- Kategori
- Deneme
Zihnin mıknatısına takılanlar-iki
Kalabalık bir toplantı salonunda her kafadan bir ses çıkıyordu. Sesleri seçemiyor, sesler kafasında bir uğultuya dönüşüyordu. Seslenenleri duymuyor, “Konservatiflere kafa yorun” diyordu, “Neo-konservatiflere”…
Kuyumcular ile düşünürler arasındaki bağlantıyı kuyumcululuğun vasıflarına kafayı yorarak kuruyordu. Sabır kelimesini ve titizlik kelimelerini seçip masanın üstüne koydu. Arayış peşinde kelime öbeği ile meraklı, cesur kelimelerini de tedbir olsun diye yanlarına iliştirdi, iliştirmeli miydi?
Masanın üstündeki kelime yığını ile kafa karışıklığının nedenleri arasında bağlantı kurmaya çalışırken, Milliyet’ten kestiği bir kupürü de masanın üstüne bırakırken tekrar okuyordu: “Atatürk’ün bugün kullandığımız alfabeyi Ermeni dil bilgini Agop Martayan’a hazırlattığını ve sonra ona Dilaçar soyadını verdiğini biliyor muydunuz?”
Yalçın Küçük’ün sözleri karın ağrıtan bir tıkınma gibi acılı yiyeceklerle hamur tatlılarının hazımsızlığının üstüne hiç de sindirimi kolaylaştırıcı ve bu da olmalı gibi gelmiyordu ona, masanın üstünde eklektik ve zorlama konuk metinler olarak sayıklamalar olarak duruyordu.
“En iyi insanlar ödleklerdir. En ilginç, en kibar, en has ve suç işleme ihtimali en az olanlar gene onlardır. Asla bir banka soymayı düşünmezler. Akıllarından bir suikast düzenlemek gibi bir şey geçmez.(…) Ödlekler iyidirler, ilginçtirler, kibardırlar; bir kuleden insanların üzerine ateş etmeyi asla düşünmezler. Yaşamayı arzularlar…” William Saroyan’ın “Ödlekler Cesurdur” adlı kitabından bu kesiği de masanın üstüne koyarken bu ironiye kıkırdayarak gülmekten kendini alıkoyamıyordu!
“Hiçbir sorun, o sorunu yaratan bilinç düzeyiyle çözülemez.”, Einsten’in bu sözünü masaya bırakırken Orhan Pamuk’un bir demecinde “İstanbul’u fetheden İstanbul ordusunda Hıristiyanlar da vardı.” sözünü de ağırdan alarak ve bin dereden su getiren bir zahmetle masanın üstüne bıraktı.
Masanın üstündeki kelimelere ve kesiklere bakarken birden neşelenmek için Joyce ile Dublin, Dostoyevski ile St. Petersburg ve Kafka ile Prag dedi, ya dedi, İstanbul ile Orhan Pamuk? Tadı tuzu kaçmıştı…
Tu kaka edilip daha sonra aforoz edilen siyasi tercihleri olup da hala etkisi süren ve metinleri şarap gibi yıldan yıla kıymetlenen, yapıtlarına yıldan yıla değer biçilen ve büyük sanatçı olarak kabul edilenler var mıydı, vardı, olur mu, olur, deyip bir solukta arşivden Pound, Marinetti, Hamsun metinlerini masanın üstüne yığdı.
Milan Kundera’nın şu sözünü de masanın üstüne koymak lazım, dedi, yazanlara dair ne de olsa, akılda kalırsa ve derinliğe sızarsa diye masanın üstüne onu da bıraktı: “Rabelais, Cervantes, Diderot, Sterne’nin başımızı döndürdüğü özgürlük, doğaçlama ile senli belliydi.”
Milan Kundera’dan masanın üstüne bir kesik daha indirdi: “Karmaşık ve katı yazma (composition) sanatı, ancak on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında buyurgan zorunluluk oldu.” Devam ediyordu Kundera’nın kesiği: “Roman tarihinin anlamı bu anlamın araştırılmasıdır, bütünün roman tarihini geriye işleyerek kapsayan yaratım ve yeniden yaratım sürekliliğinin araştırılmasıdır: Rabelais hiç kuşkusuz Gargantua Pantagrıcel’ini kesinlikle roman olarak adlandırmamıştı. Bir roman değildi, onu roman tarihine katan ve onu roman tarihinin ilk taşı sayan daha sonraki romancılar ( Sterne, Diderot, Balzac, Flaubert, Vancura, Gambrawicz, Rushdie, Kis, Chamoiseau) ondan esinlendikçe, onu açıkça güven tanığı olarak gösterdikçe roman oldu.”
Octavio Paz’ın sözünü masanın önsöz olarak kolay okunması için ucuna koyduktan sonra sandalyesini çekip masa başına oturdu: “Ne Homeros, ne de Vergilius, mizahı tanıdılar; Aristo onu biraz sezinlemiş gibidir, ama mizahı biçimlendiren Cervantes’tir.(…) Mizah, modern düşüncenin (aklın) büyük keşfidir.”