Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Kasım '10

 
Kategori
Öykü
 

Ölüm bazen uzun sürer

Ölüm bazen uzun sürer
 

23.04.2002

Aslında sıradan bir gün, yani bir gün önceden hiçbir farkı yok. Rutin bir sabah. Kahvaltıda her sabah olduğu gibi sadece bir bardak süt içmişsin. Bardağın lavaboda duruyor; yine yıkamadan çıkmışsın, acelen varmış gibi yapmışsın. Her zamanki gibi banyonun ışığını kapatmamışsın ve bu sefer de göz kalemini çantana koymayı unutmuşsun. Telefonunu şarja koymuşsun geceden ve şarj aleti her zamanki gibi prizde. Asla öğrenemedin onu fişten çekmeyi. Ne kadar, “ev yanacak bak bir gün senin yüzünden” dediysem de inandıramadım seni ya da kandıramadım… Zaten hangi gerçeğe inandırmak kolay oldu ki seni?

Odandaki müzik aletinin sol üst köşesindeki kırmızı ışık yine yanıyor. O ışık hiç kapanmaz zaten. Takvimden bir yaprak daha sökmüşsün, eminim odadan çıkmadan birkaç saniye önce yaprağı kopardın ve elindeki sütten son bir yudum daha alıp bardağı mutfak lavabosuna bıraktın.

Küçüklükten beri hayalindi; bir evin olacaktı ve sana ait bir hayat… Şimdi bunlara sahipsin ama mutlu değilsin hiç, neden? Köpeğin yine yatağının sağ köşesindeki yerini almış, yemek saatine kadar uyur artık. Duvardaki saat aynı sessizliğiyle ilerliyor, o da seni bekliyor, köpeğin gibi… Evden çıktığın gibi her şey yani ve döndüğünde bulmak istediğin gibi. Hayatındaki rutinliği ben bozmak istedikçe sen tavan arasına kaldırılmış tuvaldeki Yasemin’sin, değişmiyorsun.

4 Nisan 1998 Günlerden Cumartesi…

Hastanede geçen yüz beş gün, üç buçuk ay. Bir ömür demek aslında. Ve yine dışarıdayım ama soluduğum hava nefesine karışmıyor artık, tenine dokunamıyorum, sesini duymuyorum. Ölümden farksız bir sabah ve ben senden uzakta yaşayacağım artık…

Bundan tam yüz beş gün önce ve ben seninle geçen son 25 dakikamı yaşıyorum... O kadar mutluydun ki, hayatındaki her hücrenden zevk alabilmeni hep kıskandım zaten. Mutluluğunu kıskandığımdan değil, mutluluğunla mutlu olamadığımdandı tüm üzüntüm.

Yola çıkmıştık, sana defalarca anlattım “yaşayamam o küçük kasabada, ne yaparım ben, nefes bile alamam” dedim. Ama kafana koymuştun, gidecektik. Şimdi olsa seninle geçen her saniyemle mutlu olmayı başarabilirdim ama artık geç kaldım. Ömrünün sana vaat edilen, nefesini içine çeke çeke yaşayabileceğin son 25 dakikası ve işte kavga etmeye başlamıştık.

Gitmek istemediğimi tüm öfkemle ve belki de, senden, beni götürdüğün için nefret ederek anlatmaya çalıştım ama öyle inatçıydın ki mutlu olmanın tek yolunun o şehirden, o hayattan kurtulmak olduğuna… Hayatımı savunmak için bir fırsat bile vermeden, nefessiz sürüyordun arabayı.

Hep inatçıydın. Olacakları bilmeden geri çevirmeye çalıştım seni ama hayallerin vardı ve benim hayallerim senin hayatından uzaklaşmaktaydı. Neden dinletemedim ki sanki, neden duyuramadım ki sesimi?

Benim de bir yaşamım, istediklerim vardı hayattan. Seni hayatımın ve geleceğimin tam ortasına saklamışken ömrünün bitmesine dakikalar kalmıştı.

Benzi almak için durduğun yerden hiç hareket etmeseydik keşke… Ve yine tartışma başladı…

- Geri dönmek istiyorum Mehmet. Sen git gör işte, vazgeçersin zaten ben olmayınca.

- Saçmalama Yasemin, orası bizim hayatımızın geri kalanı olacak. Bu fikre kendini alıştırsan iyi olur.

- Ben orada yaşayamam diyorum.

- Öyle demiyorsun. Kendini böyle bir yalana kandırmışsın sadece.

Dakikalar ilerliyordu. Sen hala geri dönmemiştin. Nereye gittiğimizi bile bilmediğim bir yolda ve o küçük kasabada sadece senin için, senin ölümünü izleyecektim. Ömrünün bitmesine belki de 5 dakikadan bile az kalmıştı, Hala bana mutluluğu anlatıyordun. Ben seni dinlemiyordum biliyordun ama öyle inanmıştın ki oranın bizim mutlu olmamızı sağlayacak tek yer olduğuna. Bir yandan da gönlümü almaya çalışıyordun ama ben mutsuzdum. Ve son dakika…

Eğer frene birkaç saniye önce basabilseydin belki de şimdi yanımdaydın…

Kazayı ve Yasemin’in neden bu kadar mutsuz olduğunu iliyordum elbette ama kazayı açıkça okumak beni yine dört sene önceye götürdü. Masasının üzerinde bulduğum kâğıt onun, kazadan üç buçuk ay sonra yani hastaneden çıktığı gün yazdığı ve son defa yazdığı yazıydı. Bu konu hakkında tek bir cümle bile kurulmadı o zamanlardan sonra. O’na Mehmet’i hatırlatacak her türlü ayrıntıdan, sesten, kokudan, şiirden, şarkıdan uzak durdum yıllarca ama O’na unutturmaya çalıştığım dört yıl aslında hep odasındaymış ve hiç unutmamış, yarası hiç kabuk bağlamamış, “artık ağlamıyor” zannettiğim gözleri hiç susmamış aslında. “Neden mutlu olmuyor?” diye O’na kızarken, O mutsuzluğu hiç gömmemiş aslında…

Şimdi ne yapacağım? Hiç okumamış gibi yapsam başarabilir miyim? Ya da okuduğumu nasıl anlatabilirim ki? O benden hayatını gizlerken, geçip karşısına “şimdi daha iyi anladım neden hiç gülmediğini” diyebilir miyim? Diyemem…

Birazdan çıkacağım, kâğıdı aldığım yere bıraktım. Ayakkabılarımı giydim ve evden çıktım. Ambrossia’ya doğru ilerliyorum. Neden bilmiyorum ama O’nu görmeye ihtiyacım var. Ambrossia O’na Mehmet’ten kaldı. Kaza günü Yasemin’i oraya götürüyordu. Orayı göstermeye ve sevdirmeye…

Kasabanın sonunda küçük, salaş bir bar Ambrossia. Kazadan önce Mehmet’in mutluluk kaynağıydı, şimdi Yasemin’in yaşama sebebi… Yasemin kazadan sonra Mehmet için devamlı kendisini suçladı ve onu hayallerini yaşatmak için kendi hayallerinden vazgeçerek buraya yerleşti. Ben de O’nunla birlikte geldim. Çocukluktan beri tanışıyoruz Yasemin’le. İnsanın, hayatta en çok sevdiği kişinin gram gram eridiğini görmesi berbat bir şey. “Keşke hiç tanımasaydım” bile dedirtiyor bazen.

Ve işte Ambrossia’dayım. Yasemin’e baktım ama yok. Bugün cumartesi, unutmuşum; Yasemin dört yıldır her cumartesi şehre iner. Mehmet’i ziyaret etmeye. Her gittiğinde O’nun sesini duymadan, O’na dokunamadan geri geleceğini bilse de, her cumartesi O’nu ziyarete gider. Tek mutlu olduğu yerin orası olduğunu düşünmeye başladım ya da doya doya ağladığı, rahatladığı tek yer…

Ozan yine her zamanki yerinde akşama hazırlık yapıyor. Gitarının akordunu yapıyor ve nedense bugün biraz durgun, elindeki biradan anladım; bu saatte içmeye başlamaz ama… Ozan barın gitaristi. O’nun kadar güzel gitar çalan ve sesi güzel birini daha görmedim. Yasemin’e âşık ozan, o kadar çok seviyor ki Yasemin’i… O’nu mutlu etmek için elinden gelen her şeyi yapıyor ama sanırım artık O da yoruldu. Son zamanlarda uzak görüyorum O’nu her şeyden. Sigarayı da çoğaltmış…

Biraz oturum Ozan’ı izledim. Beni fark etti ama üzerindeki gariplikten olsa gerek kalkıp yanıma gelmedi; sanki kimse gelmemiş gibi gitarıyla uğraşmaya devam etti. Yasemin hala yok, sanırım alışveriş de yapacak. Geç gelir artık bugün. Zeynep bardakları temizledi, şimdi de masaları düzeltiyor. Her şey normal gibi görünüyor aslında ama herkesin suratı asık ve kimse konuşmuyor birbiriyle. Bugün cumartesi olduğu için ve Yasemin hala gelmediği için olabilir mi?

Mehmet Yasemin’in hayatından gideli tam dört yıl oldu. Hala dünkü gibi Yasemin’in acısı, hiç dinmedi ve kendini suçlamaktan hiç vazgeçmedi. Hep mutsuz yaşaması ne demektir bir insanın? Hayatının her dakikasında kendisini suçlaması nasıl bir acıdır? Bir insan gülerken kendisinden nefret edebilir mi “onsuz nasıl gülebiliyorum” diye? Yasemin dört senedir böyle yaşıyor hayatını. Hayatı bana da zehir ettiğini düşündüğü için ilk zamanlar beni gönderme çabasına girmişti ama yavaş yavaş vazgeçti. Belki de bunun için bile suçluyordur kendini diye hep, mutluymuşum gibi yapıyorum ama bir insan en uzun ne kadar rol yapabilir ki?

Yasemin geldi. Beni o saatte orada beklemiyordu eminim ama şaşırdığını hissetmedim. Arabadan indi, yavaş yavaş yürüdü ve hasır sandalyesini bulunduğu yerden biraz uzaklaştırarak 15-20 dakika öylece oturdu. O’nu uzun zamandır bu kadar yorgun görmemiştim. Bir şey mi olmuştu? Gidip yanına, sorsam söyler miydi? Söylemezdi…

Aradan ne kadar geçti bilmiyorum, kendisine yaptığı kahve bitmek üzere, sigarası yarım ve mutsuz, “bitti” dedi… Nedir biten? Neredeydi bu saate kadar? Hiçbir şey anlamamıştım. Sorsam söyler miydi? Söylemezdi… “Bugün masandaki kâğıdı okudum, seni daha iyi anlıyorum şimdi” desem ne derdi? Diyemezdim ki…

- Yasemin iyi misin?

- Sence?

- Kötü görünüyorsun.

- Öyleyim zaten.

- Biten ne?

- Geri kalan her şey…

Ve kalkıp dışarı çıktı. Kapıdan çıkarken “ben biraz dolaşıcam” dediğini duydum. Kulağımda aynı ses, “geri kalan her şey…” Ne demekti bu şimdi?

Bir insanın ikinci kez ölüm haberini almak ne demektir? İkinci kez aynı acıyı hissetmek, aynı çıkmaza girmek… Tam O’nun yokluğuna alışmışken tekrar O’nsuz kalmak.

Mehmet… Ölmüştü… Tekrar aynı yangını arkasında unutarak. Dört yıl sonra ve aynı acıyla… Yasemin’in ağzından bu cümleyi ikinci kez duydum. “Mehmet öldü…” Mehmet zaten ölmüştü, yani hayatında yoktu zaten. Hangi ölüm en acısıydı? Hangisi insanı en çok yıkardı?

O gün, yani kazadan sonra Yasemin’in kaburgaları kırılmıştı, kolu, bacakları her yeri kırık içindeydi. Kurtulması çok zor demişlerdi ama üç buçuk ay sonra hastaneden çıkmıştı. Ruhunu ve mutluluğunu Mehmet’in yanına bırakarak, çıkmıştı…

Mehmet, Yasemin kadar şanslı değildi. Beyni büyük hasar almış ve vücudunun her yanı kırık içindeydi, felç kalmıştı. Yaşaması imkânsızdı; yaşasa bile eskisi gibi olmasını beklemek aptallık olurmuş, Yasemin kurmuştu bu cümleyi. Yine kendini suçladığı bir sırada kendi kendine konuşurken söylemişti.

Dört yıldır o hastanedeydi Mehmet. Yaşamla ölüm arası bir çizgide, uzun bir süredir ölümü bekliyordu. Ve bu sabah tamamen gitti… Mehmet için çok zor günlerdi eminim ama ben Yasemin’in yanındaydım ve ben onun yerinde olsaydım yaşayamazdım, kaldıramazdım bu yükü.

18.03.2005

Üç sene geçti aradan. Yasemin, aşık olmadığı ama mutlu olmayı başarabildiği biriyle, Ozan’la evli. Bir kızları var, ben de teyze oldum yani. Gülüyor artık, çok güzel pastalar yapıyor ve eskiden olduğu gibi keman çalmaya başladı. Hayata yeniden tutundu. Hala Ambrossia’yı işletiyor ama artık kocasıyla. Artı sabahları süt yerine sıcak çikolata içiyor. Işıkları kapatmayı öğrenmiş ve köpeği artık yok.

Hayatındaki tüm ayrıntıları değiştirmeyi başarabildi yani. Tek bir gerçeğin dışında, Ambrossia…

Anne olmanın tadını yaşadıktan ve mutluluğa yeniden kavuştuktan sonra yazdığı şiirin bir kıtasını okudu bana:

“ HAYATININ HER KÖTÜ AYRINTISINDAN

YA DA MUTSUZLUĞUNDAN KAÇABİLİRSİN BELKİ

ÇOK UZAKLARA GİDEBİLİRSEN EĞER…

AMA BİR İNSAN KENDİSİNDEN KAÇMAYI NASIL ÖĞRENEBİLİR Kİ?”

 
Toplam blog
: 57
: 877
Kayıt tarihi
: 24.10.10
 
 

1985 doğumluyum ve geçmişte yaptığım işlerle ilgili her bilgiyi önceki adımlarda sizlerle paylaşt..