- Kategori
- Eğitim
Ulusal eğitim sürecimiz

FARUK DEMİREL (Öğretmenim), TÜRKAY KORKMAZ Haziran 1993,Eğitim-Sanat, Trabzon
Osmanlı döneminde eğitim sürecinde üç anlayışın çekiştiğine tanık oluyoruz.
. Gelenekçi, “ulema” medrese
. Batıcı,”aydın” yeni okul
. Sentezci, “ulema-aydın” medrese-yeni okul
1856-1876 arası çatışmanın hızlandığı dönemdir.Osmanlı yenilik-gelenek arasında çatışmayı yaşamaktadır.Din-laiklik sorunu tartışmanın baş konusu olmuş.Din ile bilimin nasıl bağdaştırılacağı tartışılır.Resim yapmanın dine aykırılığı nedeniyle harita dersinin kaldılıp kaldırılmayacağı reformcular ile gelenekçiler arasında sorun olur.
Osmanlı döneminde eğitim tek’e indirgenemez.Değişik cemaatlar kendi dilleriyle eğitimi sürdürürler. Müslüman dışı cemaatlar bunu bir hak olarak sürdürürken Galatasaray Lisesi, değişik inançta olanların birlikte okuduğu ilk uygulama olur.Reformcular eğitimde giderek ağırlık kazanır.Medresenin etkinliği azalır.
Osmanlı devlet yapısı , dünyada gelişen , Fransız Devrimi’nden kaynaklanan ulusculuğa karşıydı. Ümmetçiliğin karşıtı bu yeni toplumsal durum 1910 ‘larda Ziya Gökalp ‘in “Vatan, Sanat” adlı şiirleriyle dile getirdiği Türkçeye dönme, ekonomide kendi gücümüzle gelişme çağrıları Atatürk’le boy verir .
Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur
Köylü anlar manası namazdaki duanın
..........
Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye
Sanatına yol gösteren ilimle fen Türkündür
Tersaneler, fabrikalar, vapur, tren Türkündür
Ey Türk oğlu işte senin orasıdır vatanın
(Vatan)
.............
Aruz sizin olsun, hece bizimdir
Halkın söylediği Türkçe bizimdir
Leyl sizin, şeb sizin, gece bizimdir
Değildir bir mana üç ada muhtaç
(Sanat)
Atatürk, ulusculuğun baş koşulunun öncelikle toprağın kurtulmasıyla başlanacağını biliyordu. Bu nedenle dört yıl süren “ haklı savaş “ sonucu ulusal devlete ulaştı.Toprağı olmayan bir ulusun dilinden, ekonomisinden, bağımsızlığından söz edilemezdi. Atatürk’e gelinceye değin tarihimizde “ ulusal devlet “ görülmez. Ancak, Atatürk’le ulus olduk. Bir ulusu oluşturan yurt, dil, kültür, tarih birliği 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’yle bilince ulaştı. İşte bunun için “ Türk’ün Atası “ deyimi yerinde olduğu gibi, tarihsel gerçeğin de kendisiydi.
Atatürk, “ulusal devlete “ güç koşullardan geçerek ulaştı. Ulusal devletin dayandığı altı temel ilke Türkiye Cumhuriyeti’ni bayraklaştırdı.Ulusculuk, laiklik, devletçilik, devrimcilik, halkçılık, cumhuriyetçilik diyalektik bir bütünlük içinde çağdaş, bağımsız devlet olabilmemizin temel koşullarıydı.
Çağdaş toplum, çağdaş devlet olabilmek Atatürk ilkelerine dayanan eğitimle gerçekleşebilirdi ancak. Bu nedenle altı temel ilke yaşama geçirilmeliydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği için eğitimde birliği sağlamak kaçınılmazdı. Değişik kurumların eliyle yürütülen eğitim bir elde toplanmalıydı. Bununla birlikte çağdaş olmayan eğitim kurumları da kapatılmalıydı. Bunlar gerçekleştirilmeden laik eğitim yaşama geçirilemezdi. Eğitim dinsellikten kurtulup ulusal kimlik kazanamazdı.
İşte bu nedenle, Şer’iye ve Evkaf vekaletleri, bunlara bağlı olan sıbyan okulları, medreseler, tarikatlar, zaviyeler bir bir kapatıldı. Ulusal - laik eğitimin bir ulusu özgür ve bağımsız yaşatacağını bilen Atatürk, eğitimin ulusal olması, boş inançlara dayanmaması gerektiği görüşünü Sakarya Savaşı ‘nın sürdüğü günlerde gündeme getirdi. 15 Temmuz1921 ‘de topladığı “Maarif Kongresi” ulusal eğitim izlencesinin niteliğini belirledi.
17-19 Temmuz 1939’da başlayan “Milli Eğitim Şurası”bugüne değin dört yılda bir toplanmak koşuluyla -toplanma süresine uyulmadığı- on sekiz kez gerçekleşmiş. Şura, MEB’in eğitim ve öğretimle ilgili konuları incelemek, öneri niteliğinde kararlar almakla görevli en yüksek danışma kuruludur. Bu son Milli Eğitim Şurası 1-5 Kasım 2010’da gerçekleşti. “Eğitimde 2023 Vizyonu’ ana başlığı altında ‘öğretmen yetiştirme; eğitim ortamları; ilköğretim, ortaöğretim; spor, sanat, beceri, değerler sistemi; psikolojik danışma, rehberlik-yönlendirme”alt başlıklarından oluşuyordu.
18. Milli eğitim Şurası’nda, özel okullara %50 parasal katkı, sayısı 4193 ulaşan dersanelerin okula dönüşümünün sağlanması, okulları özelleştirip devrederek kurtuluşu bu alanda da özelleşmede arıyorlar.Böylece çözüm olarak Osmanlı bakanının, “Okullar olmasa eğitim sorunu kalmayacak.” dileği, anlayışı gerçekleşecekti.
Değişik kurum ve kişilerin katıldığı 18.Milli Eğitim Şurası Türkiye gerçekleri doğrultusunda sonuçlara ulaşabildi mi? 15 Temmuz 1921’de Atatürk’ün topladığı Maarif Kongresi’nde niteliği belirlenen ulusal-laik eğitim hangi aşamada? Tarikatlar, cemaatlar yeniden eğitimimizde yer aldı mı?Yurt içinde, yurt dışında örgütlenen cemaat okulları, dersaneleri, üniversiteleriyle yetkili ve etkili kişilerden, kurumlardan ödül alıyor mu? Teksas Senatosu, “Global barışa katkısından dolayı” 1998’de terör örgütü kuruğu savıyla tutuklama kararı bulunan, şu anda ABD’de yaşayan Fetullah Gülen’e ödül veriyor. Kurduğu kurumların (özel okullar -Anadolu liseleri, kolejler, üniversiteler, dersane-vakıf, dernek, öğrenci yurdu,TV, radyo, gazete); bütçeleri insanın dudağını ucuklatacak cinste değil mi? Bu kurumlara destek veren şirketler, kişiler Türkiye’nin geleceğine kurşun sıktıklarını biliyorlar mı? Bu tarikat, cemaat kurumları kimi devletlerin koruması altında gelişmiyorlar mı?
ABD Houstun Üniversitesi bünyesinde bulunan Fetullah Gülen Enstitüsü, “İcraatıyla insanlık tarihine katkıda bulunan kişi ve kuruluşlara barış ödülü” veriyor.2010 yılında Güney Afrikalı Nelson Mandela’ya veriyor. (26 Ocak 2011,Aferin Fetullah Aferin,Emin Çölaşan, Sözcü)
Eğitimimizde bu geri dönüşlerle ulusal-laik-demokratik eğitimimizden ne kaldı elimizde?
Eğitim tarihimizde Köy Enstitüleri’nin kurulması bu yolda atılan önemli bir adımdı. Bu kurumlar 1940 – 1948 arası dönemde on yedi bin öğretmen yetiştirdi. Atatürk düşüncesini kırsal kesimde yaşama geçirerek köyü, köylüyü canlandıracaktı. Eğitimin halka ulaşması, halk çocuklarına okuma olanağı sunulması bu kurumlarla sağlandı. Eğitimin yaygınlaşmasından kaygılananlar bu Cumhuriyet kurumlarını karalamaya başladılar. Kurumları açanlar yine kendi elleriyle önce kurumların izlencelerini değiştirdi. Sonra da Köy Enstitüleri’ni Demokrat Parti adlarıyla birlikte kapattı.
Bugün 250 bin öğretmen açığının -başbakan 120 bin diyor- olması bu kurumların kapatılması sonucu gerçekleşmiştir. Kalabalık sınıflar ortalama 32 kişi dersane sayısı liselerin sayısını geçmiş.Özel öğretime gereksinim duyan özürlü sayısı 1 milyon, yararlanan 30 bin kişi.
Atatürk, 1 Kasım 1928’de yazı devrimiyle halkın bilgilenmesi, çağdaş dünyayla bütünleşmesi açısından önemli bir adım attı. “Ya üç ayda olur, ya hiç olmaz! “ diyen Atatürk Millet Mektepleri başöğretmenliğini üstlenerek ulusa yol gösterdi. Okur yazarlık hızla yaygınlaştı.
Türkiye Cumhuriyeti, “klasiklerin çevirisi” yle “ Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.” özlemi yaşama geçirildi. Böylece Köy Enstitülü köy çocukları dünya yazının usta ozan ve yazarlarını tanıdı. Düşünen beyin olmaya başladılar. Klasiklerin çevirileri Türkçenin gelişmişliğinin de kanıtı oldu. Kendi dilini bulduğu kitapları hızla okuyan bu çocuklar Atatürk sevgisini, O’nun düşüncesini bir güzel özümsediler. Bu durum köy çocuklarının tehlikeli sayılmasına yetti.
Köy Enstitüleri, laik eğitimi uygulayarak bilimsel düşünceyi toplumsal yaşamımıza taşıdı. Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanları boş durmadı. Köy Enstitüleri’nin kapatılması için eyleme geçtiler. Atatürk’ün yerine geçen İsmet İnönü bir zamanlar kol kanat gerdiği Köy Enstitüleri’ni budadı. Önce izlenceleri değiştirdi, sonra kurucusu İsmail Hakkı’yı görevden aldı. İş içinde, yaparak yaşayarak yöntemiyle eğitimi gerçekleştiren, kişilere yetenekleri doğrultusunda beceriler kazandıran, öğrencileri dünyanın seçkin sanat adamlarıyla tanıştıran, klasik müzik dinletirken keman ve diğer çalgıları çalma becerisi kazandıran bu kurumlar o günahsız çocuklara, güzel yurdumuza çok görüldü.
Köy Enstitüleri 1945 - 1946 ‘da başlayan karşı eylemle, 1950’de hızlanan karalamayla ayakta kalamadı. 27 Ocak 1954’te çıkan yasayla Köy Enstitüleri adlarıyla birlikte yok edildi. Bu duruma gelinceye değin aşama aşama yol alan Cumhuriyet düşmanları bu yıllarda TBMM’de görüşülen toprak reformu yasasına bir tepki olarak bu eylemi gerçekleştirdiler. Kendi adlarına da başarılı oldular. Emin Sazak, Adnan Menderes, Celal Bayar vb .
Toprak ağalarının başını çekenler CHP’den ayrılarak DP çatısı altında buluştular. 1950’de iktidara gelen bu takım önce Türkçeyi yasaklamakla işe başladı. Türkçe okunan dinsel çağrıyı Arapçalaştırdılar. Sonra, “anayasa / teşkilatı esasiye kanuni, cumhuriyet savcısı / cumhuriyet muddeiumumisi vb. 1945 – 1946’da başlayan dış borçlanma da 1950’den sonra Marşal planıyla hızlandı . Bugün 600 milyar doları geçen dış borcun başlangıç yılları oldu o yıllar . Oktay Sinanoğlu’nun, Hedef Türkiye adlı yapıtında dediği sömürgeleştirme başladı. Günümüzde kapımıza dayanan IMF, Dünya Bankası işte o yıllarda Batı’nın ülkemiz üzerinde oynadığı oyunun araçlarıydı. Lozan Antlaşması’nı istemeyerek imzalayan Batı, geçmişin acısını bir bir çıkarıyordu. IMF, Dünya Bankası aracılığıyla geçmişin hesabını soruyordu!
Bu dış borçlanmanın eğitim ayağı eğitimimizin yabancı dille sürdürülmesi eylemi olarak görülmektedir. Bu durum günümüzde küreselleşme adı altında dayatılan uluslararası tuzağın bir başka göstergesidir. Bu olguyu tanımlamak gerekirse şöyle diyebiliriz: Küreselleşme, yabancı kültürün, onun ekonomik gücünün ulusal kültürü – özellikle geri kalmış toplumlarda- yok ederek o ülkeyi, ulusu öncelikle eğitim, ekonomik alanlarda ele geçirmesi olarak adlandırabiliriz.
Küreselleşmenin eğitim alanındaki uygulaması yabancı dille eğitimi öne geçirerek bunu yaygınlaştırmaktadır. Kişinin kendi diliyle düşündüğünü bilen dış güçler iç ortaklar da bularak “olacak”diye diretmektedirler . Oktay Sinanoğlu’nun Hedef Türkiye adlı yapıtında dediği hızla olmaktadır artık. Yabancı güçlerin amaçları doğrultusunda çok da yol aldıklarını gözlüyoruz. Batı, yetiştirdiği yerli aracılarla IMF, Dünya Bankası gibi kurumları başımıza danışman olarak da görevlendirmiş bulunuyor. Onların dedikleri uygulama alanına hızla konuyor. İçinde bulunduğumuz açmazlardan böylece kurtulacağımız sanılıyor. Ulusal yapımız Cumhuriyetimizin en zor günlerini geçiriyor. Onların bu yapımızı bozmak için her yöntemi kullanmakta kararlı olduklarını yurtseverler izliyor.
Yurdumuza, ulusumuza Köy Enstitüleri’ni kapatarak kötülük eden güçler bununla yetinmedi. Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu‘nu da 19 Ekim 1983’te kimlik değiştirerek kapattılar. Sonra, sıra İkinci Dünya Savaşı’nın yokluk yıllarını atlatmamızda toplumumuza ekonomik kolaylıklar sağlayanKİT’leri elden çıkartmaya geldi. Bunu da başarıyorlar. Evet Cumhuriyet’in kurumları bir bir değişik savlarla elden çıkıyordu. Oysa bunlar Cumhuriyetimizin temel dayanaklarıydı.
Cumhuriyetin toplumumuza getirdiği çağdaş uygulamalar iktidarı ele geçiren feodal güçlerce yeniden geri götürüldü. Bunlar bir ulusu ulus yapan en önemli öğelerden birinin dil olduğu gerçeğini bildiklerinden Türkçeyi okullarda, yaşamda yasakladılar. Böylece uluslaşma sürecimizi durdurdular. Türkçeyi geliştirmek, Türkçe sözcükler kullanmak suç sayıldı.
Eğitimde yüz akımız olan, ulusal kültürü yaratıp yaygınlaştırmada öncülük eden Köy Enstitüleri’ni kapatmakla yetinmediler. Tarama, Derleme sözlük çalışmalarıyla unutulmuş dilimizi gün yüzüne çıkartan Türk Dil Kurumu bu işlevlerini yitirerek kimlik değiştirdi. Aynı toprağın üzerinde etnik kökene dayanmadan tasada, kıvançta bir olan insanların birliği olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandığı kurumlar bir bir kapatıldı. Böylece Atatürk ulusculuğu yara aldı.
Tüm bu yaşananlar toplumumuza, ülkemize kurulan tuzakların eğitimde, ekonomide uygulanan parçalarıydı. Amaç ülke bütünlüğümüzü, ulusal dirliğimizi bozmaktı. Atatürk, ulus olmanın baş koşulunun diline sahip çıkmaktan geçtiğini biliyordu. Kültür sanat alanındaki çalışmaları desteklemek, bunu sağlayacak eğitimi vermek, “ Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.” gerçeğini taşıyan beyinler yetiştirmek, Devlet Tiyatroları’nın kuruluşu , Halkevleri’nin açılışı uluslaşma yolunda atılan önemli adımlardı. Ne yazık ki Halkevleri de Köy Enstitüleri gibi yok edildi.Şimdi sırada Devlet Tiyatroları bulunmaktadır.
HİÇBİR ŞEY BİRDENBİRE OLMADI
Önce ezanı Arapçaya çevirdiler..
Dinlediniz
Sonra ‘siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz’
dendi..
Demokrasi sandınız.
Sonra çığ gibi Kuran kursları, imam-hatip
okulları açıldı..
Din dersleri anayasal zorunluluk oldu..
Kabullendiniz.
Tesettür arttı, cami sayısı okulları geçti..
İnanç özgürlüğü saydınız.
Giyim kuşama müdahale ettiler, oruç
tutmayanı öldürdüler..
Şaşırdınız.
Daha sonra bilim adamları ve yazarları vurdular..
Milletvekili ve gazetecileri parçaladılar..
Şairleri ve dansçıları yaktılar..
Kimin yaptığını düşünüp durdunuz.
En sonunda kapınızı çalacaklar..
Size kendinizden başka yardım edecek
kimse
Kalmayacak.
Bugün Cumhuriyete düşman kuşaklar yetişmişse geçmişte yapılan bu hayınlıkların sonucudur. O’nun getirdiği değerler konuşulur olmaktan korkuluyorsa laik eğitimimizin yara aldığındandır. Çocuklarımıza ezbere dayalı eğitim uygulaması düşünen beyinler yetişmesin diyedir.Şimdi Eğitim yapılanmamız yeniden düzenlenmektedir. İşte kanıtı, 4+4+4 uygulamasıyla elimizde kalan laik eğitimi dinselleştirilmenin yolu açılmıştır.
Bugün ezbersiz eğitim gerçeğine ulaşmak; ulusal, bilimsel eğitim vererek çocuklarımızın yorumlama, usavurma yeteneğini geliştirmek eğitimimizin en başta gelen amacı olmalı. Bu, bize kalan “Anadolu uygarlığı” kalıtına sahip çıkarak ulus dilimizle eğitimimizi sürdürmekten geçiyor.