Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Eylül '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Şimdi ben...

Şimdi ben...
 

Şimdi ben, bir tren gelse de binsem. Vagonları beş ömür önceden kalma, bacasından siyah dumanlar savuran, titrek rayları sonsuza uzanan, menzili olmayan, vefalı bir tren...

Hasadı alınmış tarlalardan geçsek. Şimdi tam da bağbozumu sırasıdır, bağlardan geçsek. Esmer, sarışın üzümlerle sevişsek. Kuruyan göllerin hayaline bakıp geçsek. Otlanmaktan usanmış bir ineğin iri, siyah ve bilge gözlerinin önünden geçsek. Sürüden kopmuş oğlağı arayan küçük bir çobanın sesinin içinden geçsek. Masmavi gökte yeryüzünü korur gibi yalnız başına duran bir bulutun koynundan geçsek. Akdeniz’i Anadolu yaylasından ayıran bir dağın kalbinden geçsek. Güneye uçan bir göçmen kuş kafilesinin yanından geçsek. Bin yıldır yol alan yaşsız bir kervanı ürkütmeden geçsek. Sinan’dan kalma bir köprünün yorgun taşlarını okşayıp geçsek. Zeugma’da, sesleri mozaiklerde hâlâ yankılanan bir şölenin ortasından geçsek. Yakılmış ormanda kökleri sahipsiz bir ceset gibi yatan ağaçları öpüp geçsek. Denizlerden geçsek; şaşkın ve saf balıkları ağlardan, oltalardan kurtarıp geçsek. Afrika’dan geçsek; namlunun ucunda habersiz gezinen bir ceylana akıl verip geçsek.

Pusudaki bir katili yakalayıp kendi vicdanına hapsetsek. Yerin altındaki bir maden ocağından geçsek; yüzleri tozdan kararmış maden işçilerini alıp evlerine bıraksak. Evlerden geçsek. Acılı evlerden, yalnız evlerden, karanlık evlerden. Tecavüze uğrayan kızların boğulmuş çığlıklarına yetişsek. Dünyada yapayalnız kalmış bir yaşlının sofrasına otursak. Okuldan korkan bir çocuğun koluna girip birlikte sıraya otursak. Bir yalnız hastanın ziyaretine gitsek. Ölümü bekleyen koğuşlarda azraili kovmak için nöbet tutsak. Suyu çekilmiş nehirlerle dertleşsek. Yağmura susamış kör kuyularla söyleşsek. İçinde kadim seslerin yankılandığı sarnıçlarla konuşsak. Toroslarda son yörük kervanının hatıralarını dinlesek; rengârenk kilimlerine yeni bir desen olsak.

Ege’de bir akşamüstü kahvesinin yeni demlenmiş çayına yetişsek. İstanbul’da salaş bir meyhaneye girsek; kendi kendine konuşan yalnız bir sarhoşun masasına otursak. Aşkının acısını geniş meydanlarda dağıtmaya çalışan gence arkadaş olsak. Adres soran utangaç bir yabancıya yardım etsek. Bir evsizin kartondan yatağına misafir olsak. Bir mendilci kızın tüm mendillerini alıp özgürlüğünü ve çocukluğunu versek. Tenha bir köşede yolu kesilen kurbanın yanında bitiversek.

Şimdi ben. Bir tren olsa da binsem. Yaşı olmayan, yorgun bir tren. Güneşin doğduğu yöne gitsek.

Geçsek; denizlerin üstünden,

dağların yüreğinden,

kuş kafilelerinden,

bulutların içinden,

kayıp kervanların yolundan,

bir nefes değse yanacakmış gibi duran nazlı çamların koynundan,

kurumuş çalıların ortasından,

rüzgârın yaladığı bir kayanın yanağından,

doru atların yelelerinden,

bereketi yağmalanmış toprakların üstünden,

boyası dökülmüş yön levhalarından,

Fatihasız kalmış mezarların ayak ucundan,

namlı eşkıyaların hayaletlerinden,

vurulmuş genç kızların kan izlerinden,

iç çeken sarnıçların önünden,

bodur minarelerin dibinden,

unutulmuş türbelerin yanından,

kısır kadınların sessiz ağıtlarından

geçsek de,

doğduğum topraklara gitsek.

Celal Çelik/17 Eylül 2007/İstanbul

Resim: http://www.epsb.ca/artwork/ThinkingSkills/jake_lg.jpg

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..