Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

23 Ağustos '07

 
Kategori
Tarih
 

Köle pazarı

Köle pazarı
 

Zamanla alışkanlıklar, yaşam tarzı, siyasal düşünceler, kentler, üretim araçlarının şekli de değişiyor. İnsanın tarih sahnesine çıkmasından itibaren, kendisi ve buna bağlı olarak kendisinin ürettiği bütün alt ve üst değerler sürekli değişti.

Augustus tarafından M.Ö. birinci yüzyılda Rome (Roma) merkez alınarak kurulan Roma İmparatorluğu, bir çok açıdan insanlık tarihini derinden etkiledi. Bilinen en büyük köle pazarları bu imparatorluk sınırları içinde kuruldu. İmparatorluk dışından savaş sırasında tutsak düşen insanlar ve Afrika’dan da zorla getirilenler köle olarak adlandırılıyor ve bu insanlar imtiyazlı sınıfın bireylerine satılıyor yada devletin kölesi olarak ağır işlerde çalıştırılıyordu. Zulmün olduğu her yerde direniş de olur. Tarihin bilinen ilk köle isyanı M.Ö 73’de aslen Trakyalı olan, bir savaşta esir düşen Sapartaküs ve arkadaşları tarafından Roma İmparatorluğuna karşı yapıldı. İki bin yıldan fazla zaman geçti bu isyanın üzerinden, kölelik de bu süreç içinde şekil değiştirdi. Her ne kadar bildiğimiz anlamda kölelik yasaklanmış olsa da yine de şekil değiştirmiş olarak sürüyor.

Kim derdi ki Spartaküs’ten bu yana o kadar zaman geçecek, gün gelecek bir oyun çok popüler olacak, bu oyunda oynayanlar köle olacak ama bu kölelik de imtiyazlı ve gıpta edilecek bir kölelik şekline bürünecek. Öyle ya, alan da razı, satan da razı, satılan da razı. Evet futboldan ve futbolculardan bahsediyorum. Köle pazarı kuruldu bu öyle bir pazar ki; çoğu genç o pazarda satılmak için can atıyor. Gazetelerde rakamlar havada uçuşuyor, bir futbolcu sekiz milyon dolara satılıyor, diğeri altı milyon dolara satın alınıyor. Oyunun asli unsuru olan futbolcular ise bu alış-satış işinde büyük çapta bir serveti cebine koyuyor. Türkiye’de birinci ligde oynayan bir futbolcu bir yılda, ortalama yediyüz- sekizyüz bin lira civarında para kazanıyor. Asgari ücretin dörtyüz lira olduğu bir ülkede dudak uçuklatan bir rakam bu. Bir başka ifadeyle asgari ücretle çalışan bir işçi, bir futbolcunun bir ayda kazandığını kazanabilmesi için yaklaşık 15 yıl çalışması gerekiyor. Biri bir ayda, diğeri 15 yılda kazanıyor o parayı. Bu örnek, oynayanla izleyen arasındaki hayat standardının farkı. Unutmamalı ki bu alış-veriş işinde futbolculardan daha çok takım başkanları ve yöneticileri karlı. Nerden kazandıkları belli olmayan (olan) tonlarca parayı bu alış- satış işlemleri sırasında aklıyorlar ve bu işlemlerden sonra değerli, saygın birer işadamı payesi kazanıyorlar. Aldıkları ihalelerden kazandıklarını bu kara paraya eklediğimizde ortaya çıkan ciroyu anlamak için ciddi bir ekonomi yazısı yazmak gerekir.

Alan-satan-satılan ilişkisinin dışında kalan ve asıl en önemli halka olan izleyici-taraftar olgusunu ise baştaki üçlü sacayağı ışığında irdelemek gerekir. Asgari ücretli-futbolcu arasındaki refah farkına yukarıda değindik. Eklemek gerekir ki, işsiz insanların yada çok daha düşük ücretle çalışan insanların sayısı, asgari ücretli çalışan insan sayısının iki üç katı. Hal böyle olunca, bu kadar az ücretle çalışıp hayatını sürdürmeye çalışanların en büyük müşterisi olduğu bu endüstride, nasıl oluyor da bu kadar büyük bir pazar meydana geliyor? Yada açlık ve fakirlik sınırında yaşayan insanlar nasıl oluyor da bu pazara katkıda bulunabiliyor? Haftalık haçlığını biriktirerek taraftarı olduğu takımın maçına giden insanın yaşadığı sanal hayatın sorgulanması gerekiyor. Ne yazık ki kendi gerçekliğinden uzaklaştırılmış, kendi sınıfsal bilincinden yoksun bırakılmış o insan, taraftarı olduğu takımın maçına giderek, anlık bir mutluluk yaşamaya çalışıyor. Tribünde otururken, izleyenler arasında doksan dakika boyunca sınıfsal bir farkın değil, aynı takımı tutmanın yarattığı bir eşitliğin meydana geldiğinin farkında. O taraftar maç süresince, bir şeye ait olmanın verdiği hazla kendini mutlu edecek golleri takımının atması için bağırıyor. Onun içindir ki, tuttukları takım yenilince en çok hayal kırıklığına uğrayan, en çok şiddet sergileyen de o ve onun durumunda olanlar. Kendisi için çok değerli olan bilet parası karşısında, gerçek hayatta ki mutsuzluğunu unutmak istiyor, olmayınca avunacağı başka bir şeyi olmadığını da biliyor. Biliyor, gecekondusu, borçları ve daha bir çok hayal kırıklığı yaratan şey kendisini beklemekte.

Bir zamanlar fazla kirletilmemiş bir oyundu futbol. Forma aşkına futbol oynanıyordu, oynayanlar bu kadar ciddi paraları kazanmanın peşinde değildi. Lev Yaşin, Puskas ve o dönemin bütün futbolcuları sadece temiz ve seyirlik bir oyunun parçası olmaktan başkaca bir kaygı duymuyorlardı. Kapitalizm her şeyi kirlettiği gibi, basit bir oyun olan futbolu da endüstrileştirerek ve siyasallaştırarak kirletti. Figüranlık da bu sistem de her zaman olduğu gibi emekçilere kaldı.

 
Toplam blog
: 67
: 1679
Kayıt tarihi
: 11.08.07
 
 

Adıyaman'da doğdu. ilk ve ortaöğrenimimi yatılı bölge okullarında okudu. İzmir 9 Eylül İktisat Fa..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara