Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Mart '18

 
Kategori
Kitap
 

Sardalye Sokağı'nda Tatlı Perşembe

Sardalye Sokağı'nda Tatlı Perşembe
 

Ot Dergisi’nin Aralık sayısında, Vedat Özdemiroğlu’nun sayfasını okurken ismine rastladım, John Steinbeck’in Tatlı Perşembe”sine. Vedat Özdemiroğlu, ustası Tekin Aral’ın bir gün kendisine bu kitabı okuyup okumadığını sorduğunu, kendisinin okumadığını söylemesinin ardından, Aral’ın “büyük eksiklik” diye cevapladığını söylüyordu. Bu sohbetten oldukça uzun bir zaman sonra, yakın bir tarihte okuduğu bu kitap için, Tekin Aral’ın ne kadar haklı olduğunu dile getiren ifadelerle tamamlıyordu pasajını.

Bu okuma üzerine küçük not defterime kitabın adını ekledim ve ocak ayı sipariş listemde de yer verdim. Kitap elime geçtikten bir buçuk ay sonrada okuma fırsatı buldum.

“Tatlı Perşembe”yi okumaya başladığımda, kitabın aslında üçlü bir serinin son kitabı olduğunu fark ettim. Çünkü kitabın ilk iki bölümü bağlantı cümleleri ile doluydu. Bir an, acaba yarıda bırakıp ilk iki kitabı okuduktan sonra mı devam edeyim, diye düşündüm. Ama bir bölüm daha okuyunca, kitabın her ne kadar üçlü serinin bir parçası da olsa, kendi içinde bağımsız bir hikâye olduğunu fark ettim ve yoluma devam ettim. Roman, Steinbeck’in “Sardalya Sokağı” ve “Yukarı Mahalle” romanları ile birlikte üçlü bir seri oluşturuyor. “Tatlı Perşembe” serinin üçüncü kitabı. Ancak bu kez, II. Dünya Savaşı’nın sonrasını komu ediniyor ve doğal olarak ilk iki romanın karakterlerinde ciddi bir değişim yaşanıyor. Kitabın ilk iki bölümü de bu değişimleri yansıtıyor ve geçmişle bağlar kurmaya çalışıyor.

“Tatlı Perşembe” geniş anlamda bir ilçe, ama dar anlamda bir mahallenin hikâyesi. Bir kenar mahallesi sayılabilecek Sardalye Sokağı, hikâyenin ana mekânı olmaya devam ediyor. Sokağın hikâyeye konu olan esas noktaları ise, Flophouse isimli döküntü ve ucuz bir otel, Bear Flag isimli bir genelev, “Batı Biyoloji” isimli ve aynı zamanda başkaraktere ev sahipliği de yapan bir laboratuar, La İda Kafe isimli bir cafe, restoran ile diğer başkaraktere ev sahipliği yapan bir eski buhar kazanı. Genellikle işsiz güçsüz ya da düşük vasıflı işlerde çalışan karakterlerden oluşan hikâye ekibi, bir yanı ile eski Yeşilçam filmlerindeki fakir kızın evlenmesi için ortak bir çabanın içine giren, mutlu mesut kenar mahalle filmlerinin karakterlerini andırıyor. İnsancıllığın, samimiyetin, dayanışmanın, yardımlaşmanın ama diğer yanı çaresizliğin, imkânsızlığın sarıp sarmaladığı sıcak bir atmosfere sahip roman.

Bir bilim adamı olmak isteyen romanın başkarakteri Doc’un sorunlarını çözebilmek için onu evlendirmeye, ona bir mikroskop almaya odaklı gelişen olaylar, tahmin edilenden öteye bir aşk hikayesine dönüşüyor. Hikaye taze bir genelev fahişesinin onurlu duruşu, eşit şartlarda bir ilişki kurma çabası ile şekilleniyor. Doc’a mikroskop alma hikâyesi ise, kenar mahalle insanlarının mikroskop ile teleskopu ayırt edemediği bir netice ile sonuçlanıyor.

Steinbeck hikâyelerin arasında birkaç kez, Monterey kasabasının komşusu olan Pacifik Grove kasabasına da gözünü çeviriyor ve kasabanın geleneksel kraket turnuvası ile kelebek festivalini anlattığı bölümleri romanlara ekliyor. Bu bölümde Amerikan idare ve toplum sistemine dair ciddi eleştiriler de bulmak mümkün. Kitapta, hikâyelerin arasında rastlanan diğer bir husus ise Amerikan üretim ve tüketim sistemine yönelik eleştiriler. Ancak bunlar hikâyenin içinde ince detaylar halinde eklenmiş. Örneğin ilçedeki konserve fabrikalarının, II. Dünya Savaşı boyunca kendi vatanseverliklerini sergileyerek, körfezdeki sardalyeleri yakalamak için balık avı sınırlamasını kaldırmalarını ve bunun balık türünün sonuna getirdiğini incelikle tiye alınıyor. 1950’lerde yazılmış bir romanda dünyanın nüfus sorunun ele alan bir pasajın olması da dikkat çekici. Steinbeck, temel meselesi olan edebiyat güzergâhından ayrılmayan ama zihninde dünyaya dair takılan sorunları da işlemekten çekinmeyen, bunları ustaca hikayelerine işleyen bir yazar.

Bu roman, John Steinbeck’in ikinci okuduğum romanı sayılır. Yıllar önce, ortaokul ya da lise yıllarında “Fareler ve İnsanlar” hikâyesini okumuştum ama o hikayenin de orijinal eser mi yoksa okul seviyeleri için hazırlanmış kısaltılmış metinlerden mi olduğunu hatırlayamıyorum. Ama “Tatlı Perşembe”yi okuduktan sonra, Steinbeck’e gereğinden fazla uzun bir ara verdiğimi düşündüm. Klasik edebiyat eserleri hala okuma serüvenimin en önemli eksiklerinden birisi.

Kitabın sonunda, Tekin Aral’ın bu kitabı beğenmesinin hiç de garip olmadığını ve bu eserden fazlası ile etkilenerek kendi yazarlık macerasını belirlemiş olduğunu anladım. Çocukluk zamanlarımda ilk okuduğum öykülerin, Oğuz Aral’ın kardeşi olan Tekin Aral’ın, kendi çıkardığı Fırt dergisinde yayınladığı “Salacak Hikâyeleri” olduğunu hatırlıyorum. Tekin Aral, Steinbeck’ten, bir mahalle ve o mahallede işleyen temel sistemin dışında kalan karakterlerle bir öykü silsilesi yaratabileceğini fark etti büyük ihtimalle. Ama Tekin Aral’ın Salacak Hikâyelerini edebiyatın derinliklerine kazandırma konusunda yeterli bir çabaya girişmediğini düşünüyorum. O güzelim hikâyeler, mizah dergileri sayfasını aşıp, bir edebiyat ürününe dönüşemediler. Oysa bence daha kalıcı eserlere dönüşmeyi hak ediyorlardı.

Kitabın kapağı konusunda fark ettiğim bir nokta ile değerlendirmemi tamamlamak istiyorum. Benim okuduğum kitap, Sel Yayınları’nın 2017 Nisan tarihli 3. baskısıydı. Ancak internette görsel ararken Sel Yayınları’nın 4. baskı için kapağı değiştirdiğini fark ettim. Açıkçası, hikâyeyi temsil etme adına 4. Baskı görselinin daha doğru bir tercih olduğunu düşünsem de, 3. baskı görselinin sade ve yalın hali bana daha cazip geldi.

 

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..