Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Aralık '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Tabiat ana ile kahvaltı...

“Hafız, aşık mısın, neredesin sen yaa, uyuyor musun, aloo...”

Gibi hitaplarla ve kelimelerle çağrıldığım olur. Nedeni de gözlerim açıkken dalıp gitmem, bana söylenen hiç bir şeyi duymamamdır... Uzun zamandır bugünkü kadar uzun ve derin bir kopuş yaşamamştım. Nereye gittin derseniz çok uzaklara değil, Çanakkale’ye...

***

Bundan 4 yıl evvel 3 arkadaş çok uzun zamandır planladığımız bir tatili gerçekleştirmek için İstanbul’dan yola çıkmıştık. Bagajda uyku tulumlarımız ve çadırımız da vardı. Önce Gelibolu’ya gittik. Vardığımızda çok yorgunduk. Otele gitmeyelim, mutlaka kamp kuralım diye tutturduk kendi kendimize. Fakat vakit geçti ve kamp yeri nerede vardı, bilemiyorduk. Şehitliğe doğru gitmeyi, gördüğümüz müsait bir yere de kampı kurmaya karar verdik.

Yolda gerçekten bir kamp yeri bulduk. Ama bomboştu. Hiç çadır olmadığı gibi, kapıda bizi karşılayacak, ışık tutacak, yer gösterecek kimseler de yoktu. Arabanın farlarının ışığında, keyfimize göre yerleştik. Yerleşirken en çok dikkat ettiğim, bir ağaç altı bulmamızdı çünkü ertesi sabah güneş erkenden tepemize vurup, içeride bir sera etkisi yaratırdı. O sebeple gece çadır kurmak zordur. Güneş nereden doğacak, ağaç sizi nasıl koruyacak hesap etmek gerekir.

Üçümüzün IQ’su toplam 82 idi (benimkisi 71) ve fakat biz yinede çadırı doğru yere kurabilmiştik, afferin bize.

Sabah yine de sıcaktan uyandık. Ağaç bize 1-2 saatlik bir gölge sağlamıştı. Afferin ona.

Sabah kalktığımızda kamp yerini işleten amcayı yerinde görünce çok mutlu olduk çünkü doyurulmamız gerekiyordu. Afferin amcaya.

Balkan göçmeni, mavi gözlü, sarı ve kır saçlı bir ihtiyardı. Selamın Aleyküm Amca dedik, Selamın Aleyküm...

Dedik kusura bakma biz gecenin bir vakti geldik yerleştik... Biz kusura bakma diyoruz, adam köyden yiyeğenleri gelmiş gibi şen... Siz gidin bir denize girin önce dedi. Sabahları deniz çok güzel olur burada, ben de kahvaltıyı hazırlayayım, dedi.

Sevinçten gözlerim yaşardı, ben yüzerken kahvaltı hazırlanacak. Kuşlar ötüyor, tepeler çamlarla dolu yemyeşil, deniz berrak ve yeni gelin gibi saf ve temiz ve bir koku... Hayatımda daha hiç duymadığım kadar güzel bir sabah kokusu... Çadırımız da doğa ile ne kadar uyumlu -aa Sedirmiş o ağaç- ağacın altında duruyor.

Çok değil daha 12 saat önce Beşiktaş’da bir dolmuşçu çiğniyordu beni. Eğer o dolmuşçu beni çiğnemiş olsaydı, iç kanama geçirseydim, Akciğerlerim kanla dolsaydı mesela, gece boyunca kova kova kan boşaltıp da tazesini verselerdi bana ve radyoda çok acele 0 RH + kan aranıyor haberleri geçseydi eğer... Tüm bunlara rağmen ben tam bu anda ölmüş olsaydım... Kıçıma pamuk tıkansaydı...

Olacak şey değil ama bir de cennete gelmiş olsaydım...

İşte eminim ki o cennet, bu Gelibolu sabahı kadar güzel olamazdı.

Yüzdük arkadaşlarla biraz, ne kadar da soğuktu su. Fazla kalamadık. Karnımız da açtı. Uzaktan amcayı kesiyoruz. Kahvaltı hazır gibi duruyordu. Haydi, dedik yavaş yavaş... Kahvaltı sofrasına geçtik. Güneş gözlüğüm vardı, kahvaltılıkların rengi değişik geldi gözüme. Çıkarıp gözlüğümü tekrar baktım.

Ya sekan, dedim (IQ su 5) balın rengi böyle miydi be oğlum, dedim... Sonra peynire baktım, peynir bu kadar mı beyazdı be aytuğ, (IQ 6) dedim. Cevap veremediler. Tam o sırada amcam da yumurtaları getirdi. Yumurtanın sarısı sarı değil böyle tan kızılından biraz açık, alevin sarısından daha koyu, parlak, göz alıcı bir renk. Artık o renge her ne deniyorsa... Ya dedim, bu renk yumurtayı ben 15 yıldır görmemiştim. Değil mi lan?

Cevap veremediler. Kafalarını sokup kahvaltılarını etmeye başladılar. Ben de ettim kahvaltımı. Zeytin ne kadar güzel amca yaa, dedim. Bak şu ağaçtan topladım, dedi. Yumurta, dedim. Kümes arkada dedi. Peki bal, dedim. Bal? Onu komşudan aldım, kovanı var, dedi. Bu arada amca da bizimle beraber kahvaltı ediyor aynı masada. Yani bu kadar güzel olur, daha güzel olamaz...

Kahvaltı mı ediyoruz, tabiat ananın tüm renkleri ve kokuları içimize mi doluyor, böyle yaşam pınarlarımız mı çoşuyor anlamadık. Tek bildiğimiz, kahvaltı bittiğinde tarifi mümkün olmayan bir mutluluk yaşıyor olduğumuzdu. O kadar ki, Bir sait Faik öyküsünde sandım kendimizi.

Şöyle derdi bizim içim,

“Onlar oradan gittikten sonra bile, mesut kahkahaları hep o bahçede kaldı...”


İşte böyle dalıp gidiyorsam boşa değil. Çanakkale’ye kadar gittim, geldim. Geldikten sonra da o zaman yediğim balın hatırası mı diriltti beni, tavuklar mı çağırdı “gel kerem efendi yumurtam sıcak” diye bilemiyorum. Açtım excel tablomu yine hesaplardan birisini yaptım.

Gelibolu civarındaki tarla fiyatlarına baktım. Gerçi biliyorum, bir hektarı 4,000 YTL civarı. Arsa büyüdükçe, elbetteki metrekare birim fiyatı düşüyor. Hesaplıyorum, hesaplıyorum olmuyor. Alamıyorum tarlayı. Arabamı satıyorum olmuyor. Böbreğimi satıyorum üstüne, yine olmuyor. Bülent Ersoy ile evlenmek bile geçiyor aklımdan Bir pırlantasına bakar.

Sonra dedim ki bir kooparatif kurarsam olur bu iş. Arkadaşlarımadn küçük miktar da paralar alıp onları ortak edeyim. Ziraat bankasındaki kredilere, efendim ceviz fidanlarının fiyatlarına, bir ağacın ne kadar ceviz verebileceğine, bir dönüme kaç ağaç ekilebileceğine kadar herşeyi araştırıyorum.

Çarşaf çarşaf uzuyor excel. İki saat sonra taslak bir fizibilite çıktı. Patron görecek diye ödüm kopuyor bu raporu çünkü böyle bir raporu normalde bir haftada ancak bitiriyorum.

Koyuyorum rakamları alt alta ve ne çıkıyor biliyor musunuz... Yani artık biraz bir şeyler öğrenmiş bir hesap uzmanı olarak bile diyebiliyorum ki, bu iş bana çok “olabilecek” gibi geliyor.

Olmaz ya...

K.

 
Toplam blog
: 295
: 733
Kayıt tarihi
: 28.09.06
 
 

Bugün ölseniz mesela, ya da hafifletelim biraz hadi, bu giriş çok karamsar oldu. Bugün ortadan kay..