- Kategori
- Gündelik Yaşam
Sizin için kendimi feda ettim

Evet, günce yazan arkadaşlarım için kendimi feda(!) ettim ve geçtiğimiz günlerde Ölüdeniz’e gittim. Coşkun (Karabulut) Bey, 19-Mayıs buluşması için davet yazısı yazdığından beri aklımdaydı; “Acaba Ölüdeniz nasıl bir yerdi, arkadaşlarım nasıl bir yerde ağırlanacaktı ve denizi nasıldı? Bu yüzden büyük zorluklarla(!) otobüs biletimi aldım ve 23-Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızın sabahı en öne; dört numaralı koltuğa kurularak, üç yüz elli kilometre yol gittim. Rakam sizi yanıltmasın, otobüsle altı saat sürdü ama değdi. Evet, fena değil; kilometreler bitip de, Fethiye yolun sağ tarafında belirmeden önce, yeşilin arasından denizle buluşuyorsunuz. Adaları takip ederek Fethiye karşınızda belirdiğinde ise uzaktan da olsa, ilçenin sırtını verdiği dağda Amintas; Kral Mezarları’nı seçebiliyorsunuz. İlçeyi geçip Ölüdeniz’e çıkan yolda yeşil sizi yine yalnız bırakmıyor ve biraz yükseğe çıktığınızı sadece yolun yokuşundan değil, serinlikten de anlıyorsunuz. Ovacık ve Hisarönünü geride bırakıp bu sefer aşağıya inmeye başladığınızda, az sonra karşınızda geniş bir sahil uzanıyor; kız kardeşimin ısrarla Belceğiz dediği, Belcekız Sahili. Sol yanda yüksek bir dağ; yamaçlarından paraşütle atlanacak kadar yüksek ve aşağıya inip sağa döndüğünüzde, PTT’yi geçer geçmez, bütün ilçeye adını veren Ölüdeniz’e giden yol ikiye ayrılıyor; sağ tarafı takip ederek kalacağınız otelin sahilinin olduğu yere ulaşıyorsunuz. Sola saparsanız ki hemen öyle alıvermiyorlar; gişe kurmuşlar; Kumburnu’na ulaşıyorsunuz; hani tüm Ölüdeniz resimlerindeki o muhteşem yere. Ben sağ tarafa gittim ve sizin için kendimi feda ederek, cumartesi günü denize girdim;“Denizi nasıldı acaba?” Hiç bilmiyormuşum gibi attım kendimi serin sulara; öyle yumuşak, öyle maviydi ki!.. Üşümedim. Mavi’nin derdine düşünce oteli geçip gittim değil mi? Otel geride; Hisarönü’nde kaldı; denize ulaşım için servisi var.
Tamam tamam itiraf ediyorum; ben Fethiyeliyim ve asıl gitme nedenim; bana geçen yıl “23-Nisan’dan bir gün sonra” adlı güncemi yazdıran nedenle aynı; 24-Nisan’ın kız kardeşimin doğum günü olması. Her yıl “ne hediye alsam kız kardeşime” diye derdine düşerim; özel bir şey olması gerekir; ederinden çok anlamı önemlidir. Ama bu yıl canım hiçbir şey almak istemedi ve hediye olarak yanına gitmeye karar verdim. İlk kez hiç acele etmedim. Çarşamba sabahı çıktım yola, Muğla’ya vardığımda erkek kardeşimi aradım; “Ümit’in doğum günü için bir süprizim var ama senin garaja gidip alman gerekiyor.” dedim ve itiraf ettim alması gereken “Ben”dim. Kardeş başka bir şey, hemen “Tamam abla.” dedi. Ve garaja ulaştığımızda oradaydı. Yolda Ümit’i aradı; “Abla sana doğum günün için hediye aldım, bak da beğenmezsen değiştireyim.” diyerek. Ümit’in keyifle; “Ben bu sene hediye istemiyorum demiştim yaa.” deyişini ben de duydum.
Yıllarca paylaştıklarımız mı aynı şeyi hissettirmişti yoksa bana malum mu olmuştu bilmiyorum; bu yıl herkese; “Bana hediye almayın.” demiş kız kardeşim. Yine de Tayfun odasına girip, benim küçük seyahat çantamı “hediye içinde” diyerek uzattığında merakla ve şaşkınlıkla eline aldı ve açmasına fırsat vermeden ben girdim içeri. Şaşkınlığını tahmin edemezsiniz!.. Büyük bir heyecanla; “Asla hediyemi değiştirmek(!) istemem.” dedi. Ben de emindim bundan.
Biraz büyüdük mü ne, artık “birlikte olmanın” en güzel hediye olduğunu düşündüğümüz noktaya geldiğimize göre. Ve “24-Nisan; Perşembe gününün gecesinde son derece doğal, sıradan ama her sıradan şey gibi olağanüstü güzel bir doğum günü kutladık. Daha nice yıllara olsun “kızkardeşçeğizim”, daha nice yıllara!.. Gönlünün renklerini yaşarken, çevrene bulaştırırken, en canlı renkler her daim sende kalsın; sevgiyle ama ille de maviyle.
“oysa benim için sıradan bir gündü/ bin yılda bir gelse de böylesi/ biliyordum ki zor gelirdi/ bir daha senin gibisi” C. Karabulut