Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Ağustos '16

 
Kategori
Deneme
 

Nâzım Hikmet Destanı

Nâzım Hikmet Destanı
 

Oldukça büyük bir salondu. Sahneyi ayrıca karşıdan ve yanlardan izleyen geniş locaları vardı. Lütfi Kırdar Kongre Merkezi bu tip klasik müzik konserleri için gayet uygun bir yer. Ya da en azından ben böyle düşünüyorum. Daha öncesinde burada sahneye yalnızca üç sıra uzaklıktaki bir koltukta oturarak alanında en kıymetli piyanistler arasında gösterilen İdil Biret’i dinlemiştim. Aradan sanırım iki yıla yakın bir zaman geçmesine karşın o gecenin enfes müzik ziyafetini asla unutmam. Sanatçının piyano çalarken, tuşlar üzerinde gezinen ellerini göremesem de tam bu esnada yüzünün aldığı o haz dolu silueti izlemek memnuniyet vericiydi. İşini yapmaktan son derece keyif alan, müziğe ve piyanoya tutku ile bağlı olan bir sanatçıydı. Zaten aksi düşünülemezdi. Bir işte başarılı olunmak isteniyorsa şayet, ilk önce o iş sevilip, benimsenilmeliydi. Emile Zola’nın bir romanından aklımdan kalan özlü ve anlamlı bir sözü vardı. Aşağı yukarı şöyle diyordu; ‘ Eğer dünyada her insana sevdiği işi yapabileceği bir olanak yaratılmış olsaydı tembellik denilen şey hiç olmayacaktı.’
Kuşkusuz bu yazı, değerli sanatçımız İdil Biret üzerine kaleme alınmadı. Elbette onu da ileriki günlerde yazmak isterim, ama ben bugün size kıymetli bir eserden bahsetmek istiyorum. Eserin adını okuyunca eminim içeriği hakkında da malumatınız olacaktır. İsmi, ‘Nâzım Hikmet Destanı’
Biletix’in web sayfasında İDSO kapsamında gösterilecek bu etkinliği rastlantı üzerine görüp, hemen heyecanlanmış ve vakit kaybetmeden biletimi almıştım. Konser günü gelip çattığında ise sahneyi sol taraftan izleyen locadaki yerime geçmiştim. Doğrusu bir parça hayal kırıklığına uğramıştım. Tabi ki beni düşündüren konserin içeriği değil, koltukların neredeyse yarısının boş kalışıydı. Böylesine önemli bir eserin sahnelendiği bir gecede koltukların neden dolup taşmadığını anlayamıyordum. Galiba insanların önemli bir kısmının zevkleri ve tercihleri benimkilerle pek uyuşmuyordu. Neyse, bu meseleye kafa yormayalım da şu sahneye göz atalım;
Gecede kullanılacak bir çok enstrüman sahnenin neredeyse tamamını kaplamıştı. Sahnenin arka kısmı ise kalabalık bir koroya ayrılmıştı. Sahnenin en önünde ise bir piyano tüm heybeti ile duruyordu. Farklı çalgıların ve seslerin müzikal notalar eşliğinde yaratacağı bu enfes uyumu merakla beklemeye başlamıştım. Ki bu bekleyişe çok kalmadan sahneye sanatçılar alkışlar eşliğinde birer birer çıkmaya başladılar. En son sahneye çıkan ise sanatımızın kıymetli şefi, Gürer Aykal’dı.
Sanatçılar, Gürer Aykal’ın sahneye teşrif etmesi ile ayağa kalkıp, saygılarını gösterdiler. Smokini içinde dinç ve keyifli görünüyordu. Kır saçlarını arkaya tarayıp, kendisini alkışlayan izleyici kitlesi önünde o da saygıyla eğildi ve sonra ekibine dönüp, oturmalarını istedi. Evet, artık ‘Nazım Hikmet Destanı’ başlayabilirdi.
Nâzım Hikmet’in en güzel şiirleri, sevgili sanatçımız Muammer Sun tarafından bestelenip, orkestranın çok sesliliğine uyarlanmıştı. Evrensel şairimizden okuduğumuz şiirler bu defa notalar eşliğinde olağanüstü bir çınlama ile koskocaman salonda yankı buluyordu. Bu kalabalık orkestranın işini ciddiye aldığı muhakkaktı. Bulunduğu yerden ekibini yöneten Gürer Aykal ise sanki bir meydan muharebesini yönetiyormuşçasına kendisini destanın bu sihirli seyrine bırakıvermişti.
Kız Çocuğu, Kadınlarımız, Bu Vatana Nasıl Kıydılar, Vatan Haini ve şairin daha pek çok özel şiiri bu dev orkestranın çok sesli, çek renkli enstrümanlarında müthiş bir sese dönüşüyor ve kalabalık koronun hep bir ağızdan çığırdığı son şekli ile etkileyici bir destan oluveriyordu. Sanki Nâzım Hikmet sahnede boylu boyunca duruyor, bize kendi destanını kendisi anlatıyordu. Nasılda etkilenmiş, nasılda bu seyre kapılıvermiştim. Gözlerim ve kulaklarım pürdikkat sahnedeydi… En sona gelince ise gözlerimin dolmasına sebep olan o eser çalındı;
Memleketim, memleketim, memleketim,
ne kasketim kaldı senin ora işi
ne yollarını taşımış ayakkabım,
son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,
Şile bezindendi.
Sen şimdi yalnız saçımın akında,
enfarktında yüreğimin,
alnımın çizgilerindesin memleketim,
memleketim,
memleketim...
Konser noktalandığında yanaklarımdan iki damla yaşın süzüldüğünü fark ettim. Ve o gece evrensel şairimizin benim ruhumda nasıl derin bir iz bıraktığını hissettim. Kendime gelmeye çalışırken ise seyirci kitlesi sahneye çıkan yaşlıca bir adamı alkışlamaya başlamıştı. Yaşlı adam genç bir görevlinin yardımları ile sahneye gelip, kendisine sevgilerini gösteren izleyicileri selamladı ve mikrofonu eline alıp, şöyle dedi;
‘Bu alkışlarınızın yüzde doksanını Nâzım Hikmet için kabul ediyorum. Her şeyi hak eden odur…’
Bu sözü alkışın şiddetini bir parça daha arttırmıştı. Sonradan anladım ki sahnede böylesine sahiplenilen ve sevilen kişi bu eseri dinlememize vesile olan saygıdeğer üstadımız Muammer Sun’du… Öylesine iyimser ve öylesine mütevazı idi ki insan böyle birisine ancak hayran olabilirdi. İyi ki vardı. İyi ki vardılar…
Konser bitmiş, insanlar geldikleri gibi birer birer dağılmışlar, ben ise Taksim'den metroya yürürken, evrensel şairimizin ‘Memleketim’ isimli şiirini mırıldanır olmuştum… Ne de güzel, ne de içten yazmıştı… Evet, denildiği üzere iyi ki vardı ve iyi ki bize aitti…
7 Ağustos 2016
İstanbul 

 
Toplam blog
: 27
: 732
Kayıt tarihi
: 21.06.10
 
 

Edebiyat, edebiyat, edebiyat....  ..