Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Kasım '13

 
Kategori
Doğal Hayat / Çevre
 

Sitelerde yaşamak üzerine

Sitelerde yaşamak üzerine
 

Siteler kenti


Yazıma Vizontele filminden bir sahnede köye televizyon gelmesinin ardından belediye başkanının konuşmasından bir alıntı ile başlamak istiyorum!

 "Buraya gelen yabancılar bize hep şunu sordular ya siz burada nasıl yaşıyorsunuz, buranın nesini seviyorsunuz? Çok zor buna cevap vermek. İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan. Ama biz biliriz ki bir yerde mutlu, mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen burası dünyanın en güzel yeridir. Ama dünyanın en güzel yerini sevmezsen orası dünyanın en güzel yeri değildir."

Bir tarım toplumu olan ülkemiz 19.yüzyılla birlikte Batı’nın ekonomik, sosyal ve kültürel öğelerini anlamaya ve tanımaya başlamış ve Cumhuriyet ideolojisi ile birlikte Batılılaşma ve çağdaşlaşma yolunda hızlı bir gelişme dönemine girmiştir. Ancak bu süreçte çok önemli bir eksiklik göze çarpar: Batı’daki gibi bir tüccar, aristokrat ve burjuva sınıfının bizde oluşamamış olması.

‘Hızlı’ bir sanayileşme, özellikle tarım endüstrisi ve kentleşmeye yönelen ilgiyle hâlihazırdaki toprak zengini kesim bir kent burjuvazisi olarak var olmaya koyulur. Burada asıl sorun: Batı’nın yüzyıllar içinde sindirerek oluşturduğu kavramları –sınıfsal yapı, kentleşme, modernleşme gibi- Türk toplumunun otoriter – birçok kuramsal yazıda “tepeden inme” bir zihniyet olarak karşılığını bulan- bir yapıyla, içselleştirerek değil de şekilci ve yüzeysel olarak kendisine “uydurmaya” çalışmasıdır.Varılan nokta: Karmaşık bir sınıfsal yapı, eğitimin yüzeyselliği, kolay yoldan–dayatıldığı-  ve hızlıca Batılı değerlere erişmeye çalışmak ve bunun yarattığı bir eziklik ve geride kalmışlık duygusu…

Kapitalizmin karma ekonomisinde yap-sat anlayışının hüküm sürdüğü günümüzde, özelleşen ekonomide kâr uğruna her yol mubah sayılmıştır.‘’O yer onundur, yapar, ’’burası komünist ülke değil’’, ‘’özgürlük var’’, ‘’istediğini yapar ‘’, ‘’sende yap’’, ‘’yapamadığın için konuşuyorsun’’, ‘’adam ticaret yapıyor’’, ‘’Allah yürü kulum dedi mi’’ vb. deyimler ve cümleler yaşamışımızda yer etmiştir.

Her yerin ve her iş kolunun bir mafyası vardır. Ondan izinsiz hiçbir şey yapılamaz. “Yapanı yaşatmazlar.” Simitçi, simitçi mafyasından izin almadan ve onların haracını vermeden simit satamaz. Mafyanın parsellemediği yer ve iş alanları yok gibidir. Dilenci çetesi. Tuvaletçi mafyası, iş bulma, işten çıkarma, park mafyası, pazar mafyası, kamu alanlarını satma-kiralama mafyası vb. gibi saymakla bitmez. Bu aslında çarpık vahşi kapitalizmin bir sonucudur. Çeteler gücü kadar yer edinir. Daha güçlü olanı ise, onların tümüne hükmeder.

Bu noktada denilebilir ki gerçek anlamını bulmamış bir kentleşme kültürü ve birbirinden çok farklı sınıfsal yapının;  her alana yayılan kendini yasallaştıran bir sistemin; kontrolsüz gelişen kentlerin bu duruma gelmesinde çok büyük payı vardır. Cehaletin simsarları, tiranlığın, paranın varlığında olduğunu anlayınca, işi çığırından çıkarıp, bütün değerleri hiçe sayarak, toplumları ve yaşadığı doğayı hızla tüketmeye başlar!

Doğal olarak kenti kuşatan “tepeden inme” kurallar yığını, zamanla kentin işleyiş ve ekonomik düzenini de ele geçirerek yapılandırır.Böylece para el değiştirdiğinden kültürel yozlaşmanın salgın bir hastalık gibi bulaşıcı bir hal alması eski sanat yapıtlarını yok etme yoluna kadar gitmiştir, İstanbul ve Türkiye genelinde. Parası olan bu azınlık ne yapacak: Bar kültürü, arabesk meyhaneler ve popülist kültür sahnesinde Amerika’yı yeniden keşfe çıkarak, dansözün göbeğine dolarları yapıştıracaktır, kuşkusuz.

Darbeler ülkesi olan yurdumuzda insanların tümü etkilendiği gibi; dağ, taş toprak ve ırmaklar bile darbe yedi, katledildi. Nice cennet yerler terk edilerek ve nice yerler işgal edilerek cehenneme dönüştürüldü. İnsanlar yerinden yurdundan sürüldü. Göçle yerleşen bu toplum, tekrar göçe zorlandı. Bu durum yeni göç alanlarında yeni mafyalar üretti. Türk burjuvazisi, diğer bölgelere göre kara, hava ulaşımının da gelişmiş olduğu İstanbul’un Asya ve Avrupa yakalarını seçerek Marmara bölgesine yerleşti. Ve yeni çeşitli mafyalar türedi. Bunların en başında arazi mafyası gelmektedir. Bölgeyi parselleyerek dünyada sayılı, her yönüyle eşsiz güzelliklere sahip olan İstanbul kentini kendi sığ kültürüyle içten dışa doğru genişleterek gün geçtikçe büyüttü. Bu uygunsuz büyüme göç alarak sürüyor. “Uygarlıklar beşiği” olan Türkiye’de verimli tarım arazileri 1980 yıllarına kadar elde ettiği ürünlerle kendine yeten sayılı ülkelerden birisi iken, bugünkü tablo ürkütücü.

Bu öylesine bir göç ki; göç sözü yetersiz kalır; bu tam anlamıyla bir ‘’işgal’’. Gelenler hemşeri çeteleri oluşturmaya başladılar. Her yeri çevirdiler. Yeni iş kolları kurdular: emlakçılar, inşaatçılar, müteahhitler, kooperatifçiler, otobüsçüler, minibüsçüler, taksiciler (plaka mafyası).

Bu düzensiz yapılanma, o tarihi uygarlıklar kenti İstanbul’u birkaç yıl içinde nüfusunu 2 milyondan 7 milyona, 7 milyondan 17 milyona çıkardı.

İstanbul’un verimli çevre arazisini parselleyen mafya, adeta bilime, sanata, dünya mimarisine ve en önemlisi doğaya meydan okurcasına, katledercesine karaktersiz ‘site kentler’ yaptılar, sattılar ve satıyorlar. İstanbul 20 milyonluk bir ‘site köy’e dönüştü. Öyle ki yağmur yağınca sel alır. Beş santim kar yağınca ulaşım felç olur. Kanalizasyon ve ulaşım alt yapısı olmayan bir site köy. Bütün deniz kıyıları yazlık villalarla çevrilmiş. Doğa ve deniz kıyıları yağmalanmış. Orman arazileri katledilmiş.

Pırıl pırıl denizlerinde çeşit çeşit balıkları, verimli toprakları olan bir bölge darbe yedi. İzmit’ten Edirne’ye kadar inşaat, tarım arazileri, boş inşaatlar, fabrikalar… Bir enkaz yığını, sanki bir savaş sonrası gibi… İnsanlar çekip gitmiş, hüzün verici bir manzara! Derelerinden pislik akıyor, kokuyor. Her yana yeni yollar yapılıyor, yollar motorlu taşıtlarla dolu, vızır vızır geçiyor, zehirli gaz ve tozlarını bırakarak...

Çarpık sistemde, sömürülen insana her gün bir yeni ‘darbe’ hazırlanır ve vurulur. Kentte yaşama kurallarını bilmeyen, bu sürekli göçüp yerleşen insanlar; bir dönemin uyanık, yetersiz müteahhitlerin kurduğu bu sitelerde haraca kesilirler.Kooperatif kurulurken genelde hep öyle olur, ‘’bir yıl sonra teslim edilecek’’ denir. Ama gel gör ki, bu kooperatiflerden on yılda bitmeyen, batan, kaçan ve yarım kalanları çoktur. Bunun böyle olmasının nedeni üyelerden daha çok para alabilmek. Örneğin gazeteci bir arkadaşın sitesinde üç kere iskân, iki kez tapu için para ödenmiş. Evlerini yedi yılda teslim aldılar. Jeneratör parası ödendiği halde, jeneratör yok. Davlumbaz bacası yok, unutulmuş. Su tesisatı otel usulü döşenmiş, daire saatleri yok. Duvar ve tavan sıvası inadına çok kötü, adam eğri büğrü sıvamış. Mutfak tezgâhları rastgele, yerde, düzlük yok. Yani bu ustalar su terazisi kullanmamış. Pencereyi inadına eğrilterek takmış. Koyduğu mermer bütün değil. Banyo, mutfak fayansları çıkma, özürlü. Elektrik sistemi çıkma kabloları bükülüp eklenerek döşenmiş. Kapılar en ucuzundan. Çarpılmış, kapatsan açılmaz, açıkken kapanmaz. Yangın merdiveni binanın orta yerinde, bir yangın çıksa, insanlar daha kolay dumandan boğulsun diye tasarlanmış sanki. Belki de bunu yapan iş adamları ve ustalar sanki bilerek böyle yapmışlar ki, daireyi alan tekrar bizleri çağırsınlar, biz de yeniden yapalım! Görülen o ki, ne yapanların, ne mimarın, ne yapacak olan ustaların yapı ve yapı materyallerinden haberleri var.

Şimdi bu binalarda yaşayan insanların bu söylediklerimden haberi var mı? Ne yazık ki onların da yok. Yapanın da, yaptıranın da, satın alıp oturanın da hiç bir şeyden haberi yok. Çünkü geldiği yer bu kadar mükemmel değildi.Gelişmiş ülke görmüşlüğü yok ve okuryazar da değil. Nereden bilsin ki. Bu yapılara iskân verenlerin ilişkileri de rüşvet ve hemşericiliğe dayanmış olacak ki durum bu. Ne deprem yönetmenliği, ne yangın, ne binaların yakınlığı gözetilmeksizin iskân verilmiş. Bu yapıların doğru yapılmamasının bu ülke ekonomisine, doğasına  ve insanına  zararının ne kadar büyük olduğunu bir düşünün!

Her genel kurulda bir ödeme dayatılır. Öde! Bu kez mantolama yapacağız demiş birkaç paralı kat maliki. Ve eklemişler ‘’ödeyemeyen  gitsin buradan daha ucuz yerler var, emekliler, işçiler burada oturamaz’’ demişler. Ve gazeteci kat sakini söz almış ‘’Arkadaşlar bu mantolama olayı bir moda, reklamlara inanmayın, düşündüğünüz gibi değil, yok öyle şey, öyle abartıldığı kadar değil, ben sordum araştırdım, belki ısı tasarrufunda yüzde beşlik bir katkısı vardır. Her bir daire başı verilen 4–5 bin lira gibi miktarı zamana yaydığımızda biz kârlı çıkarız. Ödeyeceğimiz para çok yüksek. Bizim binamız çift tuğla örülmüş ve arasına ısı yalıtım straforu konulmuş. Burası deprem bölgesi mantolamada her 20 cm’de bir dübel vuruluyor, bu duvarlara vurulan bir darbedir, zarardır, duvarı, yapıyı zayıflatır. Yapılar da insanlar gibidir, bir yük taşıma limiti vardır; sıva üstüne yeniden mantolama yükünü binalar taşımayabilir. Kaş yaparken göz çıkarmayalım. Haklısınız bu mantolama, teknik yapı materyali yeni binalara yapılır hatta içten ve dıştan yapılır.’’. ‘’Ve en önemlisi bu mantolama işi batı ülkelerinde kanserojen etkisi olduğundan artık yapılmıyor, bunun yerine ısı ve ses izolasyonu olan sıva yapılıyor. Belki birkaç yıl sonrada söktürme derdine düşülecektir.’’ demiş  Bir zamanlar kombi içinde aynı şeyler söylenmiş, reklamı önemli ve resmi kurumlar tarafından yapılmıştı. ‘’Yaktığın kadar öde’’. Bugün bunun böyle olmadığı anlaşıldı. Kombinin ne kadar yaktığı ekonomik olmadığı, gelişmiş batı ülkeleri tarafından ortaya konunca bizde de yasal olarak merkezi ısıtma sistemi yeniden hayata geçirildi. Deniliyor ki mantolama yaptıranlar akılsız mı? Hayır, parası çok, şaşkın, bu konuda yeterince bilgisi yok, reklama inanmış ve sistemin ürettiği tüccarın dayatması.

Çünkü reklamı yapan yalanı çok büyük söylüyor. Dışarı da fırtına, kar var; beyefendi gömlekle, eşi hanımefendi açık rahat giysileriyle -pencerenin dışındaki kar ve fırtınada buzlaşan kar parçacıklarına- bakıyorlar. Ve ‘’biz işte böyle üşümüyoruz, evimize manto giydirdik de ondan’’ diyorlar! Bu duruma inanmak için değil, inanmamak için bilgilenmek gerek diye düşünüyorum.

Her sitede genel kurula, her zaman çok az kişi katılır. Bu katılanlar genelde kooperatif zamanında yönetimde bulunan uyanık kat malikleri ve sonradan siteye yerleşen ekonomik güçleri sınırlı olanlardır. Çeteleşen bu yönetim hemşericilik ve ümmetçilik ilişkilerini devreye sokarak yönetimi elinde tutmaktadır. Bazı sitelerde de yönetici adayı, ‘‘ücret almadan yapacağım’’ diye ortaya atılır ve seçilir. Oysaki yönetilenler bilmez; yönetici isterse her yaptığı işten yüzde alır. Kapıcıların alış veriş edeceği yerlerle anlaştığı gibi. Bilirsiniz bazı turistik cafe ve restaurantlar vardır, garson verilen bahşişin yüzde on gibi bir miktarını alarak çalışır ki, bu maaşlı çalışanlardan daha çok kazanmak demektir.

Daha siteler yapılma aşamasında iken bir satış ofisini kurup, işe başlayan emlak komisyoncuları işi belli bir yere getirip jipini, villasını, birkaç dairesini alıp palazlandıktan sonra bulunduğu yerden elini çeker. Yeni arazileri mahvetmeye yeni ultra lüks daireler, villalar yapmaya koyulurlar. Artık ‘onlar’ seçkin birer iş adamıdır. Dönelim gazeteci arkadaşın sitesine, binanın çatısı tamir ister, iskân için sakinleri kandırmak için bahçe göstermelik olarak çimlendirilmiştir, ama binanın temel izolasyonu yapılmamıştır. Bina ana kapısı kötüdür, güya para yetmemiştir, iyisine. Zor kapanıyor. Yeniden yapılacak. Baca tenekeden yapılmış bina bitinceye kadar çürümüştür, yeniden yapılacak. Binanın boyası dökülmeye yüz tutmuştur. Bahçe kapısı yoktur. Yapılacak. On yıldır arkadaş hep öder, öder. Evinin içini mi yaptırsın, sitenin borçlarını mı ödesin. Eee kolay değil sitede oturmak, şehirli olmak ve yaşamak!

Deprem fay hattının geçtiği bu kent sarmalı genişledikçe genişliyor. Betonun, demirin çeliğin rastgele karaktersiz yapılara dönüştürüldüğü ve içlerine insanların istiflendiği bu kentlerde yaşamak zor, çok zor.

Hitler'in Propoganda Bakanı Joseph Göbbels’in sözü ile yazımızı bitirelim.  Bu sözle toplumlar idare edilmiş ve ne yazık ki edilmeye de devam ediliyor: ‘‘Yalan ne kadar büyükse, inananı da o kadar çok olur”demiş Göbbels. Ve ilginçtir ki kendisi de bu büyük yalanla yok olmuş.


Canip DOĞUTÜRK

 

 
Toplam blog
: 18
: 1578
Kayıt tarihi
: 16.07.09
 
 

Eğitimci, Yazar ..