- Kategori
- Aile
Seni Çok Seviyoruz, Biliyorsun Değil mi?

Önce 3 kişiydik. Sonra 4 olduk.Derken 5. Ve şimdi... 4 kişi kaldık.(RESİM:AİLE ALBÜMÜNDEN)
Alıp da vurduğumuzda gönül telimize mızrabı, dile gelir yaşanan yıllar… Ve bir bir döker yüreğindeki yaşanmışlıkların izini türkülerde. Gün olur ağıtlar yakar, neşe saçar kimi gün nağmelerde yorgun yürekler. Dile gelir Neşatlarla, Veysellerle. Sevilen, Mihriban olur Eroğlu’nun sazında. Mihriban olur da dolar sarı saçlarını geçip giden yıllara. Kucaklanır bir evlat, nazlı bir bebek gibi cura Özay’ın gönlünde. Sarmalar analar yavrularını ilk günkü gibi. Her türkü ayrı bir hikâyedir aslında yüreklere akan, efsanedir, sahiplidir, dinleyenlerindir. Dillere pelesenk olan… Gönülden gönüle ulaşan… Taht kuran dimağlarda… Hani der ya şeytan; al mızrabı eline yüreğinin sesini söyle. Çise çise söyle, sağanak sağanak söyle, buğulu buğulu söyle. Yeter ki söyle. Âşık ol, yeter ki.
Ne de güzel anlatmış Orhan Erol UNUR Âşık Saz isimli şiirinde yüreğinden geçenleri.
“Altmışımdan sonra içimden geldi
Mızrabı elime alıp vurmak teline
Gönülden gönüle hep türkü söyler
Sapından göğsüne gergin teline
Nice âşıklar vurmuş neşeyi, derdi teline
Kimi oyma kimi yaprak saz imiş
Veyseller vurmuş düz tezeneyi
Neşatlar oynatmış parmakla teli.
Eroğlu, Mihriban’a bağlamış seni
Özay yavrusuyla kucaklamış da
Kimi oyma kimi yaprak saz imiş
Sapından göğsüne gergin teline
Mızrabı göğsüme vurasım gelir.”
Kimdir Orhan Erol Unur? Sevgili Fatih Kısaparmak’ın şarkısındaki gibi. O adam benim babam. Baş komisermiş rahmetli dedem. Her çocuğu başka bir ilde gelmiş dünyaya. Babacığım da Urfa’da açmış gözlerini dünyaya bin dokuz yüz kırk yılında. Dört çocuğun en küçüğü, tekne kazıntısı tabiri caizse. Yaramaz mı yaramazmış. Az meyve çalmamış ağaçlardan, az dayak yememiş babaannemden. Dizlerinden yara bere hiç eksik olmamış. Kırk günlük bebekken ayrılmışlar Urfa’dan. Şark çıbanları var yüzünde o günlerden hatıra kalan. Ankara Beşevler’ de geçmiş çocukluğu. Anlatırken o günleri, yeniden, yeniden yaşadığı gözlerinden okunuyor. Beş ev, bir de dere güzellik katarken yaşama, dolu dolu geçen bir çocukluk kalıyor geriye anılarını süsleyen. Gençlik ve olgunluk dönemini geçirdiğin Yenimahalle ise şimdi çok üzgün.
Deniz Kuvvetleri Savanora Gemi Komutanlığında gönüllü olarak üç sene askerlik yapmış. Hep övünür Atatürk’ün gemisinde yerine getirdiği vatan borcuyla. Ben de bir başka severim Savarona’yı. Babamın cüzdanında taşıdığı heybetli geminin siyah beyaz, soluk resmine bakmak sanki yüreğimde o geminin içindeymişim hissini uyandırır. Askerliğine dair anlattığı hatıraları geçer gözümün önünden bir bir. Heybeli Ada başköşesindedir anılarının.
Takvimler 1962 yılını gösterdiğinde baba mesleğini seçmiş ve Emniyet Genel Müdürlüğünde göreve başlamış babam. Genç bir telsiz operatörüymüş artık. Elazığ - Keban, Siirt, Eskişehir ve Ankara’dan bir Orhan Erol UNUR geçmiş bir zamanlar. Babacığımın resmi kıyafetli hallerini ben hatırlıyorum ama kardeşlerim onun sivil kıyafetli hallerini biliyorlar. Çeşitli karakollarda, Emniyet Genel Müdürlüklerinde görev yapmış yıllarca. Zor bir meslek, meşakkatli. Hatırlıyorum da küçükken babam 24 saat gececi 24 saat gündüzcü olurdu karakolda çalıştığı sıralar. Özlerdik onu çok. Hele hele o karışık dönemlerde elimiz bağrımızda beklerdik kötü bir haber duymamak için dualar ederek. Polis ekmeği ile büyüdüm ben. Bilirim ne zor şartlar altında çalıştıklarını. Bizler evlerimizde rahat rahat uyurken, çoluğundan çocuğundan ayrı, nöbette bizleri bekleyen onlardır.
Emekli olduktan sonra çalıştığı şirkette personelin Orhan Babası, patronlarının sağ kolu idi. Kahve arkadaşlarının Aritmetik Orhan Amcası. Foça Haber’in Şiir Babası.
Hayatını paylaştığı vefakâr bir eşi, üç kız evladı vardı. Bakın “Kızlarım” isimli şiirinde neler anlatmış bizlere.
“Yıl 1967
Bir kafes aldım
Yıl 1968
Kafeste bir kanaryam oldu
Yıl 1972
Yalnızlıktan kanaryamın canı sıkıldı
Yanına bir serçe aldık
Yıl 1980
Baktım ki bir sabah
Kafese bir karga girmiş
Kovaladı kanaryamı
Sıra serçeye mi geldi ne
Gagalayıp duruyor eyvah
Kalırsak karganın eline.”
Ve hayatını güzelleştiren iki torun. Biri erkek, biri kız. Daha ne olsun öyle değil mi?
Aşağıdaki dizelerinde kalmadı ben de heyecan dese de… Heyecanın hiç bitmediği belli yüreğinde “Heyecan” isimli şiirinde.
Bir kıvılcım çakardı eskiden içimde
Bahar geldiği zaman
Mevsimler mi değişti yoksa bizler mi
Ağaçlar yeşerirdi kuşlar öterdi
Ara sıra yağmur düşerdi asma yapraklarına
İçim ısınırdı bir heyecan bir heyecan
Çocuklar koşuşurdu patika yollarda birbirini kovalayan
Bir kıvılcım çakardı eskiden içimde
Bahar geldiği zaman
Mevsimler mi değişti yoksa bizler mi
Kalmadı hiç heyecan.
İlkbahar, yaz, sonbahar, kış. Mevsimler değişiyor elbette. Zaman akıp gidiyor.
Emekliliğin tadını çıkarırken, yüreğinin sesini dökerken dizelere… Öğrendik amansız bir hastalığa yakalandığını. Sakladık ondan gerçeği. Moralinin bozulmasını, karamsarlığa düşmesini engellemeye çalıştık kendimizce. Öyle zordu ki gözlerine bakarken sayılı günleri kaldığını bilmek ve her şeye rağmen mutlu görünmeye, her şey yolundaymış gibi davranmaya çalışmak. Yüzüne her baktığında bin kere ölmek. İşte o günlerde yüreğimin derinliklerinden kâğıdıma dökülen ve bucak bucak sakladığım “Babacığım” isimli şiirim.
Henüz diri, hasta bedenin
Hiçbir şeyden habersiz yatmaktasın
İçten içe çürürken bedenin
İleriye dönük hayallerin
İçime akmakta korlar gibi kızgın.
Gözlerin gözlerime değdiğinde
Kaçırmak istesem de bakışlarımı
Cansız hayalin yerleşiyor kederli yüreğime
Haykırıyor yüzüme gerçeğin ta kendisi
Kabullenmek zor, hem de çok zor bu acıyı
Hele hele saklamak senden olup biteni
Ve rol yapmak her şey yolundaymış gibi.
Yalana inanmak ilk defa umuda tutunmak gibi
İyileşeceğin fikrine sığınmak işin kolayı
Hayat denen fani dünyada
Verilecek bir gün son nefes elbette
Yangın yeri alev alev, harlı, can pare pare
Bir hoş seda olup gideceksin göz göre göre
At pazarı değil ki kızım can pazarı bu diyorsun bir keresinde
Haklısın da babacığım çaresizim Cenab-ı Hakkın emri karşısında.
Hayat durdu. Yaşam bitti. Bayramın üçüncü günü (18.11.2010) sabah 10.00’da babacığım dualar içerisinde ebediyete göçtü. Artık yok. Acısı öyle bir çöktü ki yüreğime. Tarifi imkânsız. Geriye anılar, fotoğraflar, kameradaki görüntüler bir de birbirinden güzel şiirleri kaldı. Yeğenimin değimiyle Erol Dede “masal” oldu.
Her bayram sabahı namazdan gelirken sıcacık simitler ve balonlar alırdın bize. Balonlar odamızda uçuşurken mis kokulu güne uyanırdık. Bu bayramda biz balonlar aldık sana. Bir lokma güçlükle yiyebildin simitten. Küçük torunun balonların üzerini “Seni çok seviyorum dedeciğim.” cümleleri ile doldurmuş. Şimdi yatağının üzerinde duruyorlar.
Şiir defterini karıştırdım geçen gün. Ölümünden beş yıl önce yazmış olmalısın “Bir Sabah” isimli şiirini.
Bir sabah gene sala verecek
Esentepe Cami imamı yanık sesiyle
Mahalleli merakla dinleyecek
Otobüsler geçecek gürültüyle
İmamın okuduğu salayı
Yalan yanlış anlayacak komşular
Erol mu Orhan mı duyamayacak
Birbirlerine
Aydoğan apartmanı
Sadiye’nin kocası
Sibel’in babası
Hatice Teyze’nin oğlu diyecekler
Belki birkaç damla gözyaşı dökecekler
Cami avlusunda duran tabutuma bakıp
Vah vah pek de gençmiş diyenler olacak
Altmış yıllık Cami Sokağı
Rağıp Tüzün Caddesi olduğundan bu yana
Böyle mevta görmedi diyecekler
Sen mahallenin son efesi.
Biz, baba-kız şiir sevdalılarıydık. Aynı dili konuşurduk. Dizelerde, mısralarda yakalardık hayatı. Paylaşırdık sonra okuyanlarla.
Yıllar öncesinden ta 64’lü yıllardan kopup gelen “Unutma” isimli şiiri Erol Dede’nin.
Seni her akşam anıyorum
Loş ve ıslak meyhane köşelerinde
Sanma ki hayrına ha
Kadehime bakıp dalıyorum
Gözlerim çakmak çakmak
Sanma ki hayrına ha
Yıkık anılarıma olan
Aşkım sürükledi beni buralara
Tozlu ve çamurlu yollar
Seni de sürüklerse
Darılma gel ha
Boşalan rakı şişelerine sakladım seni
Meyhaneci kaldır kırılmasın
Yarın gene geleceğim unutma ha.
Mekânın cennet olsun babacığım. Nurlar içerisinde uyu. Özlemin şimdiden çığ oldu yüreğimde. Dayan yüreğim dayan bu acıya. Malum olurmuş ya insana… Hissetti belki de. Belki de biliyordu ve O da, bizim gibi rol yapıyordu bizleri üzmemek adına. Babacığımın 17.09.2010 günü, ölümünden yaklaşık bir ay önce kaleme aldığı son şiiri “Bir Garip Orhan”
Bir garip aşığım ben
Anadolu’nun bağrından kopan
Bozkırın keskin havasından
Gönül hey!
Sert esen bir boran gibiyim
Ne Veli’nin oğlu Orhan’ım ne de delinin
Ben Yaralılardan ser komiser Mustafa’nın
Son çocuğuyum Konya ilinden
Konya ilinden hey!
Şimdilerde gurbet elinde yabancı gibiyim.
Bir âşığım ben Mevlana kökenli
Yüreğim bozkırın keskin esen yeli gibi
Kasırga kalacak geriye benden belki
Dostlar hey!
Gidiyorum artık günler dar gibi.
Taziye için gelenlerden bir kaçı “Beni işe sokmuştu” dedi. Kimisi “Ödevlerime yardım ederdi. Ben Orhan Amca’nın elinde büyüdüm.” dedi. Başka biri “Harçlık verirdi bana.” diye gözyaşı döktü. Babam hakkında bilmediklerimizi gelenlerden öğrendik. Ne mutluydu ki hep iyi anılıyordu. Tek bir kişi yoktu kötü bahseden. Canım benim rahat ve mutlu uyu.
Orhan Baba’nın iki bin yılından kopup gelen “Beni” isimli şiiri.
Bir gönül hikâyesi anlatıyor gibiydi
Gözlerime bakan nemli gözlerin
Sanki son umudunmuş gibi bakma yüzüme
Konuş benimle ne olur, sadece sükût etme.
Benimkisi son sevgi, seninkisi bir umut
Seni yolda bırakmak istemez yaşlı gönlüm
Seviyorum deyip de aldatıp gidenlere
Garantisi yok ama eğer yeterse ömrüm
Yaş yetmiş iş bitmiş diyenlere inanma
Küllenmiş gönlümde var koskoca bir kor
Sen gönlüme es seher yeli
Fısılda yavaş yavaş sevdiğini sen beni.
Hastanede kaldığımız sürede doktorların, hemşirelerin gönüllerini fethetmişti. Orada hemşirelere takılıyordu acaba şimdi de hurilere takılıyor mudur? Orada da sevdirmiş midir kendisini?
Bir şarkı söyle bana
Hatırlatsın maziyi
Bir şarkı söyle bana
Geçmişi geleceği
Bir şarkı söyle bana
Çocukluktan başlasın
Yavaş yavaş büyüsün
Bir şarkı söyle bana
Rüya gibi olmasın
Bir şarkı söyle bana
Yalanlarla dopdolu
Bir şarkı söyle bana
Gözlerini kapatıp
Bir şarkı söyle bana
Beni alıp götürsün
Şarkılar bitti mi bir tanem
O zaman gazel oku.
Demiş “Şarkı” isimli şirinde doksan altı yılında.
Hep şarkılar söyle babacığım. Yüreğinin cıvıltısı hiç susmasın. Baki kalan bu kubbede hoş bir seda oldun. Yüreklerimizde ise dipdirisin. Seni çok seviyoruz, biliyorsun değil mi?
30.11.2010