Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Şubat '10

 
Kategori
Siyaset
 

Üçüncü dünya ülkesi solculuğunun sonu

Üçüncü dünya ülkesi solculuğunun sonu
 

Ulusalcıların en büyük sorunu gerçekliği yakalayamıyor oluşları. Toplumsal dinamikleri okuyamadıkları için, 40 yıl öncesinin ezberlerini bugüne dayatmayı, politika yapmak zannediyorlar. Gerçeklikle bağları koptuğu her noktada da savrulup, fanatizmin bataklığına saplanıyorlar.

1940 -50 ve 60’li yıllarda üçüncü dünya ülkesi olmanın, kendine ait gerçekleri vardı. Ekonomik yapısı zayıf, sermaye birikimi olmayan bu tip ülkelerde, devletler ekonomiyi derinleştirme görevini de üstüne almak zorunda kalırlardı. Devletlerin ekonomik alanda baskın olduğu bu düzenlerde, ülkede sözü geçen daha çok devlet bürokrasisi olurdu. Özellikle de askeri bürokrasi.

Aslen bunun da bir mantığı vardı. Çünkü yeterince eğitimli, donanımlı bireye sahip olmayan toplumlarda, toplumun en eğitimli ve disiplinli elemanları, yani askerler ön plana çıkardı. Askerlerin, toplumsal gelişmenin belirli aşamasında ülkeye ağırlıklarını koymalarının sosyo-ekonomik bir gerçekliği vardı.

Bir diğer yanı ile kendisini özellikle dış güçler karşısında zayıf ve güçsüz hisseden toplumların, ülkede gücü simgeleyen kurumları sahneye itelemesinin, hatta herhangi bir itelemeye de gerek kalmadan askerlerin idareye ağırlıklarını koymalarının, yine belirli bir dönemin toplumsal psikolojisine denk geldiğini söyleyebiliriz.

Bu nedenle olsa gerek, bahsettiğim bu tarihsel dönemlerde, askerin toplumdan daha ileride olduğu varsayımı ile onun peşine takılmayı solculuk zanneden bir siyasetin geliştiğine denk gelinir. Ama bu tip bir solculuk, elbette ki, evrensel kriterlere sahip olan bir solculuk türü değildir. Aslen solculuk da değildir. Ama eldeki malzeme buna imkân verdiği için, bunu da solculuğun bir aşaması sayabiliriz.

Türkiye bu tip bir solculuğu oldukça derinden yaşayan bir ülke oldu. O kadar derinden yaşadı ki, tüm o toplumsal dönemler aşılmasına rağmen, hala etkisini bugün hissettirebilmekte.

Türkiye bu tip bir solculuğu derinden yaşadı çünkü en başta ülke kuran asker oldu. Daha doğrusu yeni bir idare şeklini bu ülkeye askerler getirdi. Getirmekle de kalmadılar, Cumhuriyet kurulduğu günden beri yönetimde hep söz sahibi oldular. Bunun ilk elli yılının, belirli bir sosyo-ekonomik gerçekliği olduğunu söyleyebiliriz.

Çünkü ülke fakirdi ve devlet, ülkenin kalkınması adına kendi imkânlarını kullanmak durumunda kaldı. Devletin toplumdan güçlü olduğu her ülkede olduğu gibi, ülkeye siviller değil, devlet erkanı hakim oldu. Zaten ülkenin en eğitimli kesimi de yine askerlerdi.

Çünkü ülke zayıftı ve yeni bir savaştan çıkmıştı. Çok geçmemiş ikinci büyük bir savaş patlamış, ardından da soğuk savaş dönemi başlamış ve dış tehdit algısının hiç ortadan kalkmadığı geniş bir zaman aralığı olmuştu. Elbette toplum (daha doğrusu toplumun etkin kesimleri), ülkenin en güçlü kurumunun eteklerine sığınmak zorunluluğunu hissetmişti.

İşte Cumhuriyet’in ilk elli yılına denk gelen bu dönemde, Türkiye’de de, solculuk ağırlıklı olarak askerin peşine takılmak olarak algılandı. Hatta, 1970’lerin başına kadar, ülkedeki tek solculuk tipinin bu olduğunu bile söyleyebiliriz. Özellikle Doğan Avcıoğlu önderliğindeki Yön Dergisinin, Türkiye solunda bu yanlış eğilimin kökleşmesinde fazlasıyla katkısı oldu. O dönemin yeni filizlenen gençlik hareketleri bile, ilk toplumsal muhalefet adımlarını atarken, ilerici askerlerle el ele verip, yeni bir 27 Mayıs “devrimi” ile ülkeyi kurtaracaklarını hayal ediyorlardı. Ama bu hayallerinin aslında kâbusları olduğunu fark etmekte gecikmediler.

Türkiye tarihinde darbelerin bu kadar sık ve aslında bu kadar kolay yaşanmasının ardında yatan gerçek, Türkiye’nin tüm bu dönemlerde üçüncü bir dünya ülkesi, ağırlıklı olarak bir tarım toplumu olmasıydı. Toktamış Ateş’in 90’lı yılların başında savunduğu bir tez vardı. Son yıllarda yazılarını takip etmediğim için aynı iddiasını devam ettiriyor mu bilmiyorum. Toktamış Hoca, demokrat bir yönetime erişmenin, kişi başına düşen milli gelirle ilişkisi olduğunu belirtir ve eşik değerin 3.000 dolar (ya da 2.000, hangisi olduğunu tam olarak hatırlamıyorum) olduğunu söylerdi. “Kişi başı ortalama gelirin 3.000 doları aştığı bir Türkiye’de darbe olmaz” derdi.

Türkiye ise 1990’lara girdiğinde, Kişi Başına Gayrisafi Milli Hasıla hala 2000 dolara ulaşmamıştı. 2000’li yıllara geldiğimizde ise 4000 dolar civarında dolaşmaya başlamıştık. Şimdi ise 7000- 8000 dolar seviyesinde geziniyoruz. Ama daha önemlisi şuydu; Toplumda belirli bir sermaye birikimi gerçekleşmiş ve özel sermaye yatırımları, ekonomide ciddi bir ağırlık oluşturmaya başlamıştı. Orta ve küçük ölçekli yatırımlar, toplam yatırımlar içinde ciddi bir oran yakalamıştı. 1960'larda toplumun2/3'ü köyde yaşarken, oran bugün tam tersine dönmüş durumda. Bu değişim, devlet – toplum dengesinde ciddi bir sarsılmaya neden oldu ve ülke idaresinde sivilleşmenin önünü açtı.

İşte bu yeni dönem, üçüncü dünya ülkesi solculuğunun da sonunu getirdi. Elbette her toplumsal dönemin sonu gibi, bu da aniden olmuyor. Adım adım gelişen düşünsel gerileme ve iflas süreci var. Ama her son gibi, son dakikaları fazlası ile sancılı geçiyor. Yeniden hayat bulma isteğinin en fazla olduğu an, yok oluşun en çok hissedildiği andır.

Bir sonraki yazıda, üçüncü dünya solculuğunun, nasıl yeniden hayat bulmaya çalıştığını, bunun için hangi argümanları ürettiğini anlatmak istiyorum.

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..