Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Aralık '10

 
Kategori
Deneme
 

Ortaya karışık 1

Ortaya karışık 1
 

Obua


Kızların hesap ödeme anında yalandan da olsa çantalarına hamlede bulunmamaları gerçekten çok itici. “Erkek öder.” kuralının Türkiye gibi “erkek egemen” bir toplumda bir yere kadar geçerli olmasını savunurum. Fransa gibi light erkeklerin ağırlıkta olduğu light bir ortamda ise kimi kızların tüm şarapları erkeğe ödetmesi nedir, Türk erkeklerin bu huyunun bilinirliğinin buralara kadar gelmiş olması ne değildir anlayamadım. Kuruşuna kadar hesap yapıp bir sonraki buluşmada kuruşuna kadar karşılığını vermeye çalışan kızları da hiç sevmem, o da ayrı bir problem. Çünkü para konusunda babama çekmişim, kişisel ilişkilerde hiç para hesabı yapamam, unuturum. Kızlar da hesap yapmasın, genelde yanlış yapıyorlar zaten. Neyse, kızların bu para işinde ayarı tutturmayı bilmeleri lazım. Yalandan bir cüzdanına el at işte, ben de “Aa yok canım, ne demek, bir dahakine de sen ödersin.” diyeyim, hem bir dahaki buluşmanın da temelini atayım arada…

Şu aralar ekonomi ile ilgili olan kitabın biriyle fazlasıyla haşır neşir olmaktayım. Kitapta biz tüketicilerin gereksiz harcamalarından, mesela Starbucks’taki bir kahvenin eklentilerinin 0.2 tl maliyette olmasına rağmen bizden 2 tl fazla para istenmesinden ve biz “salak”ların da bu parayı vermesinden bahsediyor. Diyor ki, adamlar fiyat listesine “akıllılar için kahve:3, 50 tl, salaklar için kahve:5, 50 tl” yazmak yerine, “Caramel Macchiato:3, 50 tl, Caramel Macchiato zıpçıktı böğürtlenli-şamfırik fıstıklı:5, 50 tl” yazıyorlar. Burada 0.2 tl’lik ek maliyet yaratan bu yeni “eklemeli kahve” için 2 tl fazla para verenlerin salaktan bir farkı olmadığını söylüyor. Sonra süpermarketlere el atıyor, diyor ki, “Dikkat ettiniz mi, özel plastik kaplarla kaplanmış domateslerin fiyatı, kaplanmamışların nerdeyse iki katıdır.” Geçen gün yine bir süpermarketteyim. Raflara baktıkça kitaptaki satırlar bir film şeridi gibi gözümün önümden geçiyor. Benim küçük buzdolabımı dolu görmek garip bir huzur veriyor da, dolduruyorum yine “ihtiyacım” olanları sepete. Plastik kapla özene bezene kaplanmış 250 gr domatesin fiyatı 3, 5 euro, kaplı olmayan 250 gr domates ise 1, 65 euro. Hep özene bezene kaplanmış olanı alırken, bizim kitaba uydum ve ucuz olanı aldım bu defa. Bir de “camembert” diye bir peynirleri var bu fransızların. Yine kitapta dediği gibi, marketin ürünü olan camembert 1, 45, ünlü bir markanın ürünü olan ise 2, 35 euro. Kitaba uydum yine ucuz olanı aldım...

Geçen gün yine bir konçertodayım. Müziğe odaklanmam 25 dakikamı aldı. Çünkü 30-35 kişilik bir gösteri bu ve ben bir kişide ortalama 50 saniye kilitleniyorum. Çünkü o sahnede ne maceralar dönüyor ya rab. Bir kere yöneten adamın hızlı hareketleri, elleri, kolları, bacakları, titremeleri, bacaklarını kırıp sonra yeniden parmak ucunda yükselmeleri, onu arkadan görmeme rağmen beni güldürürken, onu önden gören koca orkestrayı nasıl güldürmüyor pek anlayamadım. Derken, adamın hemen önündeki kemancı kızın ara ara güldüğünü gördüm. Hem de ne gülme, kızı gülme tutuyor, kahkaha atmamaya çalışıyor garibim, dudakları titriyor. Kafayı da kemana yaslamış, notlara konsantre olmaya çalışıyor bir yandan… Sonra en arkadaki zilci var. Arkadaşları notaları yemiş yutmuş, önlerinde kocaman nota defterleri var, sayfa bitince hepsi bir elden haşır huşur çeviriyor koca sayfaları. Bizim zilcinin arada bir sırası geliyor, aheste aheste kalkıyor ayağa ki arada “tıs”lasın. Tamam birkaç “tıs”lık katkısı var orkestraya ama, işini öyle ciddiye almış ki, dikkat ettim, tıslamadan tam bir dakika önce ayağa kalkıyor, büyük bir dikkatle iki ayrı eline alıyor zilleri, ayakta bekliyor, sırası gelince bir tıs, sonra otur 0.

Parçalardan birinde sahneye böyle 10 numara bir kadın çıktı. Ama ne kadın. Üst baş siyah, makyaj yerinde, saçlar hiç kasılmamış, ama çok güzel olmuş. (Bu arada bir kadının 70-90 yıllık hayat tarihindeki en kötü saç şeklinin düğünündeki saçı olduğunu düşünmekteyim, ona başka bir yazıda gerekirse değinirim.) Kadın heybetiyle, ağırlığıyla, duruşuyla geldi yani sahneye. Ben zilciyi bıraktım, böylesine güzel bir kadının niye boş boş bekletildiğini düşünmeye başladım. Bir saniye sonra birazdan parçaya sesiyle eşlik edeceğini anladım. Bir sonraki parçaya eşlik edecekmiş yalnız, o da zilci gibi, herhalde köprü trafiğine falan kalırım diye 10 dakika önceden başladı hazırlıklara. Yani 10 dakika boş boş beklemeye ne gerek var anlamadım. Bir de o güzel gözleri koyacak yer bulamadı, bir izleyicilere bakıyor, bir şefin hareketlere. Ben bile rahatsız oldum onun oradaki rahatsızlığından. Dedim eline bir zil verseydiniz. Neyse bu kutsal şeylerle daha fazla dalga geçmeden, (dilerim bu yazıyı disiplinli bir orkestracı okumaz) o heybetli kadının şarkıya girdiği andan sonrasına geçeyim. O güzel saçlı, ince, narin ama heybetli vucüttan bir ses çıktı ki… Çıkmayaydı, açaydım kollarımı böyle, çıkma diyeydim… Benim yüzümdeeen… Bir de Almanca söylüyor, kart bir ses, ağzı yüzü, burnu dağıldı, şekilden şekle girdi. Hayallerim yıkıldı ama, oturduğum yerden sessizce gülmekten gözümden yaş geldi. Elin dantel fransızları alışmışlar tabii, ben doğu-batı sentezini temsil ediyorum burada. Benden yaş gelmesin kimden gelsin.

Gösteri sonunda dakikalarca alkışladık mı, alkışladık tabii. Hem de ayakta. Ben en çok zilciyi alkışladım. Ellerimi zil çalar gibi yapıp alkışladım ki en çok onun performansını beğendiğimi anlasın. Geçmişte çocuklar 10 parmak piyano çalmayı öğrenirlerdi, şimdilerde ilkokul çağlarından itibaren internet başında, 10 parmak klavye yazmayı öğreniyorlar. Ne acı. Diyerek sanata saygılı duruşumu da boy boy göstermek isterim. (Yukarılarda bahsettiğim süpermarket konusunu bir yere bağlamadığımı sananlar aşağıda yanılacaklar bu arada.)

Bir insanın saksafon çalma kararı aldığı gündeki psikolojisine ise gelmek istemiyorum. Ben olsam obua çalardım. Arkadaş ortamında yapacağın karizmaya baksana:
“Ne çalıyorsun?”
“Saksafon.”
“Ikk, mıkk… Peki sen?”
“Obua.”
“Bohovva… Ne ki o?”

Bir erkeğin yanında ortalamanın oldukça üzerinde güzellikte ve kılıkta bir kız varken, erkeğin duruşu, yürüyüşü, bakışları, esprileri değişiklik gösteriyor. Başbaşa yürürken yüksek bir özgüven geliyor. Diğerlerine daha çok bakıyorsunuz, bunlar da bizi gözetliyor mu diye. Çünkü erkektense, kızın dikkat çekişi daha fazla. Erkeği erkekler dikizlemez pek, ama kızı her iki cins de dikizliyor. Mesela bir kafede oturuyorsunuz, erkeklerin bakması bir saniye sürüyor. Sizi kıskanıp hemen yüzlerini çeviriyor, bir daha bak(a)mıyorlar. Kızlar ise kıskançlıktan kafeden çıkana kadar süzüyorlar. Ama sizi değil, yanınızdaki kızı. Öte yandan, para isteyen dilenciye cepten çıkan ilk bozukluğu vermek gibi aptallıklar da yapabiliyor erkek. Bence oldukça güzel bir kızla buluşmadan önce cepte sadece 2 euro’luk bozuk para yerine 10 cent taşınmalı. Yare atayım derken, telefonda bir altta yer alan enişteye “Teninin kokusunu özledim.” diye mesaj atmaktan beterdir bu durum. Atmadım da hani, atsam bile bu kadar koymazdı.

Ve bugün yine kahvaltı ediyorum evde. Arkadaş, süpermarketin markası olan camembert iğrenç çıktı. Peyniri fare deliğinin önüne koydum. Çıkardı bıyıklarını ve burnunu delikten; iki kokladı, okudu, üfledi, o bile yemedi. Domateslerin ise içi çürümüş, kestikten sonra tuzlamadım bile, tadına bakılacak gibi değildi. Güzel kaplı, janjanlı olanları yad ettim, duygusal anlar yaşadım. Elimde çatal, kapağı kapalı kitaba bir bakış attım, o aldı mesajı…

2-3 euro kar etmek niyetiyle çıktığım bu yoldan, aklımda İngilizlerin “Ucuz ürün alacak kadar zengin değiliz.” lafıyla döndüm. Bir de Teoman’ın şarkısının birinde geçer, “Çok kadın hiç kadındır oğlum, yalnızlıktır sonu.” Bu ne alaka şimdi onu ben de anlamadım…

 
Toplam blog
: 53
: 1499
Kayıt tarihi
: 17.10.08
 
 

*Liberal muhafazakar, oldukça postmodernist ve meritokrat bir gezgin  *Kuleli - Galatasaray - Boğ..