- Kategori
- Kitap
Şizofrene mecaz sorulmaz...

Kitabın adı: İnsan bilincinde kısa bir gezi (*)
Kitabın yazarı: Vilayanur S. Ramachandran.
İlk anda insanda tırışkadan bir “kişisel gelişim” kitabı izlenimi uyandırıyor, farkındayım. Arka kapağında “Beyninizin %10’u ile yetinmeyin. Dünyaca ünlü yogi ve Kama Sutra gurusu Ramachandran tarafından geliştirilen astral bilinç esnetme egzersizleriyle kapasitenizi yüzde 12’ye kadar çıkarabilirsiniz.” yazan, gazetelerin haftasonu eklerinde yayınlanan “En Çok Satanlar” listelerinde gördükçe asabınızı bozan “o” kitaplardan biri sanki.
Değil efendim. Alâkası bile yok.
Öncelikle, elimde tuttuğum şey, kitap mitap değil. Som altın. Yazarı, Kaliforniya Üniversitesi’nde psikoloji ve nöroloji profesörü ve aynı üniversitenin Beyin ve Algı Merkezi’nin yönetmeni olan bir bilimadamı. Uzmanlık konusu olan insan beyninden şöyle bahsediyor; “Beyin, yaklaşık 1,5 kilo ağırlığında ve 100 milyar nöron içeren bir jöle. Avucunuzun içine sığıyor. Uzay boşluğunun büyüklüğü hakkında düşünebildiği gibi, uzay boşluğunun büyüklüğü hakkında düşünen kendisi hakkında da düşünebiliyor.” (**)
Herhangi bir bilim dalında bir kitap yazıp, bunu “sıradan” insanlar için anlaşılabilir ve eğlenceli kılmak, başlı başına bir yetenek. Vilayanur S. Ramachandran, yetenekli bir adam. Tıpla ilişkisi ara sıra hasta olmaktan öteye geçmeyen bendeniz, kitabı iki günde bitirdim. Çeşitli vakaları, açıklamaları ve örnekleri okurken, kâh şaşırdım, kâh düşündüm, bazen kıkır kıkır güldüm, bazen de içimden neşeyle kitabı tavana atıp, tutup, kaldığım yerden devam etmek geldi. “Bugün yine işe yarar birşeyler öğrendim” hissi, insanı böyle delicesine mutlu edebiliyor.
Peki, hoca ne anlatıyor?
Ohooo, ne anlatmıyor ki?
Görebilen körler, hayalet uzuvlar, mor rakamlar, kırmızı notalar ve keskin peynir. Mecazın anatomisi ve sanatsal yaratıcılık üzerindeki etkisi. Sinestezi ve lisanın evrimi. Bilinç ve benlik bağlamında nöroloji, psikoloji ve felsefe. Binbir türlü akıl hastalığı ve açıklamaları. Bilimde doğru soruyu sormanın önemi.
“Görebilen körler ha, ahahaha, hanımefendiye gömleğini giydirin, arkadan da sıkıca bağlayın” diyeceklere hemen yeri gelmişken bir soru sorayım; geçen gün televizyonda “Dili ile gören adam” haberini izlediniz mi? İzlemediyseniz ben kısaca anlatayım; Irak’ta görev yaparken yaralanarak kör olan Craig Lundberg adlı bir asker, yeni geliştirilen BrainPort cihazı sayesinde şekilleri ve harfleri kabaca görmeye başlamış. Alet görüntüyü elektrik uyarılarına çevirerek, hastanın dili vasıtasıyla beynine iletiyormuş. İngiliz Telegraph gazetesinden alınan haberde Lundberg’in; “Bu alet sayesinde yapabildiğim ilk şey, daha önce ancak el yordamıyla bulduğum cisimlere doğrudan uzanıp, onları tutabilmek oldu.” dediğini okuyunca, “Rama, sen bizim herşeyimizsin” diye bağırarak, evde tek başıma timsah yürüyüşü yaptım. Nedenini anlatacağım.
Efendim, kitapta Türkçe’ye “Kör Görüşü” olarak çevirebileceğimiz bir olgudan bahsediliyor. Çok ender de olsa, beyin hasarı dolayısıyla kör olan bazı hastaların, uzanıp cisimleri yakalayabildiklerini, bir çubuğun yatay mı yoksa dikey mi durduğunu söyleyebildiklerini, ya da kendilerine gösterilen ışık kaynağına dokunabildiklerini biliyor muydunuz? Ben de bilmiyordum, hocadan öğrendim. Peki, son derece mantıksız gibi görünen bu durum, “nasıl oluyor da oluyor?” Görsel uyarılar beyinde iki ayrı kanaldan iletiliyormuş. Bu kanallardan yalnızca birinin zarar görmesi halinde, hasta görme yetisini kaybetse bile, cisimlerin yerini ve yönünü tayin edebilirmiş. İşte bu yüzden yukarıdaki haber hemen aklıma “Kör Görüşü” nü getirdi. Eğer anladığımı sandığım şeyi doğru anladıysam, bu iki hikâye arasında bir bağlantı olmalı. (Uzmanı olmadığım bir konuda fikir yürüterek haddimi aştığımın farkındayım. Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgisi olanların, varsa düzeltme ve ilave açıklamalarını bu sayfada yayınlamaktan mutluluk duyarım.)
Devam edelim...
Kitabın başka bir bölümü, babamın yıllar önce bizzat tanık olduğunu, ama o zaman pek üzerinde durmadığını söylediği başka bir olguya, hayalet uzuvlara ayrılmış. Babam, bacağı olmayan bir adamın, sürekli ayak parmağının kaşındığından şikâyet ettiğini ve etraftaki herkesin zavallıya gülüp, bir nevi deli muamelesi yaptıklarını anlatmıştı. Halbuki bir uzvun kaybı, o uzuvdan beyne giden uyarıların da kaybı anlamına gelmeyebilirmiş. Bir kolun ya da bir bacağın kaybından çok sonra bile, o kolu, ya da o bacağı hissettiğini söyleyen, hatta olmayan uzuvdan kaynaklanan acılarla kıvranan hastalar varmış. Ramachandran, bir konferansta, rahmi ameliyatla alınan bir kadının, her ay adet görmesi gereken günlerde adet sancısı çektiğinden bahsediyor. (***) Hatta öğrencilerinden birinin, buna bağlı olarak “Acaba adet öncesi sendromu da yaşıyor mudur?” diye bir soru sorduğunu anlatınca, konferansı dinleyenler kahkahalara boğuluyorlar. Ramachandran da, “Bilimsel açıdan araştırmaya değer” diyor. Yine ilginç bir vaka da, yanağına dokunulduğunda olmayan başparmağını hissettiğini söyleyen hastanın hikâyesi. Onun da bir açıklaması var tabii. İnsan vücudundaki her bölgeden gelen uyarıların, beyin yüzeyinde nerelerde algılandığına dair bir haritalama yapılmış. Yüzden ve elden gelen uyarıların hissedildiği bölgeler, bu haritada yan yanaymış. Bu hastanın beynindeki el bölgesine normalde elden gitmesi gereken uyarılar kesilince, yüzden gelen uyarılar, sanki olmayan elden geliyorlarmış gibi algılanmaya başlamış.
Gelelim mor rakamlar, kırmızı notalar ve keskin peynir meselesine. 19. yüzyılda, Charles Darwin’in kuzeni olan Francis Galton adlı bir bilimadamı, bazı insanların bazı notaları duyduklarında, bazı renkleri gördüklerini keşfetmiş. Yani mesela do majör kırmızı, re minör mavi gibi. Daha da garibi, aynı insanların rakamları da renkli görmeleriymiş. O zaman sadece anormal bir durum olarak kabul edilen ve üzerinde fazla durulmayan bu duruma sinestezi deniliyormuş. Tıpkı hayalet uzuvlarda olduğu gibi, beyinde rakam ve renklerin algılandığı bölümlerin komşu olduğu, ve bu insanlarda bir çeşit çapraz bağlantı bulunduğu düşünülüyor. Kitapta konuyla ilgili yapılan bazı deneylerin ayrıntıları da var. Çılgınlığın zirvesi ise, kısmen renk körü olan, yani normalde bazı renkleri hiç göremeyen bir deneğin, rakamları varolan bütün renklerde gördüğünün keşfedilmesi olmuş.
Bitmedi.
Ramachandran, aslında pek çoğumuzun farkında olmasak da sinestet olduğumuzu söylüyor ve şöyle bir örnek veriyor:
Bir adet sivri köşeli, bir adet de yuvarlak hatlara sahip cisim hayal edin. Bu şekilden birinin adı “booba”, diğerinin adı “kiki” olsun. Hangisinin hangisi olduğu sorulduğunda, deneklerin %95 ila %98’i yuvarlak hatlı olanının “booba”, köşeli olanının da “kiki” olduğunu söylemişler. Hem de hangi lisanı konuştuklarından bağımsız olarak. Zira kontrol grubu olarak İngilizce konuşmayan ve Latin alfabesi kullanmayan, dolayısıyla mesela yuvarlak hatlı şekil ile “B” harfi arasında bir bağlantı kurmayan Tamiller kullanılmış. Onlar da aynı cevabı vermişler. (Bu arada benim cevabımın da aynı olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Yıllardır Perşembe gününü neden açık kahverengi olarak düşündüğümün açıklaması da bu olsa gerek. Nazarımda Perşembe karaktersiz bir gündür, ayrıca kahverengiyi hiç sevmem.)
Bütün bunlar ne demek?
Görsel uyarıların mecaz yeteneğimiz ile birleşiminden lisanın evrildiği düşünülüyor.
Kitapta ele alınan konuların tamamını böyle tek tek sayıp döküp, sizi ambale etmek değil niyetim. Annesinin yerine bir taklitçinin geçtiğini düşünen Capgras sendromlu hastayı, dışarıdan gelen hiçbir uyarıyı hissetmediği için, “öldüğüne” ikna olan Cotard’lıyı, uzaylılar tarafından kontrol edildiklerini düşünen şizofrenleri, topluca “delilik” olarak sınıflandırdığımız, ama üzerinde çok düşünmediğimiz durumların, gayet mantıklı açıklamaları olduğunu, anlatmak istesem de hakkını veremeyeceğim belli. “Hasta” beyinlerin, “normal” beyinlerin işleyişini anlamamıza nasıl yardım ettiğini öğrendim bu kitaptan. “Bilinç” ve “benlik” gibi iki soyut kavram hakkında nesillerdir kendimize sorup durduğumuz “felsefi” soruların cevaplarının, belki de beynimizin içinde bir yerlerde durup, doğru soruyu sormamızı bekledikleri izlenimini edindim. Beynimiz hakkında bildiklerimiz çoğaldıkça, etrafımızdaki gizemlerin azaldığını göreceğiz, bu kesin. Hem de çok yakın bir zamanda olacak bu. Nereden mi biliyorum? Eloğlu çalışıyor, hem de haldır haldır.
Bunca lakırdıdan sonra, kitabı merak edip, okumak isteyeceklere maalesef kötü bir haberim var. Kitapçı kitapçı dolaşıp “Var mı abi?” diye soramadığımdan (bkz. Tel Tel Tel Aviv), internetten kör-topal araştırabildiğim kadarıyla kitabın Türkçe’si yok. Türkiye’de bilimsel yayın denilince ilk akla gelen kurum olan Tübitak bile, bu kitabı basmamış. (Halbuki kitapta yalnızca 28 yerde falan evrim lafı geçiyor, gerisi hep imâ, o da anlayana.) Kendilerini bu vesileyle insafa çağırıyor ve Türkçe’si çıkana kadar bildiğiniz herhangi bir lisanda bir kopyasını edininiz, okuyunuz, okutturunuz diyorum.
Pişman olmayağınıza kalıbımı basarım.
(*) A Brief Tour of Human Consciou5ness – V.S. Ramachandran
(**) (***) http://www.ted.com/index.php/talks/vilayanur_ramachandran_on_your_mind.html adresinden, Capgras sendromu, hayalet uzuvlar ve sinestezi gibi kitapta bahsi geçen konular hakkında çok eğlenceli bir videoyu izleyebilirsiniz.
Güncelleme (Eylül 2011): Ramachandran'ın, bahsettiğim konuları çok daha ayrıntılı bir biçimde anlattığı kitabı "Phantoms in the Brain", "Beyindeki Hayaletler - İnsan Zihninin Gizemlerine Doğru" adıyla yayımlanmış.