Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Şubat '16

 
Kategori
Öykü
 

Yılancı

Yazan: Uçar Demirkan
 
Yedek teğmen Ahmet Pazar günü tabur nöbetçi subaylığı yapıyordu. Cumartesi Pazar nöbetleri hep yedek subaylara denk gelirdi nedense! Askerlik bu, dedikodusunu bile yapamazdın.
Sabah kahvaltısını subay gazinosunda yapmış, gazinonun önüne attırdığı bir masa ve sandalyeye oturmuş, keyif çayını içiyordu.
Küçükçekmece Gölü’nün kıyısında geniş bir alana kurulmuştu Zırhlı Piyade Taburu. Eğitimdi, alış verişti, tatbikattı derken günler geçiyordu.
Subay gazinosuna oldukça uzak bir yerde bulunan nizamiyedeki nöbetçi çavuşun koşa koşa kendisine geldiğini gördü. ”Hayırdır inşallah” diye düşündü. Bu güzel başlamış Ağostos sabahında vukuat istemiyordu.
Çavuş geldi, selamını verdi. Bekledi.
“Buyur çavuş. Ne var bakalım seni buraya kadar koşturacak”
“Tiğmanım, yılancı gelmiştir.” dedi Erzurumlu çavuş.
“Ne yılancısı oğlum” dedi Ahmet.
Ondan kıdemli ve eski olan, tezkeresi yaklaşmış Çavuş, kasılarak“Teğmanım, siz bilmezsiniz. Bir yılancı vardır. Her yıl bu vakitler gelir, taburda yılan toplar.”dedi.
“Pekiyi de, bu yılancının tabura girme izni var mıymış?”diye sordu Ahmet. ”Vardır herhal” dedi çavuş. ”Al getir bakalım öyleyse” dedi Ahmet.
Çavuş, gerisin geri nizamiyeye koştu. Sırtında topraktan yapılmış bir küp taşıyan bir siville geri döndü. ”İşte, yılancı budur komutanım” dedi.
Kemal adama baktı. Köylü kılıklı, orta boylu potuk bir adamdı.
“Yılan toplamaya gelmişsin öyle mi” dedi. Adam ”Öyledir komutan” dedi. ”İznin var mı. Göster bakayım” dedi Ahmet.
Adam, gömlek cebinden yazıları iyice silinmiş olan tabur komutanının imzaladığı ve taburun mührünün bulunduğu bir kağıdı uzattı. Ahmet okudu.
“Tamam. İşine başlayabilirsin. Yalnız, taburdan çıkmadan önce yine bana uğra” dedi.
Adam sırtında topraktan yapılmış orta boylu küpüyle eğitim alanlarına doğru tırmandı ve gitti.
İlk yılanla karşılaşması çocukluğunda olmuştu. Mahallesindeki boş bir arsaya ev yapılacaktı. Ustalar ve işçiler arsayı kazarken yaklaşık bir buçuk metre boyunda, bilek kalınlığında bir yılan görmüşler ve kafasına kürekle vurup hayvanı öldürmüşlerdi.
Başlarındaki usta ”Ev yılanıymış. Bunlara temel yılanı da denir. İnsanlara zararı yoktur. Aksine, fareleri yiyerek insanların işine yararlar. Yazık oldu hayvana” dedi. İşçilerden birisi ”Yılan yılandır ustam. Görüldüğü yerde kafası ezilmeli” demişti.
Sonraları, on üç on dört yaşlarındayken babası çok zengin olan bir arkadaşları, otomobil kullanmayı öğrenmek için, babasından habersiz otomobil kiralar, içine dört beş arkadaş doluşurlar ve kent dışına giderlerdi. Orada, uzun boylu olan zengin çocuğu aracı kullanır, sonra dönerken arkadaşın ehliyeti olmadığından yine şoför kullanırdı.
Bu gezilerden birinden dönerken, akşam karanlığı yeni iniyordu. Bir köy yolunda, otomobilin farlarında, yolun bir yanından öbür yanına geçmeğe çalışan bir yılan gördük. Adam, kaza yapmamak için direksiyonla oynamadı ve yılanı ezdi. İnip baktık, hayvan ölmüştü.
“Yılan ezmek uğursuzluktur. Ben bundan sonra bu aracı kullanmam” demişti şoför. Aman hemşerim, etme eyleme. Bak akşam oluyor. Biz evlerimize gitmezsek olay olur. Hepimiz pederlerden dayak yeriz. Gözünü seveyim, götür bizi” diyoruz. Adam, Nuh diyor peygamber demiyordu. Sonunda, zengin çocuğu “Çekil ulan direksiyondan. Ben kullanacağım” demiş ve güç bela, kazasız mazasız eve dönmüştük. Arkadaşımız da, ilk kez gece otomobil kullanmış oluyordu!
 
Sonra fakültede Urfalı bir arkadaşı yılan öyküsü anlatmıştı.
Bunların evine bir yılan girmiş. Hemen kafasını ezip öldürmüşler. Akşam yatıp uyumuşlar. Sabah kalktıklarında, bakmışlar topraktan yapılmış bakraçlarından biri çatlamış ve içindeki su akmış. Anası”Amanin loo, öldürdüğümüz yılanın eşi gelmiş. Bizi zehirlemek için zehirini bakraçın içine boşaltmış. O da zehire dayanamayıp çatlamış. Ben çocukken de buna benzer bir olay olmuştu” demiş. Hemen suları süpürmüşler ve bakraçlardaki suları döküp yeniden doldurmuşlar.
“Yılanların öcü korkunç olur. Bir yılanı öldürdün mü onun eşini bulup onu da öldürecen. Yoksa, gelir senden eşinin öcünü alır” demişti.
 
Fakir Baykurt’un da “Yılanların Öcü”adlı bir romanı vardı. Filmini de çekmişlerdi.
Bu nedenle; Urfa'nın zenginleri; evlerinin girişini, merdivenlerini ve pencerelerin kenarlıklarını mermerden yaptırırlarmış. Çünkü mermerin üzerinde ne yılan ne de akrep hareket edebilirmiş.
 
Sonra aklına askerliğini Dörtyol'da yapan bir arkadaşının anlattığı öykü geldi. Orada bir yılancı dede denilen bir adam varmış. Çevre ilce ve illerde yılan ısıran ya da akrep sokan oldumu hemen bu yılancı dedeye getirirlermiş. O da sağ elinin sahadet parmağını tükürükler ve ısırığın olduğu yere sürermiş. Yılan zehirinin etkisi geçer, ısırılan kişiler belli bir para ödeyip giderlermiş.
 
Adana'nın İncirlik üssündeki Amerikalı doktorlar bunu duymuş. Yanlarına yılan serumu alıp yılancı dedeye gitmişler."Sen kendini bir yılana ısırt ben de aynısını yapayım. Sonra yılan zehrinden kurtulmaya çalışalım."demişler. Yılancı dede olur demiş ve adamların getirdiği engerek yılanını sol kolunu ısırtmış. Amerikalı da bir başka engereğe sol kolunu ısırtmış.
Amerikalı doktor yılan panzehirini koluna sürmüş. Hiç bir etkisi olmamış. Kol morarıp şişmeğe başlamış Yılancı dede kendi kolunu tükürükle sıvazlamış. Zehirin etkisi geçmiş. Amerikalı doktorlar yılancı dedeye yalvarmağa başlamışlar. Yılancı dede Amerikalının kolundaki yılan ısırığını da tükürüklemiş ve o kol da normale dönmüş.
Bu olay üzerine yılanncı dede çevrede daha çok ünlenmiş. 
 
Bunları düşündü ve sonra çıkıp devriye yürüyüşünü yaptı.
Askerlikte tüm yaşam devriye demekti. Çarşamba günleri erleri Küçükçekmece gölüne sokarlardı. Onları göldeki yılanlardan korumak için kürekli bir kayıkla, erlerin otuz metre kadar açığında devriye gezerlerdi. Her sfereinde, kafalarını suyun dışında tutarak gölde yüzen onlarca kara yılanlarını görürlerdi. Ağostos sıcağında, serinlemek için onlar da suya giriyorlar, yüzüyorlardı.
Öğle karavanasına yakın subay gazinosunun önünde otururken, yılancı uzaktan göründü ve geldi.
“Topladın mı yılanları” dedi. Yılancı ”Topladım teğmenim” dedi.
Ahmet, yılanları merak etmişti. ”Görebilir miyim” dedi yılancıya. ”Tabii” dedi adam ve yere koyduğu toprak küpün tahtadan kapağını açtı.
Aman tanrım, küpün içi yılan kaynıyordu. Vıcık vıcık yılan vardı küpün içinde. Küpün dibi ve kenarları sırlı olduğundan devinemiyorlar ve yukarı çıkamıyorlardı. Biri birleri üzerinde deviniyorlardı. Elli kadar, boy boy yılan olmalıydı küpün içinde.
“Nasıl yakalıyorsun bunları” dedi Ahmet. Adam, arka cebinden dışarı sarkan uzun konçlu bir deri eldiven çıkardı ve sağ eline geçirdi. Sonra anlattı.
“Elime bir sopa alırım. Yılanların toprak oyuklarındaki yuvalarını tanırım. Yılan deliğinden içeri sopayı sokarak yılanı rahatsız ederim. Yılan delikten dışarı çıkmak ister. Başını delikten çıkarınca bakarım. Zehirsizse çıplak sol elimle, zehirliyse eldivenli sağ elimle yakalar ve küpün içine yavaşça bırakırım.”
“Pekiyi, tüm yılanları tanır mısın? Zehirliyle zehirsizi nasıl ayırırsın?”dedi Ahmet. Adam umursamaz bir tavırla eldivenli elini küpe soktu ve bir Engerek çıkardı. ”Bu engerek yılanıdır ve Anadolu’nun en tehlikeli, zehirli yılanıdır” dedi. Küpe yeniden bıraktı. Bir başka yılan aldı. ”Bu da zehirsizdir. Zehirlilerin başı köşeli ve sivri olur. Zehirsizlerinki ise yuvarlak olur” dedi.
Ahmet, son çıkardığı yılanı yere, betona bırakmasını istedi. Gazinonun önü betonlanmıştı. Her gün temizlene temizlene cam gibi kaygan olmuştu.
Yılancı, son çıkardığı yılanı yere bıraktı. Hayvan, sağa sola bükülerek yürümeğe ve kaçmağa çabalıyordu. Ancak, yer kaygan olduğundan, bir türlü yol alamıyordu.”Tamam” dedi yılancıya.”Alabilirsin”
“Pekiyi ama, bunları ne yapıyorsun. Herhalde satıyorsun da kime satıyorsun?”dedi Ahmet. Yılancı yanıtladı.”Vallahi, bunların önemli bir kesimini Milli Eğitim Bakanlığı alır. İçlerini doldurup okullara yollar. Derslerde öğrenciler görsünler tanısınlar diye. Bir kesimini de, belediyelerin kurduğu fuarlar var. Onlara satarım”
“İyi kazanıyor musun bari” dedi Ahmet.
“Ehh, Allah bin bereket versin. Buraya gelip bir gün çalışırım. Kazandığım para bana altı ay yeter. Arada çiftçilik de yaparım. Geçinir giderim.”dedi. ”Hadi bana müsaade. Ben gideyim artık.”
 
“İyi oldu. Eğitim alanlarımız da yılanlardan biraz olsun temizlendi” diye düşündü Ahmet.
Grçekten de eğitim alanları yılan yuvalarıyla doluydu. Bazan eğitim sırasında bir er mangadan çıkar, yere eğilir ve bir yılanı alıp sallayıp atardı. Beli kırrılan hayvan ölürdü.
Ya da eğitim sırasında tepelerine bir şahin gelir, uzun süre yeri gözetler, sonra bir dalışta bir yılanı pençeleri ile yakalar ve göğe yükselirdi. Sonra yılanı bırakır ve yere düşen hayvan ölünce yeniden dalış yapıp yılanı kapar ve yuvasına doğru uçardı.
Ne kadar çok yılan varmış bizim memlekette  yahuu!.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Toplam blog
: 142
: 578
Kayıt tarihi
: 04.09.13
 
 

1940 yılında İzmir'de doğdum İzmir Atatürk Lisesi'ni bitirdim 1961 yılında Mülkiye(Siyasa..