Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Şubat '17

 
Kategori
Aile
 

Sanki Audrey Hepbourn’ un küçük versiyonu…

Sanki Audrey Hepbourn’ un küçük versiyonu…
 

Gümüş düğmeli, pembe manto...


7-8 yaşlarındayım. Ankara  Bahçelievler 1. Cadde  no : 11 de oturuyoruz. Evimizin karşısındaki iki katlı, bahçeli evin duvarında hemen her gün genç ağabeyler oturup,  gitar çalıp şarkı söylüyorlar. Çünkü o zamanlar çocuklar - gençler sokaklarda - mahallelerde yaşıtlarıyla hayatı paylaşırlardı; biz çocuklar da hem oynar hem onları dinlerdik, arada da mutlaka şarkı ister - laflardık ağabeylerle… Gitar çalanlardan biri de evin oğlu Doğan ağabeydi. Sonradan Modern Folk Üçlüsü grubunun Doğan’ı olacak Doğan Canku yani…

 O cumartesi günü evimizden çıkmışız, önde elimden tutmuş ablam, arkada kol kola girmiş son derece şık ve zarif anne - baba güle oynaya Tandoğan’a doğru yürüyoruz. En sevdiğim şeylerden biri de yürürken atkuyruğumun sağa sola sallanması ve hoplaya zıplaya yürümek ki sanki o zamanlardan hayatın ritmine uymaya çalışıyormuşum... Çocukluğumdaki karede, her zaman anneyi-babayı bakımlı, şık, zarif ve mis kokulu olarak hatırlıyorum… Alışverişe gidilirken bile baba mutlaka takım elbisesini giyer, kravatını takar ( Zaten traşsız hiç gezmez); anne mevsimine göre elbise-tayyör-döpiyes vs.ni  giyer makyajını yapar (Saçları zaten her zaman yapılı, tırnakları hep bakımlı ve ojelidir) ve evden öyle  çıkarlardı.

İşten gelince, ellerini yüzlerini yıkayıp, evde giydikleri ev giysilerini giyerler sonra işlerine güçlerine bakarlardı. Evin içinde hastalık yoksa öyle pijamayla-gecelikle asla oturulmazdı. Bizlerinde sokak giysilerimiz ayrı, yazsa basma - kışsa pazenden annemin diktiği rengârenk ev elbiselerimiz başkaydı. Yatana kadar, yazın önü açık yazlık terliklerimiz - kışın kışlık pantuflarımız asla ayağımızdan çıkmazdı.

O zamanlar insanların her hareketinden, kendilerine, etrafındakilere, hayata özenleri-nezaketleri ve saygıları hissedilirdi…

Aylık erzak alışverişimizi yapmaya Tandoğan’daki Ordu Pazarına gidiyoruz (Şimdiki MSB Yurdu’nun olduğu yerde sadece TSK mensuplarının alış veriş yapabildiği çok büyük bir marketti ).  İçimde pır pır  bir heyecan.  Her ay nedensiz bir sevinç oluyor bu alışverişler benim için . Sıra sıra bakliyatlar, lolipop şekerler, rengârenk toplar, oyuncaklar, giysiler, mobilyalar, hele kırtasiye raflarının arasındaki o sihirli koridorlarda bir şeyler keşfetmeye bayılıyorum.

 Mahallemizde sadece bakkal-manav-kasap ve eski kâğıt kokulu minik bir kırtasiyecimiz olduğu için;şimdiki büyük marketleri anımsatan,  her şeyin bir arada satıldığı Ordu Pazarı rüya gibi bir yerdi benim küçücük dünyamda... Ordu Pazarı’nın yanında da her Cumartesi ablamla geldiğimiz Orduevi sineması vardı.

 Aylık alışverişe ayrılmış bütçemiz belli ve mutlaka içinde ablamla bana ayrı ayrı kolumuzdan büyük ( Sanırım 10cm-30 cm gibi bir şeydi) yaldızlı kâğıtlara sarılmış fıstıklı-fındıklı çikolatalardan, şemsiye çikolatalardan ve muz şeklinde ki çikolatalardan (İçi pralinliydi sanırım) alınırdı. Bilirdik ki çikolatalarımızı istersek 1 günde,  istersek de günlere bölerek bitirme hakkımız vardır ama tabii ki her gün ufak ufak yemek tercih edilmelidir... Bu yaşıma kadar o her gün bir parça yediğim büyük çikolatanın tadını asla unutamadım… Şimdi elimi attığım anda Tobleronlara, After Eightlere, bin bir çeşit çikolataya ulaşabiliyorum ama ııııhh nerde o kıyamaya kıyamaya yediğim kocaman çikolatanın tadı… Ufak tefek beğenilen oyuncaklar, ihtiyaca göre giysi, kırtasiye vs. de ilave edilirdi alışveriş listesine.

 O gün anne - baba tarafından ihtiyacımız olarak belirlenen ve bizim de beğenimiz sonucunda, ablama gümüş düğmeleri olan fıstık yeşili bir manto ( Siyah deri çizmeleri de o gün mü alınmıştı bilemedim ), bana da hala bu gün bile aklımda olan gümüş düğmeli, bebe yakalı tozpembesi bir manto, pembe uzun saplı minik bir omuz çantası  ( İlk çantamdı ) ,beyaz dantel külotlu çorap ve beyaz deri çizmeler alınmıştı... Adeta büyülenmiştim güzelliklerine, kendimi prensesler gibi hissediyordum… Çünkü o yaşa kadar kışın hep anorak ve bot alınırdı. Bir an önce eve gidip saatlerce onları giymek, aynada kendimi seyretmek, hayaller kurmak istiyordum… Sanki Audrey Hepbourn’ un küçük versiyonu gibiydim, sanki biraz sonra Paris’de kahvaltı yapacaktım ( Çocukluktan beri her hayalimin mutlaka bir Paris bağlantısı vardır ) ama kahvaltıya illaki üstü açık bir arabayla gidecektim, sanki bunları giyip sokağa çıkınca hayat duracak herkes bana bakacaktı ya da artık hayatım bambaşka olacaktı… Çünkü çok ama çok şıktılar… Eve gelip üstümde pembe mantom, içine bir acele mendilimi ve cüzdanımı koyduğum pembe çantam tabi ki ayaklarımda da beyaz deri çizmelerimle saatlerce kâh ayna karşısında poz verdim kâh misafir koltuklarında elimde oyuncak çay fincanlarımla, kendimce hayali oyunlar oynadım… Sonra pazartesi gününü iple çekmeye başladım çünkü o gün okula giyecektim cicilerimi ve arkadaşlarım kim bilir ne kadar beğeneceklerdi… Ertesi gün yani pazar günü geçmek bilmedi. Rutin büyük kahvaltımızı yaptık ki önemliydi hafta sonu kahvaltıları, mutlaka annemin kızarttığı yumurtalı ekmekler, sucuk, pastırma, börek, paskalya, kek, simit, krem peynir, zeytin ezmesi  ( Kavanozun üstünde fakir bir ailenin resmi olan Ender marka zeytin ezmesi en sevdiğim kahvaltılıktı, varmıdır acaba hala? ) vs. sofranın vazgeçilmezleri arasındaydı.  Anne ve baba çalıştığı için işe yetişme telaşından diğer günler daha küçük kahvaltılarla geçiştirilirdi. Gerçi babanın işi çok yakındı, biraz ilerimizdeki Askeri İnzibat Karakolunun komutanıydı (Yakın zamana kadar Bahçelievler 1. Caddedeki askerlik şubesiydi halen duruyor mu bilemiyorum ) , annenin öğretmenlik yaptığı okul o zamanki şartlarda evimize çokkkk uzak sayılıyordu, taaa Balgat Mustafa Kemal İlkokulu’na gidiyordu ( O zamanlar imara açılmamış gecekondu bölgeleriydi Balgat-Çukurambar-Erzurum Mahallesi). Daha doğrusu  evimizin hemen yanındaki Serdar Taksi’den aylık belli bir ücret karşılığı tutulan taksi annemi ve öğretmen arkadaşlarını okula götürüyordu ( Ki hala aynı isimle hizmet vermekte) çünkü o zamanlar okul servisleri yoktu, bizimkilerde böyle bir çözüm üretmişlerdi.  Yıllarca annemleri okula taşıyan taksinin şoförü Hürrem amca öylesine efendi, bilge, görmüş geçirmiş bir insandı ki  eşi ve çocuklarıyla  bir zaman sonra aile dostumuz olmuşlardı.  Ben daha önce Bahçelievler Alpaslan İlkokuluna devam ediyordum ama   sanırım okul çıkışlarında, yalnız ve küçük olduğum için yemek yememem-bakımsız kalmam-derslerimi aksatmam  nedeniyle bir iki hafta önce  annem beni de kendi okuluna almıştı. O Pazar günü, kahvaltı sonrasında her gün alınan Hürriyet gazetesinin elden ele dolaşması ( Gazetede beni en çok Güngörmüşler-Tenten- Basri ve Fatoş karikatürleri ilgilendiriyordu ) ve  banyo seremonisi  sıradaydı…Neden seremoni olduğuna gelince, çünkü annem hiç üşenmez su kuşu olan ablam ve benim için önce mutlaka küveti doldurur içinde gönlümüzce oynamamıza izin verirdi (Hafta içinde her gün sadece el-yüz-ayak ve illaki kulaklar yıkanırdı, büyük banyo pazar günleri klasiğiydi genelde her evde ) …Yıkandıktan sonra mutlaka evdeki büyüklerin eli öpülür “ Ohhhh mismiki kokmuşsun sıhhatler olsun “ cümlesinin sıcaklığı, mis gibi Blendax  şampuanı (O zamanların tek şampuanı) - illaki Hacı Şakir banyo sabunu ve Eyüp Sabri Tuncer limon kolonyası   kokan tenimize  karışırdı… …Belki de onun için o zamanlar herkesin yüreği sıcacık, herkesin yüreği mis kokuluydu… Ve ellerini öptüğümüz büyüklerimiz,  minicik de olsa bir harçlık koyarlardı ufacık avuçlarımıza… Günün geri kalan kısmını da kedimiz Zıpır’la koşturmaca -ders çalışma-kitap okuma-müzik dinleme-illaki kağıt bebeklerimle oynama ( Koleksiyon oluşturacak kadar çok kağıt bebeğim ve giysileri vardı, doyamazdım onlarla oynamaya)   vs.le  tamamladığımı hatırlıyorum ki ara ara yine Pembe mantomu Beyaz deri çizmelerimi giyip giyip salınıyordum odadan odaya …

Ertesi sabah olduğunda günün koşturmacası başlamıştı evin içinde. Kahvaltımı yaptıktan sonra bir heves – bir heyecan siyah önlük-beyaz yakamın altına beyaz dantel külotlu çoraplarımı -  beyaz deri çizmelerimi giydim, mantomu da koluma alarak evden çıkmadan son hazırlıklarını yapan annemin yanına gidip “ Ben hazırım “ dediğim anda annemin baştan aşağı beni süzen şaşkın bakışlarıyla karşılaştım…” Hayrola yeni çizme-mantoyla mı okula gideceksin? “ dediği an gidemeyeceğimi anladığım için dudaklarımın titremeye başladığını, gözlerimin dolduğunu ve “ Ama nedennn gitmeyeyim “ şeklinde bir itiraz cümlesinin hıçkırık gibi boğazımdan çıktığını hatırlıyorum… Ah benim canım anneciğim,  gözümdeki bir damla yaşa tahammül edemeyen hali, her zamanki yumuşaklığı ve ikna edici gülümsemesi ile beni kucağına aldı öptü gözyaşlarımı sildi ve “ Bak evladım, benim çalıştığım artık senin de okuduğun okul geliri çok az olan ailelerin çocuklarının da okulu, belki daha farkında değilsin ama arkadaşlarının çoğunun doğru düzgün giysileri yok, bu havada hırkayla - lastik ayakkabıyla okula geliyorlar, beslenme getiremeyenler var, evlerinde belki sobaları yanmıyor, çoğuna okul yardım ediyor, şimdi sen bunları giyersen çok özenirler,  alamadıkları için çok üzülürler, sen kıyabilir misin arkadaşlarının özenmesine, alamadıkları için üzülmelerine? Yeni giysilerin bir yere kaçmıyor ki, okul dışında istediğin yere giyebilirsin “ dedi… Ve çocukluğun verdiği dikkatsizlikle farkına varmadığım gerçekleri duyduğum anda, şimşek hızıyla okuduğum bütün Kemalettin Tuğcu romanları aklımdan geçmeye başladı ve döktüğüm gözyaşları yön değiştirerek bu seferde arkadaşlarım için akmaya başladı…

Annem ve babam,  her zaman etrafımızdaki insanları düşünen, onları kırmamaya, ezmemeye, ayrımcılık yapmamaya özen gösteren, insani değerlere karşı son derece duyarlı, bu konuda da ablama ve bana örnek olan insanlardı… Onun için annemin itirazını hiç yadırgamadım, anında ona hak vererek sonrasında da okulumdaki arkadaşlarıma hep özenli, hep o mahallede yaşayan biriymişim gibi davranmaya, elimdekileri paylaşmaya çalıştım küçücük aklımla… Ellerine azıcık harçlık geçtiğinde, hemen okulun karşısındaki kırık dökük baraka bakkaldan,  iki bisküvi arasına sıkıştırılmış lokum alarak bana ikram ettiklerini gözlerim dolarak hatırlarım bu gün bile… Arkadaşlarımın belki paylaşacakları oyuncakları-kitapları-yiyecekleri yoktu ama bu gün bile hatırladığımda içimi titreten herkese açık kocaman sevgi dolu yürekleri vardı… Halen ara ara o günlerden kalan birkaç arkadaşımla, annemin öğrencileriyle görüşüyorum ya da haberleşiyorum… Gözlerimiz aynı sevgiyle bakıyor, yüreğimiz aynı çocuk saflığıyla atıyor bir araya gelince…

 

Sevtap Özkahraman

Ankara – 9.2.2017

 

 

 

 
Toplam blog
: 121
: 745
Kayıt tarihi
: 07.11.08
 
 

1958 Balıkesir doğumluyum. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanecilik Bölümü mezunu..