Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

01 Şubat '13

 
Kategori
Sinema
 

Anna Karenina

Anna Karenina
 

Strazburg Üniversitesi, Sinema ve Televizyon Bölümünde okuyan oğlum bana Fransa'dan telefon etti. "Anne, Türkiye'deyken mutlaka "aşk" filmine git. " Filmin yönetmeni Haneke'nin kendilerine ders verdiğini ve filmi çok beğendiğini ilave etti. Ben de "peki" diyerek hemen filmin  gösterildiği salonları ve seansları araştırmaya başladım, işte o an "Anna Karenina" ile karşılaştım. 1990'lı yıllarda Tolstoy'un bu başyapıtını büyük bir tutkuyla çok kısa sürede okumuş, 1998'de de Sophie Morceau'nun başrolünü paylaştığı filme gitmiştim. Filmden çok etkilenmiş, Anna'yı oynayan Sophie Morceau ve Vronsy'yi oynayan Sean Bean filmin hakkını vermiş, romandaki o büyük tutkuyu hakkıyla seyirciye aktarmış olduklarını düşünmüştüm. Sophie Morceau'yu daha sonra Fransız kanallarında defalarca izlemiş fakat o tutkulu yüzüne rastlayamamış olmaktan dolayı "iyi oyunculuk böyle bir şey işte" demiştim kendi kendime." Doğrusu Sean Dean da hayalimdeki Vronski'ydi tam. 19. yüz yıl romanlarının erkek kahramanlarının içinde en tutarlı bulduğum kahraman Vronsky'ydi, bunu da defalarca" benim kahramanım Vronsky'dir" diye dile getirmiştim. Yoksa ne "Kırmızı ve Siyah"taki Julien, ne "Vadideki Zambak"taki Felix, ne de "Madame Bovary'deki erkek kahraman Vronsky'nin yerini tutamazdı...Bütün bu düşüncelerle filmi izlemeye karar verdim. Hem bu iki filmi karşılaştırmak hem de" Anna Karenina" yı yeniden Ankara'da izlemek heyecan verici olacaktı...

Film tiyatro sahnesi ile açılıyor. Aslında dünya bir tiyatro sahnesidir ve dekorların içine sıkışıp kalan ruhlar bu dekor dışına çıktığında hayat buluyor. Sanatsal şölene dönüşen filmde bu aşk çerçevesinde sosyal sınıflar da ön plana çıkarak bu dekorda yerlerini alıyorlar.  Pembe beyaz bulutların üzerine yerleştirilen  aristokrasi onun üst katına yerleştirilen ezilenlerin sınıfı  (yönetmen yüce bir sınıf olduğunu düşünerek üst kata koydu belki de) ve başka bir katta kağıt işinden başka bir şey yapmayan bürokrasi. Bu dekorların içinde Anna kimi zaman dolabın bir rafında kimi zaman bir çerçeninin içindedir. Aslında bu çerçeve toplumun ona hazırladığı çerçevedir ve çerçevenin dışına çıktığında başına geleceklerin habercisidir. Bu çerçevenin dışına çıkıldığında erkek etkilenmez, kadın mahvolur. Bedel kadın için ağırdır. Aşk, evlat, toplumun kuralları arasında sıkışıp kalan Anna, bir trenin rayları arasında sıkışıp kalmayı tercih eder...

 "Sana huzur veremem "der Vronsky Anna'ya. Yaşadıkları aşkla huzuru çoktan yitirmişlerdir zaten. Bir yandan yasak aşkla cehenneme dönen ruhlar diğer tarafta basit bir köylü gibi toprağa bağlı yaşayan üreten erkek kahramanın Kity'ye duyduğu derin sevgiyle cennete dönen hayat...İster istemez seyirciye sorgulama fırsatı veriyor.. Hangisi tercih edilmeli? Aslında tercih kimsenin elinde değildir bana kalırsa. Ruhlarında biraz ateş olanlar cehennemin yolundan  koşarak giderler ellerinde olmadan...Çerçevenin içinde kalanlarsa cenneti tercih ederler..

Filmdeki sanatsal şölen beni çok etkiledi ve heyecanlandırdı hatta coşturdu. Ancak Fılmin başrollerini paylaşan Keira  Kingtley  güzelliğine rağmen o tutkulu aşkı kotaramamış. Erkek kahraman da hayalimdeki Vronsky'nin dışındaydı. Ama filme başka bir pencereden bakmak ayrı bir lezzet kattı doğrusu. 

İstanbul yoluna çıkarken otobüsün penceresinde bir kez daha hayata bakıp filmin etkisiyle yeni sorgulamaların içine gireceğim. "Aşk" filmini de İstanbul'da seyredeceğim...

Bu blog Sinema sitesinde de yayınlanmaktadır

 
Toplam blog
: 71
: 1292
Kayıt tarihi
: 10.08.11
 
 

Hacettepe Fransız Dili ve Edebiyatı mezunuyum. Öğretmenim, şu anda yurt dışında görev yapıyorum. ..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara