öğrenciyle aynı evi paylaşırken saklanmak gerekir çevreden, okuldan. Mazallah, hoca öğrencilerin kafalarını yıkayabilir, onları bazı yönlerden isyana sürükleyebilir, evi paylaşılan öğrencilere tolerans gösterebilir, diğer hocalarla olan ilişkilerde bilinmeyen hoca sırları verilebilir, sınav soruları verilebilir ve saire ve saire. 1984’ün taşra Türkiyesi’nde böyle düşünülebilir.

Rasim, Süleyman bir süre sonra da Ümit.

Öğrencilerim.

Hamam’ın hemen yanındaki zemin katta aynı evi paylaştık bir süre. Ta ki, “ders notları ideolojik, yaşayan Türkçe konuşmuyor” gerekçesiyle okul müdürünün Rektörlüğe yazdığı bir yazıyla Üniversite beni Üniversiteden atıncaya kadar. Tezgâhı hazırlayan onlar, soruşturmayı yapanlar da onlar. Soruşturmacıya itirazınız, kadronuz gereği olası değilmiş sonradan öğreniyorsunuz. Daha sonra uzun bir hukuk süreci başlıyor. Askerliğimi bile Asteğmen olarak yapıyorum, Üniversitenin suçlamasının aksine sakıncalı bile değilim çünkü. Subay oluyorum. “Yaşayan Türkçe” ne ise, “yaşamayan Türkçe” konuştuğumdanmış işime son veriliyor. Sonradan öğreniyorum “yaşayan Türkçe’nin” ne olduğunu. “Cihan-ı şumül” denilecekmiş “evren” yerine. Simge sözcükler vardı o zamanlar, “olanak” dediniz mi yaşamayan Türkçe konuşmuş olurdunuz. “İmkân” diyecektiniz ki “yaşayan Türkçe” konuşmuş olasınız. Şimdi en muhafazakârı bile “olanak” diyor artık. Bunlarla uğraşılmıyor.

Askerliğim sürerken açılan davalar bir bir kazanılıyor. Tarafsız bilirkişiler ders notlarımın ideolojik bir yanını bulamıyorlar, belgeli ve kanıtlı literatür bilgileri olduğunu söylüyorlar. Davacının konuştuğu Türkçe’nin de yaşayanının veya yaşamayanının diye bir ayrımının olmadığına karar veriyorlar. Askerlik dönüşü Üniversiteme geri dönüyorum. Göreve bu sefer merkezde Ankara’da başlıyorum.

Öğrencilerim de çoktan terk etmiş Kastamonu’yu. Ya mezun olmuşlar ya da yarım bırakmışlar. Lüleburgaz’da askerlik yaparken bir hafta sonu 1987 yılında Çanakkale’ye geliyorum Rasim’i ziyarete. Babası ve annesiyle tanışıyorum. Bir gece evlerinde kalıyorum misafir. Daha o zamanlar Kastamonu’dayken sınıf arkadaşı Aynil ile evlenmemişlerdi.

Uzun bir süre ilişkimiz koptu ev arkadaşlarımla. Ta ki 1995 yılına kadar. Bir gün bir telefon çaldı. Çanakkale’den Rasim’di arayan. Nasıl bulmuşlarsa telefonumu, çok şaşırdım ve memnun oldum. Aynil ile de konuştum. Evlenmişler, bir erkek çocukları olmuş. Daha sonraki zamanda da bir yeni yıl kartı almıştım, şimdilerde pek yazılmayan. “Çanakkale İnsan Hakları Derneği Başkanı Rasim Oktar”.

Yıl 2007 Haziran.

Elektronik posta adresimi bulan eski ev arkadaşlarımdan Ümit, Rasim’in rahmetli olduğunu söylüyor. Beynimden vurulmuşa dönüyorum. Araştırıyorum, 1996 yılında Ezine kara yolunda bir trafik kazasında eşi Aynil ile vefat ediyor. Çocuklarına dedeleri bakıyormuş.

Rasim ve Aynil Oktar. 23 yıl önce öğrencilerimdiniz. Allah rahmet eylesin.

 
Toplam blog
: 135
: 1226
Kayıt tarihi
: 11.10.06
 
 

Ankara Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu Öğretim Üyesi. Spor Sosyolojisi, Popüler Kültü..