Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Mayıs '08

 
Kategori
Öykü
 

Rezzan'ın düşü ( 3 )

Rezzan'ın düşü ( 3 )
 

"evin sinir bozucu gerginliğinden uzak durmanın mutluluğunu yaşıyordu."


“Abla, çok daldın, çayını soğutma “ sözüyle irkilip kendine geldi. Soğumuş çayını yudumladığında, ağrıyan boğazını biraz olsun yumuşatabilmişti. Makine sesleri sanki birbirleriyle yarışıyordu. Gündüz, görevini geceye terk etmeye başladığında, yorulduğunu hissedip tabureye cansız bedenini zor attı. Ayakları artık isyanlardaydı. Makineler sustuğunda akşamın yedisiydi. Çalışanlar, akşamın son rötuşlarını tamamlayıp, yuvalarına dönmenin hazırlığını yapıyorlardı. Rezzan arkadaşlarıyla vedalaşıp, adımlarını şehrin kalabalık caddesine bıraktı. Dalgın yürüyordu çoğu kez. Vitrinlere baktı, kendini donuk mankenlere benzetti. Modelleri yorgun beynine kilitledi. Servis arabasının kalkmasına henüz yarım saat var, ne yapmalıyım diye adımlarını geriletti.

Modern alışveriş merkezinin, dönerli kapısından içeri girdiğinde, her taraf pırıl pırıldı. Işıkların çokluğu ekonomiyi isyan ettirir cinstendi. Kırmızı, portakal, sarı ve yeşil tonların hâkim olduğu tabelanın altındaki Rain Bowling salonunun önünde bulunan metal sandalyeli masalardan birisine oturup soluklandı. Bowling salonu çok genişti. Mor ve uçuk mavi rengin hâkim olduğu, hoş renkler insanı ağır topların lobutlar üzerindeki baskısına yönlendirmeye yetiyordu. Modern giyimli ve ekose desenli papyonlu garsonlar, müşterilerini bir av gibi izlemenin kazancı içindeydiler. Rezzan, Bowling salonundan gelen gürültüyü merak etti. Henüz oturduğu yeri terk edip, içeri daldı. Bankanın sponsorluğundaki “Marmara Birinci Bowling Turnuvası”, sunucu ile seyirci arasında oldukça ciddiydi. Alışveriş merkezinin modernliği ve kendine has kalabalığı varla yok arasında nane mollaydı. Kültür merkezinin kalabalığı ise, aksine kırk yıllık kahvenin hatırı gibi acıydı. Birkaç sanatseverin dışında, Mevlana’nın felsefesini tuvale yansıtan ressam Cengiz Çeliker’in resimlerine yoğunlaşan kimsecikler yoktu. Buna karşın bowling salonunda büyük bir hareketlilik vardı. Turnuvanın heyecanı tüm seyircileri sarmıştı. Her şeyden önemlisi de basının büyük ilgisi yadsınmazdı. Yer yer beyazlaşan uzun saçları burnunun ucuna düşen gözlükleri ve bej pantolonuyla büyük bir zıtlık oluşturan vişneçürüğü parlak gömleğiyle ellisini aşkın yaşına rağmen, sıska denecek kadar zayıf görünümlü sunucu olduğu tahmin edilen adamın konuşmalarını ve hareketlerini anlamak mümkün değildi. Rezzan, 50 cent Dmx icecube topluluğun müziği ile coşan gençler gibi olmak istedi. Ressam, yuvarlak ve beyaz örtülü masasında, arkadaşı çoban ressam Süleyman Şahin ile düşünceliydiler. Kıvrık saçlı ve top sakallı ressamın entel gözlükleri ardındaki gizemliliği tablolarına rengârenk yansımıştı. Kırmızı, lacivert ve morun anlamıyla Mevlana’nın sevgi dolu dünyasını bütünleştirirken ve fırçasının emeğini yansıtmanın gururunu pek yaşayamadı. Ressamlar, sessiz ve renksizdi. “ Bu ne duyarsızlık; bu ne ilgisiz bir toplum, bu milletin sanat damarlarından biri artık kopmuş, haykırışı, sevgiler paylaşılmadıkça değerini yitiriyorsa, sanat da paylaşılmadıkça, sanat için yapılanların anlam kazanamayacağını, sanatsız bir milletin de kültürü asla yakalayamayacağını yadsıdı. Mevlana’nın sınır tanımaz anlamlılığının, yayılması ve gökyüzüne dalgalanan semanın coşkusunun bütünleşmesi, yalnızca duvar üstünde mi kalmalıydı. Yoksa beyinlerdeki yerlerini mi alıp, anlam kazanmalıydı. Bowling salonundaki destekleyici firma yetkilileri sevinçliydi.

Basın, halk bütünleşmesini gerçekleştirmişlerdi. Bunun adı da bir nevi sanattı. Yani pazarlama sanatıydı. Bu sanatın önemi için gazetecilerin flaşı ardı ardına patlatmaları gerçeği yansıtır mı diye düşündüğünde, üzüldü. Rezzan, ressamın boynu büküklüğüne anlam veremedi. Bir tablonun satışının, ressamın yeniden alacağı boya ve tuval masraflarını, yeni eserlerin getirisini düşündü. Malzeme olmadan sanatçı olamayacağını kendi adı gibi biliyordu. Benim önümde kumaş olmasa, o elbiseyi ben üretemem ki karmaşıklığı içinde, kocası aklını kurcaladığında, yüreğinin cız ettiğini kanında hissetti. Sunucunun ortalığı hareketli hale getirme çabası madalya ve şilt töreniyle daha da canlandı. Ressam ise küskün köşesinde çayını yudumladığında, boğazındaki sıcaklığın düğümlendiğini yudumsaldı. Kapıdaki açılımların beklentisi yüreğini dağladı. Ve sonunda dayanamayıp belli belirsizce ‘ Yazıklar olsun be memleketin sanat ilgisine’ diye sessizce ağlamayı tercih etti. Mevlana gibi arındı dünyadan, uçup uzaklarla bütünleşti. Her şeyin sahibine “ Sabır!... Sabır !...” sözcükleri salonun içinde dolandığında, kulak bile bulamadı. Alkışların ardı arkası kesilmiyordu. “<ı>Bulmak istersen ara!... / <ı>Görmek istersen Bak!... / Fakat, Aşk ile Sevgiyle…” dizeleri yanındaki gökyüzündeki bulutların arasına tuvalleşmiş Mevlana’nın belli belirsiz görünümlü oturuşu beyaz ve mutluydu. Kırmızı, lacivert ve mor desenlerin hakim olduğu tuvallerdeki anlamın özü, <ı>“ Savaşmak için gösterilen enerji, barış için harcansa, işte bu renk cümbüşü içinde mutluğu yakalarsınız” mesajını ressam zaten biliyordu. Tek bilinmeyen gerçek ise tablolarda dolaşmayan gözler ve ressamın elinde kalan tablolardı. Rezzan, gelen ikinci çayından bir iki yudum alıp, servisine yöneldiğinde beş dakikası kalmıştı. Caddenin karşısında servis arabasını gördü, birazdan gitmek istemediği yuvasına bırakılacaktı. Hayalleriyle baş başa kaldığı, otobüsün pencere kenarlarını çok severdi. Kırk beş dakikalık yolculuğu yine de kendince bitmek tükenmez bilmez yaşantısı gibi uzundu. Şehir ardında kayboluyordu, ağaçların gölgesinde yol alan otobüsün pencere kıyıcığında gözleri dalgın öylece boşluğu seyretti. Askeri garnizona yaklaştığını fark etmedi bile, askerin, ‘efendim son durak artık’ uyarısının hoşnutsuzluğunu biliyordu. Buradaki yaşamın disiplini, içini daraltmaya yetiyordu. Otobüsün merdivenlerinden yorgun dizlerine hükmederek indi. Yeşil çimlere bakarak, ağaçların hışırtısı içinde evine yaklaştı. Çantasından anahtarını bir süre aradığında bulamadı. Cebinde olduğu aklına geldi, sinirle çıkartıp kapıyı açtığında, oğlu yeşil gözlerle karşısında özlemişliğini sundu…”

“ Hoş geldin anneciğim, nasılsın?”

“ Çoook yorgunum kuzum, baban evde yok mu?”

“ Nöbetinin olduğunu söyledi, gitti.”

“ Ohhh! Desene bu akşam seninle mutluyuz.” Gazinoya içmeye gitmiştir, oradan da nöbetine gider diye düşündü. Yorgunluğu biran olsun dağılmıştı. Zorda olsa gülümsemeyi başarabilmişti. Üzerini bile çıkartmadan, kocasının oturduğu koltuğa yerleşip, oğluna rol yaptı;

Kalın bir ses tonlamasıyla,

“ Getirsene benim rakımı!” sözü ikisine de gülümsemeye itti. Odanın içi sessiz ve rahattı. Küfür eden, eziyet veren kocası yoktu. Bu gece ay başka doğduğu gecesinde, sigarasını ağzına kondurup, oğlu jest yapıp, el çabukluğu ile yaktığında, dumanlarda gülücükler ve mutluluklar dolaşıyordu. Yeni aldıkları videoya Kemal Sunalın defalarca izledikleri ve en çok güldükleri, Salako filmini yerleştirip, bir kez daha seyretmeye koyuldular. Bir ara mutfağa yönelen, çocuğunun sesine kulak verdi;

“ Anneciğim, aç değil misin? Kalk bak! Sana güzel bir sürprizim var! Çabuk koş gel yanıma.”

“ Neymiş o kuzum?”

“ Yanıma gel anlarsın.” Rezzan, mutfağa yöneldiğinde, tezgâhın üzerinde pizzaya gözü takıldığında, mutluluğu bin kat arttı. Çaydanlığı, ocağın üstüne koydu. Kahkahalar yükseldikçe, çaydanlığın buharı da olanca hızıyla boşalıyordu.

Kocası gece nöbetini sonlandırmak üzereydi. Garnizon gecenin bir yarısı serindi. Kırağı, yeni kırpılmış çimenlerin üstünde pamuk tarlası berraklığında ışıldı. Rezzan, üşüdüğünü hissedip yatağına girdiğinde oldukça keyifliydi. Kocası, adım adım yaklaşıyordu iç huzurunu bozmaya. Sedat, İçeriye girip, her gün oturduğu yerine kuruldu. Bir süre sessizliğe daldığında, yorulduğunu kabullendi. Yatak odasına yöneldiğinde, odanın aydınlığı on beş vatlık lamba gibi sönüktü. Uyuyan karısını süzdü, yanına uzanıp uyumayı tercih etti.

Rezzan, mutlu bir gecenin ardından, erken uyanmıştı. Çabuk giyinmeye çalışıp, makyajını da öylesine yaptı. Çoğu zaman kahvaltıyı sevmezdi fakat yine de bir şeyler atıştırmanın gereksinimini vücudunun sadakası diye düşündü. Yorucu bir günün daha karşısında, direnmenin gücünü kendisinde bulmak istedi. Bulunduğu çalışma ortamında biran önce olmak ve evin sinir bozucu gerginliğinden uzak durmanın mutluluğunu yaşamak istiyordu<ı>.(Devam edecek)

<ı>2003/Bursa Ertuğrul ERDOĞAN

 
Toplam blog
: 300
: 466
Kayıt tarihi
: 06.05.08
 
 

Ertuğrul Erdoğan, 1958 yılının sonbaharında Ankara'da doğdu. 1968 -1980 yılları arasında babasını..