Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Şubat '13

 
Kategori
Sosyoloji
 

Çağımızın hastalığı: "Kafa karışıklığı", aşmak için yöntemsel bir arayış

Çağımızın hastalığı: "Kafa karışıklığı", aşmak için yöntemsel bir arayış
 

Toplumların ve bireylerin son 30 yıllık geçmişlerine hızlı bir film şeridi gibi bakıyorum da; köpüklü, çalgılı, bol ışıklı eğlence ve şamatalar arasında gizlenmeye çalışılan bir sığlık içinde çoğu kez ne yapacağını bilemez halde şaşkın ve kararsızız…  Tıpkı kasaba düğünlerinde, isteksizce sahne ortasına itilerek sürüklenenler gibi bu sığlığın orta yerinde ister istemez bir şeyler yaparak (oynayarak-oyalanarak) durumu kurtarma peşindeyiz.

Bunun bir nedeni görünürde tek bir dünyada ama içimizde “iç içe dünyalarla”  yaşıyor olmamız.  Bu dünya, öbür dünya/ Dış dünya, iç dünya/ Erkekler dünyası, kadınlar, çocuklar dünyası,/ Güçlüler ve zayıflar dünyası/ Dünün, bugünün ve yarınların dünyası/ Sistem ve yaşam dünyası/ Emek dünyası, sermaye dünyası/ Yoksullar dünyası, zenginler dünyası... Ve düşündükçe sayısı artabilecek bir sürü dikotomik (tezat ikili) dünya daha... Örneğin; işte güçte, trafikte, alışverişte, sosyal alanda iken “bu dünya”da yani “dış dünyada”yızdır.   Şarkı söylerken, yas tutarken, rüya görürken ya da hayallere dalmışken hem iç hem ruhani hem de bugünkü dünyalardayızdır. Ama tek beyin, tek beden ve tek yürekle… Yani karmaşa ve yük oldukça ağır (1)

Bu karmaşa ve yük içerisinde anlamlar bir yün çilesi gibi birbirine karışmış vaziyette… Anlamlar deyince; birincisi, ‘şey’lerin ilk ortaya çıktıkları andan itibaren yüklendikleri – ve hayatın akışı içinde zamanla değişebilen- tarihsel içerik söz konusu... İkincisi de; insanoğlunun (ve de insan kızının) iç dünyasında (güncel ya da geçmişe dair deneyimlerle yarına dair düşler doğrultusunda) onlara yüklediği öznel, kişisel içerik gelir akla…

“Değişim” ve “süreklilik” arasında yaratılan çelişki:

Bu konuda çok ciddi diğer bir sorun da “değişme” kavramının gereğinden fazla etkin hale gelmesi! Hatta "fetişist" denilebilecek bir düzeyde yaşamda yer bulması! Sanki her köşe başında bir Heraklit var! Oysa gündelik yaşamlarımızda ise bir yanımızla her şeyin çok değiştiğini düşünüyoruz; hayatın çok değiştiğini, insanın çok değiştiğini, toplumların, anlayışların çok değiştiği kanısına kapılıyoruz. Diğer yanımızla da geçmişi, onun anlamlı, yapıcı ve güzel değerlerini sürekli anımsayıp –tüm dayatmalara rağmen-  işlevlerini sürdürdüklerini hissediyor hatta görüyoruz. Değerli “eski”leri, “yeni zamanlarda”, “yeninin içinde” hem korumak hem de işe yarar kılmak istiyoruz. Fakat bu bulanık, karmaşık, kesintili (süreksiz) "yeni zaman"da "eski" ve "yeni" tam olarak nedir?  İşte bu noktada zihinlerimiz oldukça muğlâk!

Bazen öyle oluyor ki, sanki sapla saman, güllerle çöl kaktüsleri, masum çocuk tebessümleriyle işveli hayat kadını sırıtışları yer değiştirmiş gibi… Sanki yaşamda amaçlarla araçlar, derin ve anlam yüklü olanlarla yüzeysel olanlar, akla, bilime uygun olanlarla hurafe, yanılsama ve sanal olanlar da son hızla yer değiştirmekte gibi... Bazen "yok canım, o kadar da değil" deyiveriyoruz.

Oysaki birilerinin de kalkıp bize -bütün bu değişim görüntüsünün altında- pek çok şeyin aslında o kadar değişmediğini samimiyetle söylemesi gerekmekte! Hammadde ve egemenlik savaşları yine var, eşitsizlikler, esaret  ve sömürü de var!  Karşı kutupta ise sevgi, dostluk, şevkat ve dayanışmaların da var olmaya devam etmesi gibi...  Sadece araçları, yöntemleri ve görünümleri -gelişen teknolojilere bağlı olarak- değişik. Bu bakımdan algıda bir sorun var, çok değiştiğimizi var sayıyoruz… Örneğin, diyelim ki XX. yüzyılın (ya da bir öncekilerin) sanki hiç yaşanmamış olduğunu, çağımızın sanki eşi benzeri olmayan bir çağ olduğunu sanıyoruz. Modern hatta post-modern bir çağdayız ve başka çağlardan bütünüyle koptuğumuzu düşünüyoruz. Çağımızda yaşayan insanların sanki geçmişte hiç benzerleri olmamış gibi düşünüyoruz. Diyalektik doğal evrim süreci unutturulmakta ya da reddedilmekte... Temel yanılgı muhtemelen burada!

Bu çerçevede 'gelişme' ve ‘değişme’nin sadece "teknik gelişme/ teknolojik ilerleme" sanılması ve hem toplumsal hem de bireysel tarihlerimizden kopartılmamız gündeme gelmektedir! Bu algının değişmesi ve değişimin ötesinde “süreklilik ilkesi” üzerinde fikir birliği içinde olunması lazım… İnsanda süreklilik, toplumda süreklilik, değerlerde süreklilik…

Bu bağlamda “süreklilik ilkesi” doğru bir şekilde anlaşılırsa, kanımca insanlığın geçmişiyle, o dönemlerdeki deneyimleriyle hatta son dört bin yıllık, beş bin yıllık tecrübesiyle daha doğru, daha açık bir ilişki kurabiliriz. J. W. Goethe boşuna “Son 3000 yıllık tarihin hesabını yapamayan insan bugünü asla anlayamaz!” dememiş! O zaman, o insanların da bugün bizlerin de hissettiği “ben kimim, insan kimdir, varlıktaki yeri nedir, toplumdaki yeri nedir, toplumla ilişkileri nedir?” gibi sorularla yüzleşip -o dönemin koşulları içerisinde- çözüm yolları arayıp anlamlar oluşturduklarını anlarız. Hatta onların bu sorular ekseninde buldukları bazı yanıtların günümüzde de yine işimize yarayacağını görebiliriz. Özetle, değişmenin o fetişist sihrinin, büyüsünün bozulması gerekmekte! Hayatta değişim var, insanda değişim var fakat değişimin ötesinde bir süreklilik de var, bunun üzerinde durmamız lazım. Özdeksel diyalektiğin anlam ve içeriğini unutmadan!

Bununla oldukça ilişkili bir diğer husus da, insanın hayatı sadece hedonist (zevk-sefa-rahatlık düşkünü) bir şekilde süreğen kılamayacağı gerçeği... İnsan, çalışan, anlamlar ve değerler üreten, toplu halde, iletişim içinde onlara -mümkün olduğunca- uyarak gelişen ve geliştiren bir varlıkdır!

Peki, bu soruları bir araya toplayıp insanlara sorulabilir hâle getirmek günümüzde kolay bir şey midir?

Sürekli yeni bir şeyler öğreniyor ve uyguluyorken diğer tarafta da sürekli bir unutma hali var! Durum, aslında bir unuttur(ul)ma hali! Bu durum sorular oluşturmayı, biriktirmeyi ve sormayı da olanaksız kılan bir durum.

Aslında bu türden girişimlerin vahşi modelleri (kölelik, sürekli savaşlar, katliamlar vb.) geçmişte de vardı. Günümüzdeki zulüm ise bu denli görünür değil. Hatta çoğu kez bir şenlik havasında! İnsanlık küresel kapitalizmin -çoğu gerçek anlamda ihtiyacı olmayan- ürünlerinin peşinden koşturulmak için doğasından, tarihinden ve geçmiş deneyimlerinden kopartılmak istenmekte! Bir 'oyun masalı' içinde gibiyiz. Bu 'oyun dünyası' J.J.Rousseau'nun "politik dünyası", onun insanı da 'doğa'dan uzaklaşan "politik insan" halinde... Gerçek yaşamdan inanç dünyasına, maddeden metafiziğe gidiş gözlenmekte. Bu ise gelinen noktada yaşanan ucu açık "post-modernizm" sürecini açıkça ele vermekte.  "Şenlik havası"na gelince, çoğu kez içeriği boş eğlenceler ve çılgınca tüketimlerden oluşmakta! Önceki zamanların "eziyetler"ni ve onlara dayalı deneyimlerini unutturan, sadece teknolojideki akıl almaz gelişmelerle oyalanan bir şenlik.

Ya "değerler"? Evet, bu karmaşanın içinde kendi sesimizi duyunca hepimiz artık endişe eder, korkar durumdayız...

Ya çözüm?

Bunun yolunu doğrusu tam olarak bilmek çok zor. Çünkü “bunun yolu” diyebileceğimiz her şeyden çok daha güçlü, başka yöne cezp edici, çekici, güncel ve muhalif olgular var!  Doğal diyalektiğin hızını ve işleyiş tarzını çok aşan bu eğilime karşı yine de -tarihsel sürekliliği içinde-  diyalektiğin önemini vurgulamak sanırım yerinde olacaktır: "Tez-anti tez-sentez". Diyalektikte hareket başlangıcından itibaren, çelişki kavramıyla (ve dolayısıyla karşıtlık kavramıyla) bağlantılı olarak açıklanmaktadır; K.Marks maddenin hareketinin diyalektik iç-çelişkilerinin ürünü olduğunu ileri sürer ve düşüncenin diyalektiği de bu noktada maddenin hareketinin bilince yansıması olarak değerlendirilir .ç..  . !.

Öte yandan Batı dünyası’nda (ABD, AB ve G-8’ler’de) bu sorun (vatandaşlara yönelik olarak) kısmen daha hafif görünmekte... İnsanların tümü olmasa bile önemli bir kısmı, bilgiyle, kültürle, kendilerine göre doğru bildikleri işlerle daha fazla ilgililer. Problemin çok daha zehirli atıklarını ise az gelişmişlere devredecek ölçüde de akıllılar! Gözlem ve deneyimlerime göre ülkemizde, öncelikli olarak doğru işlerle, kalıcı işlerle ilgilenme konusunda ciddi sorunlar  var. Bu, önemli ölçüde  sistemle, eğitim-öğretim, planlama faaliyetleriyle, iş, siyaset yapış tarzlarımızla, basın-yayınla, medya ile doğrudan ilgili…

Nihai vurgumu şu iki konu üzerinde yapmak isterim:

Birincisi; yeterli koşullar tümüyle yerle bir edilmiş olsa da olabildiğince bir arada ve örgütlü kalınmalı. Toplumsallığın yeni-teknolojik ve sanal yönü "sosyal medya"yı bu anlamda köpüksü-amorf ve riskli buluyorum. Eskilerin yüzyüze örgütlülüğü yanında bu tür bir yapıya bence olsa olsa "asosyal medya" denir!

Hem toplum hem de birey olarak bilgiden ve teknolojiden olduğu kadar doğa’dan ve öz tarihinden de kopmayacaksın! Bunun için de işin her ne ise öz'ünden kopmaksızın, tarihsel geçmişinle sentezleyip uluslararası kalitede yapacaksın! Yanısıra, okuyup gezip yazacaksın! Türkiye’de yazma alışkanlığı –internet sayesinde son dönemlerde bir ölçüde artsa da- çok sınırlı! Önceleri okuma alışkanlığını büyük bir sorun olarak görürdüm. Oysa şimdi yazmayan biri için okumanın, sürekli su çeken ama dışarıya hiç vermeyen bir kuyu gibi gerçekte fazla bir işe yaramadığını düşünenlerdenim. Bir şeylerin sürekli yazılması hem kişisel ve toplumsal tarihe kayıt düşülmesi hem de duygu-düşünce, sorun-deneyim ve kazanımların gelecek kuşaklara doğrudan aktarılabilmesi açısından çok önemli.

Bu –ve benzeri- sorun(lar) üzerine belki Türk toplumunun daha derinden düşünmesi lazım, derinden tartışması gerekli diye düşünüyorum.

İ. Ersin KABAOĞLU,

20 Şubat 2013, Ankara 

(1) Ayrıntı için bkz.  http://blog.milliyet.com.tr/ic-ice-dunyalar-ve--birlestiren-sevdalar/Blog/?BlogNo=389947

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..