Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Nisan '16

 
Kategori
Öykü
 

Çoban Yıldızı (Bir sevgililer günü öyküsü)

Çoban Yıldızı (Bir sevgililer günü öyküsü)
 

Sevene her gün sevgililer günü.


Gece içilmiş bira şişelerinin kırıkları ile dolu sahil şeridinde, havalar henüz iyice düzelmediği için pek insan yoktu. Çevresine bakınarak ağır ağır yürüyen genç adam ellerini montunun ceplerinden çıkarıp küçük bir hareketle dalgaların vurduğu bendin üzerine çıktı. Gözlerini kısarak adalardan öteye, ufka baktı. Yağmur yağmıyordu ama yoğun kara bulutlar, Marmara’ya ve görüntüye kasvetli bir hava veriyordu. Deniz birkaç santim ötesindeydi. Bendin üzerinde, yukarıda durduğu için kıyıya vuran dalgalar onu ıslatamıyordu. Gene gelmişti işte o gün... Bir yılbaşı, bir de sevgililer günü... Gene yalnız geçen bir yıl daha... Aklına birkaç yıl önce tanınan bir türkü takıldı.

"...Bu sene de bekar gezelim... Peki..." dedi adam, “öyle olsun. Tamam da, hangi sene de bekar gezmeyelim? Bundan başka bir seçenek var mı acaba? Yani elimizde mi bekar gezmek ya da gezmemek? Keşke bir de bekarlar günü olsaydı. Belki o zaman anlaşılırdık.”

Biraz yerlere bakındı. Yaz aylarında olsa, böyle dikilmek yerine oturup ayaklarını bentten denize sarkıtırdı. Ya da akşam serinliğinde henüz ısısını yitirmemiş betona uzanıp lacivertten siyaha dönen gökyüzünde yıldızların birer birer ortaya çıkışını izlerdi. Yanında ilgilenecek bir kimse olmayınca çok eğlenceli oluyordu bu iş. Ama şimdi buz gibi betona oturmak, yatmak pek akıllı bir davranış olmayacaktı.

“Onu yazın yaparım” dedi içinden. Yürüyüşüne bent üzerinde devam etti.

“Çoban yıldızı daha güneş batmadan görünür. Her sene görünmez ama; zamanı var. Tam tepede veya güneşe yakın bir yerde çıkar ortaya. Sonra gökte en parlağından başlamak üzere yıldızlar görünür. O anlarda gözler insana oyun oynar. Çünkü yeni görünen bir yıldız direkt üzerine bakılarak görülmez. Biraz yakınına bakmak gerekir. O saatlerde dünyayı saran hava tabakasının kalınlığını, varlığını hissederim. Uzayı üzerinde ışıklar olan bir yüzey olarak değil fakat derinlemesine algılarım. O zaman dünyadaki bir böcek kadar değerim olmadığını anlarım.”

“Çoban yıldızını bir keresinde UFO sanmıştım. Yanlış olarak yıldız derler ona ama Venüs gezegenidir o. Ona insanlar birçok işlev yüklemişler. Çok kimse için umudun simgesi olmuş, çok kimse için olmayan bir sevgilinin. Yeryüzünde olmayan sevgili, akşam saatlerinde, insanın en romantik, en duygusal olduğu bir anda ortaya çıkıyor, umutsuzlara ‘üzülme’ der gibi... ‘Ben buradayım, seni hiçbir zaman bırakmayacağım.’ Diğer adıyla Venüs, yalnızların sevgilisi...”

Paten kayan iki çocuk hızla yanından, cam kırıklarının üzerinden geçti. Uykudan uyanır gibi sevgili uzayından ayrılıp dünyaya dönmek zorunda kaldı. Patenci çocukların başlarında kaskları dizlerinde ve dirseklerinde dizlikler eksik değildi. Zaten bu kırıkların üstüne korunmasız olarak düşecek olsalar hastanelik olurlardı.

“Çocuklar... Keşke ben de çocuk olsaydım, keşke çocuk kalsaydım, hiç büyümeseydim. Dertsiz, tasasız, dünya patlasa umurumda olmazdı. Bir tek canım yanmayacak. Düşüp bir yerimi yaralamayacağım. Gerisi önemli değil... Böyle uzayla filan ilgilenmek çocukluk belki ama olsun, ben şikayetçi değilim. Hatta bence daha da iyi. O zaman bilim adamlarında da var biraz çocukluk. Hiç kimsenin elinden alamayacağı bir oyuncak, insana büyüdüğünü unutturan... Nasıl yetiştirildik yahu biz böyle? Nasıl bu kadar yabani olduk? Benim gibi ne kadar insan var acaba? Yoksa türünün tek örneği ben miyim? Sanmıyorum. Çok kimse durumundan şikayetçi ancak açık açık söylemek cesaretini gösteremiyor; gururlarına yediremiyorlar; aynı benim gibi... Halbuki bıraksalar cadde ortasında avaz avaz bağıracaklar. Çok fazla müdahaleye uğramaktan oldu belki de. Kendi başımıza düşünmeyi, karar vermeyi bilmiyoruz. Hatta sosyal bir canlı olduğumuzun ayırdına bile rahat rahat varamıyoruz. ‘Yavrucuğum, kardeşini dansa kaldırsana, bak nasıl herkes dans ediyor...’ Yahu bırakın da ben karar vereyim ona. Böyle itelemeyle sosyal mi olunur? Yok. Bırakmazlar. Tutar elimden çekerler, zorla, ‘Gelsene sen de dans et, haydi.’ Teşekkür ederim de, belki ben dans etmekten hoşlanmıyorum? Her konuda olduğu gibi illa ki siz büyükler gibi düşünmek zorunda değilim ki... Yok. ‘Nasıl olursa olsun, ben nasılsam illa ki bana benzeyeceksin.’ Cinsellik, bir çocuğun vücudunu tanıması zaten tam bir tabu, yasak. Bir taraftan dans etmeye zorlarlar, bir taraftan ‘Bu ne?’ diye cinsellikle ilgili bir soru sorunca yüzlerinin biçimi değişir. Buyurun işte yaptığınız, yetiştirdiğiniz asosyal canavarlar... Siz uyuyun daha... Hiçbir şey artık eskisi gibi yürümüyor. Artık insanlar görücü usulüyle evlenmiyorlar. Yaşamdan biraz daha çok tat almak, mutlu olmak için. Bütün dayatmalara rağmen insanlar doğru yolu kendileri buluyorlar.”

“Kızıyorum ama bir taraftan düşünüyorum. Acep geçekten böyle mi? Böyle olsa, yani yalnızlık yetiştirme biçiminin hatalı olması yüzünden oluyorsa, neden aynı şey bizim takıntılarımızın hiçbiri olmayan gelişmiş ülkelerde de oluyor? Hem de daha beteri, en korkunçları... Birkaç çocuk çıkıp silahla her gün selamlaştığı arkadaşlarını takır takır tarıyor. Otoban kenarında siper alıp hiç tanımadığı insanları avlıyor. Çok zor bunun içinden çıkmak, belki de olanaksız.”

Kıyıda neredeyse hiç kimse yoktu. Yoldan gelen geçenlerin sayısı çok az olduğu için geçerken istemese de gözleri onların üzerine takılıyordu. Onlar da göz ucuyla adama bakıyorlardı. Kulaklarına walkman takmış bisikletli bir kız iki katlı kıyı şeridinin üst katından, biraz uzaktan geçti. Orada cam kırıkları olmadığı için tekerlekler zarar görmüyordu. Kız öne doğru eğilmiş dikkatle bisikletini sürüyordu. Geçerken adamla bir an göz göze geldiler. Bisikletçi kaskının altından çıkan uzun sarı saçları rüzgarında uçuşuyordu.

“Güzel bir bayan... Kendinden emin... Keyfi yerinde... İyi de, kendinden emin birçok genç bayanın, yirmisinde evlenip bir çocuk yapıp yirmi ikisine gelmeden boşanma öykülerini duyuyoruz. Gerçekten sevgili olmak kolay değil. Gerçi sevgili olmak evli olmak anlamına gelmez ama evliler de sevgili olabilir. Önemli olan ilişki. İlişkiyi sürdürebilmek ne kadar zor. Ama öyle bir aşamaya bile gelmemiş olan benim için o zorluk bile hayal. Ben bu yüzden mi bekar geziyorum? Sürdürmeyi boş ver, bir ilişki kuramıyorum diye mi? Zorluk... Zorluğu insanlar kendileri yapıyor. İlişkilerde güven diye bir şey kalmamış. Belki de hiç olmamıştır. İnsanlar birbirlerine güvenmiyorlar; ne evliler, ne sevgililer, ne bekarlar...”

Bent üzerinde yürürken yol bitti. Aşağı inmek zorunda kaldı. Yürüyüşüne orada devam etti. İleride karşı kıyılar görünüyordu. Kış güneşi bulutların arasından sıyrılıp kısa bir süre kendisini gösterdi. Yüzü aydınlandı, gözleri kamaştı ama güneşi görmek hoşuna gitmişti.

“Ne kadar güzel bir yerde yaşıyorum, ne şanslıyım... Cennet burası, cennet... Nerede var böyle göl gibi deniz? Arada sırada bir coşar, ondan sonra durulur. Şu cam kırıkları da olmasaydı, İSKİ kamyonlar dolusu toprağı buraya yığmasaydı... Eskiden boğazda bulunan kum depolarına benziyor. Ağaçlar, sokak lambaları toprak altında kalmış. Başkan burayı gürültüler kopararak halkın hizmetine açmamış mıydı?”

İSKİ, Park ve Bahçeler Müdürlüğü ve Büyükşehir işbirliği yapıp kimseyi umursamadan İstanbul’un en güzel yerlerinden birini toprak yığma alanı olarak kullanıyorlardı.

“Cennet ve cennette huzur kaçıranlar...

...ve Havva yılanın zorlamasıyla elmayı Adem’e yedirdikten sonra birbirlerini ve çıplaklıklarını bildiler. Sonra utanç duygusu içinde incir yapraklarıyla örtünmeye çalıştılar. İki sevgili cennetten kovulmadan önce Tanrı kadını lanetledi. ‘Erkeği arzulayacaksın. Çok acılar çekeceksin ama yine de arzun onun için olacak’ dedi. Herhalde bir bildiği vardı. Dediği gibi de oldu... Olmuştur.. Oldu mu? Orası pek kesin değil. İlişkilerde bir kilitlenme var. Hemen her yerde böyle bu. Sevgililer karı koca bile olsa birbirlerine rahat davranamıyorlar, rahat olamıyorlar. Sürekli bir kazık yeme, kazık atma, kuma ve boynuzları takma korkusu içinde yaşıyorlar. Peki ilişkinin bitmesi önemli mi? Dünyanın sonu mu gelmiş olur? Bir ilişki bitince biter. Artık onu uzatmanın bir anlamı olamaz. Acaba bu kadar kolay mı? Bilmiyorum ki. Bunun için kitaplar dolusu yazılar yazılıyor, gene de bir sonuca bağlanamıyor. Ben bilmiyor olabilirim ama demek hiç kimse bilmiyor. Mutlu olabilirim yani böylece...”

Sahil şeridinin kıvrılıp burun yaptığı yere yaklaşmıştı. Uzaktan hızlı hızlı yürüyen orta yaşlı bir adam göründü. Üzerinde eşofman, ayaklarında spor ayakkabılar, ellerini yumruk yapmış, terlemiş, nefes nefese ve yaylana yaylana yaklaştı; tempoyu bozmadan aynı hızla uzaklaştı. Genç adam dönüp arkasından baktı.

“Bu adam ne kadar komik olduğunun farkında mıdır acaba? Değildir. Büyük bir olasılıkla bilmem hangi şirketin yönetim kurulunda, bilmem hangi işten sorumlu bir adamdır. Evlidir, çocukları da vardır. Yaş geçmiş, tünelin ucu artık görünmüş ama helal olsun, direnmeye çalışıyor. ‘Bende daha iş bitmedi’ demek istiyor. Daha büyük bir olasılıkla ekonomik... Ekonomik durumu yerindedir. Ölümüne kadar geçecek süre şimdiden garanti altındadır. Ama mutlu mudur acaba? Hiç sanmıyorum. Aslında mutluluk yaşamdan beklediğiniz şeylere bağlı... Eğer bu adam için mutluluk geleceğini parasal açıdan garanti altına almaksa, bu adam mutludur. Yok eğer sevgilinin gülüşünün dudak ucundaki kıvrımındaysa mutluluk, –ki ona göre değildir– bu adam hiç mutlu olmamıştır. Evet yaşamadım ama biliyorum. Mutluluk orada... Bir de İngiliz Hastanın söylediği yerde...(*) ”

“Non abbiamo bananas il yevm... ‘Bugün muzumuz yok.’ Başı İtalyanca, ortası İngilizce, sonu Arapça, abuk bir cümle... Anlamak için üç dili de bilmek gerekir... Sonradan öğrendiğime göre banana casus anlamında kullanılıyormuş. Yani ‘bugün aramızda casus yok’ anlamına geliyor. Aslında o filmde koca aldatılıyordu. Büyük bir aşk yaşandı tamam da, kocanın durumunu düşünen pek olmadı. Sonra adam ne yaptı? Uçakla, evet iki çift kanatlı, iki kişilik bir uçakla adamın üstüne pike yaptı. Karısı da önde oturuyordu... Önce koca, sonra kadın, sonra sevgili... Üçü de farklı zamanlarda öldüler. Kadın istemeseydi hiçbir şey olmazdı. Bugün de kadın istemezse bir şey olmaz. Olursa adı tecavüz olur. Bu nasıl bir duygudur ki karşı konulamıyor. Toplumun koyduğu kurallar, dürüstlük, görev, saygınlık, gurur, her şey bir anda tepetakla oluveriyor. Bir tek o var ve başka hiçbir şey yok. Yaşamların bile değeri yok. Tehlikeli değil mi biraz?”

Çevresine bakınarak yoluna devam etti. İleride yalnız başına bir kızın, soğuğa aldırmadan bendin üstüne tüner gibi oturmuş, denize baktığını gördü. Siyah saçları rüzgarda hafifçe dalgalanıyordu. Adam yürüdükçe kıza yaklaşıyordu. Kediler de bazen aynı şeyi yaparlar. Bir duvarın üstünde veya bir çatının kenarında oturup boş boş çevrelerine bakarlar ve oturdukları zaman tırnaklarını içeri çekerler. Fakat tırnaklar oradadır ve her zaman çıkarılmaya hazırdır.

“Buyurun... Sevgililer gününde bir başına kıyıya gelmiş oturmuş bir bayan. Bu kız garanti sevgilisinden ayrılmıştır. Kalbi de kırılmıştır. Belki de aldatılmıştır. Bir kalp, hele bir kızın kalbi kırıldı mı onarması çok zor oluyor. Kim bilir aklından neler geçiyor. Aklına kim bilir ne sivri düşünceler geliyor. Yaşamadım ama biliyorum... Şimdi, şu kızla konuşmaya kalksam ne der acaba? Nasıl bir tepki gösterir? Bunu bilmenin kek yolu var, onunla konuşmak.”

“Affedersiniz...”

Kız başını yana yatırıp adama baktı.

“Ne var?”

“Sizi gördüm de öyle bir başınıza oturuyordunuz.”

“E, ne olmuş?”

“Biraz konuşabilir miyiz?

“Ne konuşacağız?”

“Sıkıntılı görünüyorsunuz. Belki bunu giderebilirdik.”

“Siz her gördüğünüz kızın sıkıntısını gidermeye mi çalışırsınız?”

“Hayır, öyle bir şey yok da... Bugün sevgililer günü, biliyorsunuz.”

“Biliyorum.”

“Böyle yalnız oturduğunuzu görünce...”

“Bakın, benim sıkıntım sizi ilgilendirmez. Böyle oturmak da benim bileceğim bir şey...”

“Öyledir tabi ama bugün ben de yalnız başıma geziniyorum. Düşündüm ki tanışırsak belki...”

Kız derin bir nefes alıp bıraktı.

“Bakın ne diyeceğim... Siz sıkıntıyı boş verin. İşte buradan da kalkıyorum. Gidip adam gibi bir yerde bir çay içelim. Gerisini sonra düşünürüz. Ama çayın parasını ben veririm.”

Mutlu son... Belki mutlu bir birlikteliğin başlangıcı, bilinmez.

Adam kıza bir kez daha uzaktan baktı. Yürüdükçe ister istemez kıza biraz daha yaklaşıyordu. Bunları gerçekten yaşamamış, yalnızca gidip kızla konuşsa neler diyebileceğini kafasında tasarlamıştı. Tasarladığı gibi olma olasılığının yüzde kaç olduğunu bilemezdi. “Bunu ancak konuşarak anlayabilirim” dedi yeniden. “Hmm... Profili ne kadar güzelmiş... Esmer ama beyaz tenli hem de...” Artık oturan kızın yanına iyice yaklaşmıştı. Bütün cesaretini topladı.

“Affedersiniz...”

Kız dönüp genç adama baktı. Kaşlarını çatıp dişlerini gıcırdattı.

“Ne var?”

“Sizi gördüm de öyle bir başınıza oturuyordunuz.”

“Sana ne ulan benim oturmamdan? Serseri! Manyak!”

“Ben sadece...”

“Yahu şurda bir başımıza oturamıycaz mı? Hiç mi rahat yok be?”

“Yani ben...”

“Hayvan! Serseri! Ne biçim yerde yaşıyoruz be anlamadım gitti! Manyak! Köpek! Salak!”

Bunu da yaşamamış yalnız kafasında canlandırmıştı.

“İyi ki yalnız kafamda canlandırdım. Bir kadının aklından neler geçtiğini mümkün değil bilemem. Sonunda serseri ve manyak olmak da var. Daha beteri de olabilir. Bunu göze almak her babayiğidin harcı değil... Yalnız siz misiniz kalbi kırılan? Onun için neme gerek, yolumdan dışarı çıkmam, kimsenin başı ağrımaz, olur biter.” O da öyle yaptı. Hiç konuşmadan, hatta hiç bakmadan kızın yanından geçti, gitti.

“Bir insanın doğuştan gelen duygularına büyüklerinden, çevresinden, toplum içinde yaşamasından ötürü başka şeyler eklenir. Aynı beynin üzerini kaplayan bir kabuk gibi duyguları da kontrol altına alır. Ne yazık ki bizim ülkemizde duyguların kontrolü denen şey sıkıp suyunu çıkarmak biçimine dönüşmüş durumda. İnsanlar birbirlerini sevdiklerini söylemekten kaçınıyorlar. Kalplerini bir ‘merhaba’ya açmıyorlar..”

Adamın aklına Zülfü’nün bir müziği gelmişti.

Aç yüreğini bir merhabaya /

Kardeşin duymaz eloğlu duyar /

“Ne güzel söylemiş adam... Eskiden yabancı kızlarla Türklerle olduğundan daha rahat konuşurdum. Bilirdim ki onların bizimkiler gibi takıntıları yoktur. Ama bu ülkede yetişmiş biri olarak asıl takıntı bende tabi. Sevindiğim bir şey var. Hiçbir şey eskisi gibi sürmüyor. Bizde de yavaş da olsa bir değişiklik oluyor. Belki ben de bir gün nasiplenirim bu değişiklikten, belki ben de değişirim biraz.”

Sahil şeridinin burun yaptığı yere kadar gelmişti. Orta yaşlı adamın geldiği yönden bu kez yan yana yürüyen biri genç, biri yaşlı iki kadın belirdi. Bunlar da hızlı yürüyen adam gibi eşofmanları giymişler, üstüne bir de naylon geçirmişlerdi. Kadınlar çok kiloluydu. Yani şişmandılar. Belli ki terleyip kilolarını atmak istiyorlardı. Adım atıp kollarını salladıkça naylonları hışırdıyordu. Onlar da tempoyu bozmadan hışırdayarak geçip gittiler. Genç adam onların da arkasından baktı.

“Aslında takdir etmek lazım. Bu yaşta, bu kiloda, yaşamı bu kadar çok severek asılmak... Bak şimdi, bana neler çağrıştırdılar. Ben arkadaşım, eşim olmamasından şikayetçi olurken, hiç umulmadık, uygunsuz insanlar beni yakışıklı buluyor. Bu beni sevgilim olmamasından çok daha fazla yaralıyor... Bir haber duymuştum. Kızın biri ağlar gibi yakınıyordu. Sevgilisinin kankası onu rahatsız ediyormuş. Çok eminmiş bundan, ne yapacakmış bir çare bulmalıymış. Daha kötüsü yok sanıyor. Anlaşıldığına göre onun bir sevgilisi var, ikincisi asılıyor. Peki ya bana olduğu gibi kankasının sevgilisi asılsaydı ne yapacaktı? Bu bir... Gezelim, gezelim, bekar gezelim... Dahası da var. Bu sevgili denen şey aslında ararsan bulunur bir şey. Örneğin her köşe başında bir sevgilisi olan sekreter hanım benden de çok hoşlanmıştı. ‘Ha’ desem olurdu yani. Bir de daha çok genç iken benden iki kat yaşlı olan bir kadın vardı. O da iyi bir sevgili olabilirdi pekala. Kaçırdım ama. Diğer uygunsuzları aklıma getirmek istemiyorum. Nasıl yaralandığımı anlamıyorlar. Ne yapmalı? Gidip kapıcının kızına çiçek mi alsam? O da beni her gördüğünde gülümseyip kızarıyor. Gerçi davul dengi dengine demişler ama olsun. Gerçi kız türbanlı ama bunun da önemi yok. Asıl yaş engeli var. Daha onbeşine gelmedi ki kız... Canım ne olacak, ben de daha otuzdokuzuma gelmedim... Kendi kendimle dalga geçiyorum. Aferin bana... Gezelim.... Seneye de bekar gezelim... Teyzemin evine de gidemez oldum. Onun da köyden yeni gelmiş, sarışın, yeşil gözleri fıldır fıldır dönen bir hizmetçi kızı var. Tabi ya, bu kadar insan boşuna olmuyor.”

Kendi kendine gülümsedi. Neyse ki çevrede güldüğünü görecek kimse yoktu. Güneş çoktan bulutların arkasına saklanmıştı. Sahil şeridi uzayıp gidiyordu. Burunda köşeyi dönüp biraz daha ilerledikten sonra, “bu yol bitmez... Bu kadar yürüdüğüm yeter.” Deyip geri döndü. Önden aldığı rüzgar şimdi sırtından esiyordu. Kıyıdaki kız uzun bacaklarını kollarıyla sarmış, çenesini dizlerine dayamış, gözlerini uzaklara dikmiş, hala bir başına, kıpırdamadan oturuyordu.

“Otur bakalım. Üzgünüm ama sana yardım edemeyeceğim. Tırnaklarını çıkarırsan işte böyle olur. Sevgili ararken geleceği düşünmekten, sevgilin olacak kişide statü aramaktan hiç biri olmuyor. Bu taş daha çok bana... Evlilik için de geçerli bu laf. Ama içindeki çocuk ne diyor, hiç ona sordun mu? Hayır. Onun susup bir köşede oturması lazım. O bir konuşursa çevrendeki koruyucu kabuk delinir sonra, duyguların da o delikten dışarı fırlar, aşık maşık olursun... Amaan boş ver. Konuşayım diyorum ama şimdi durup dururken ne diye ters bir laf işitip canımı sıkayım? Ne güzel keyifli keyifli gidiyorum. Düşünmek bile rahatsız ediyor. Hava güzel olsaydı burası şimdi insanla kaynıyor olurdu. Hele sevgililer... Buraya gelmeyip de nereye gidecekler? Cennet burası. Keşke yaz olsaydı. Gene yere uzanıp yıldızlara bakabilseydim.... ve yanımda da...”

Bakışları başka yerlerde, kızın yanından yeniden geçerken yaşlı bir çifttin üstteki şeritten yaklaşmakta olduğunu gördü. Büyük bir olasılıkla karı koca olan yaşlılar el ele tutuşmuşlardı. Belki ikisi de seksenini aşmıştı ama işte el ele yürüyorlardı. Hava kötü de olsa açık havanın ve yılları devirmiş sevgilerinin tadını çıkarıyorlardı. Adam onlara imrenerek, biraz da kıskançlıkla baktı. Adımları ağırlaştı. Sonra denize döndü. Arkası dönük dlarak oturan kıza bir kez daha baktı. İçinde bir heyecan dalgası yükseldi. Bütün düşündüklerini unuttu. Bir adım attı, durdu. Bir adım daha atamadı.

...

Yaşı gençlikten orta yaşa doğru ilerleyen adam bir yıl sonra gene aynı yere, aynı durumda gitti. Bir banka oturup çevreyi izlemeye koyuldu. Hafifçe gülümsüyordu. Ancak yine de yüzüne bakınca pek mutlu olduğu söylenemezdi. Neredeyse her şey bir yıl önceki gibiydi. Yalnız hızlı yürüyen orta yaşlı adamın yanında bu kez başka bir adam vardı ve hem yürüyüp hem iş konuşuyorlardı. Walkman dinleyen bisikletli kız, bu yıl sarışın değil, esmerdi. Asıl değişik olan şey havaydı. Hava çok güzeldi. Kışın sonuna doğru böyle güzel havayı gören insanlar ve tabi sevgililer kıyıya akın etmişlerdi. Banklarda, yollarda, bent üzerinde her yerde cıvıldaşıyorlardı.

Güneş kırmızı ışıklarını saçarak ve çevresini kızartarak ufukta kayboldu. Kırçıl bulutlar sihirli bir değnek değmiş gibi ortadan yok oldular. Çevre tenhalaştı. Sesi duyulmayacak kadar çok yükseklerden uçan bir uçak, güneşin ışınlarını yansıtarak ve arkasında beyaz bir iz bırakarak geçti, gitti. Çoban yıldızı tam tepede göründü.

15.Şubat.2002

(*)1996 yılında yapılan İngiliz Hasta adlı film 5 Oscar kazanmıştı Vücutta sözü edilen, filmde ‘gönül çukuru’ olarak geçen yer, boğazın ve göğüs kemiğinin buluştuğu yerde oluşan çukurdur. 

 
Toplam blog
: 153
: 18932
Kayıt tarihi
: 27.09.09
 
 

Antakya 1955 Doğumluyum. O.D.T.Ü. Mimarlık Fakültesi 1982 Mezunuyum. O zamandan beri firmalarda m..