- Kategori
- Sosyoloji
Dehşete hoşgeldiniz
Savaş devletlerin kanlı oyunudur
Dünyanın en karmaşık etnik yapısına sahip Kafkasya bugünlerde adeta bir küresel savaş riskinin dehşet dengesini zorlayan gerilimin yaşandığı bir yere döndü.
ABD ile Rusya kendi aralarında kim ipi daha çok gerecek oyunu oynarken, Rusya gerilimi giderek tırmandıran açıklamaları ile dehşet dolu bir savaşın pimini çekebileceğinin imasını yaparak ABD ve Batıya diş gösteriyor.
ABD ile Rusya arasında oluşabilecek bir savaş dünya için topyekûn yıkım anlamına gelir. Çünkü nükleer dehşet dengesi nedeni ile birinin elini bir düğmeye götürmesi dünya denen gezegenin canlı küre değil ölü küre halini alması anlamına gelir.
Oturma odalarımıza giren görüntüler uzun zamandır aşina olduğumuz görüntüler, daha beş yıl önce o görüntüler Irak‘taydı, iki yıl önce Lübnan’daydı, sürekli olaraksa Filistin’den geliyordu. Yıkılan binalar, toz ve kana bulanmış canlar ve tek suçu liderlerinin egemenlik kavgası verdiği bir coğrafyada yaşamak olan birçok insan hayatını kaybetti.
Herkes sivil kayıplar üzerinde dururken asker olmak zorunda bırakılmış, “zorunlu cinayet makinesi” kılınmış genç insanları hiç kimse düşünmedi. Oysa liderler değil askerler ölür hep savaşlarda ve fatura her zaman savaş beylerine, ölüm lordlarına değil sivil ya da asker bu işle doğrudan ilişkisi olmayanlara kesilir.
O yüzden savaşların yorgunu mecalsiz dünyamız bir yığın sorunla boğuşurken gücü bir dünya savaşını daha kaldıramaz, zaten bu savaşın olması halinde bu savaşın hiçbir tanığı olmayacak. Çünkü hepimiz nükleer bulutların havaya savurduğu bir toz tanesine döneceğiz.
Devlet ve Savaş
Devlet denen yapı varolduğundan beri insanlar arasında ordular ekseninde süregelen savaşlarda eksik olmadı, her devlet hâkimiyet alanının arttırmak, silaha güce pek bulaşmadan hayatını devam ettirmek isteyenleri yutmak isteyince bu kez de diğerleri ordulaşmış milletlere dönüşerek güçlü olmaya gücünü çoğaltmaya çabaladılar.
Bir anlamda devlet ve savaş varolduğundan bu yana barış denen şeye hasret kalan dünya, silahlanma yarışı denen şeyi çok çok erken zamanlarda yaşadı. Dünyanın ekonomik kaynakları devasa ordulara, metalleri silahlara aktıkça köleler daha çok çalışmak, doğa daha fazla sömürülmek durumunda kaldı.
Savaşın tarihi konusunda muhtelif fikirler ortaya atılmıştır. Anacak savaşla şiddetin aynı tutulmasından doğan şeyler bunlar. Savaş devletlerarası kanlı bir oyundan ayrı düşünülemez.
Şiddet denilen şey insanlar avlanmaya başladığı gün meydana gelmişti. Ölüm ustası avcı bu işi bir sanata dönüştüren kişiydi. Ama avlanmak sonuçta aslan ya da kurdun yaptığından farklı değildi. Yani avcı erkekler “viran olası hane de evlad-ı iyal var” (yıkılası hanede çocuklar ve eşim var) diyerek mamut, yakalı kanguru, ayı, bizon vb büyük hayvanları avlayarak soğuk iklim şartlarında en az bir haftalık yiyeceklerini sağlamak zorundaydı.
Savaşın ön adımları çok sonraları tarımla beraber ortaya çıktı. Avcı çobana, toplayıcı tarımcıya dönüştüğünden göçebe yağmacılar tarımcı köyleri basarak onların hasadına el koyuyordu. Zamanla tarımcı köyler savaşçılarla anlaşarak kendileri için kiralık askerler tuttular. Böylece rakip yağmacıların baskınlarına karşı kendilerini güvenceye almış oluyorlardı.
Bu alt yapı zaman içinde kent devletine dönüşüp, köle akınları düzenlendiğinde artık ordular hazırdı. Kent çevresine yayılan bir ur gibi savaşı bulunduğu coğrafyaya yayıyordu. Henüz ilkel avcı düzeyini aşamamış olanlar, köy muhafızları savaş uzmanı ordular karşında tutunamıyorlardı. Demir kılıçlara, mızraklara ve elbette oklara direnecek, sayıları yüzlerle ifade edilen öldürme uzmanı askerlere bunların direnmesi mümkün değildi. İlk savaş devleti Akad olsa da tarihin ilk süper devleti Asur’du.
Asurluların Yukarı Mezopotamya ve komşu bölgelere yayılmalarındaki diğer bir etken de o dönemdeki savaşların niteliğiydi. Bu savaşlar fetihçi halkın dışında kalan öteki halkların yıkımına neden oluyordu. Fatihler fethettikleri yerlerin halkını kılıçtan geçirir ganimetleri başkente taşır ve fethedilen topraklara Asurlu koloniler gönderirlerdi. O dönemde köle emeği yaygın olmadığı için köleler daha çok ev işlerinde kullanılırlardı. Böylece sınırlı olan köle ihtiyacı karşılandıktan sonra diğer savaş tutsakları kılıçtan geçirilirdi. Gerçi daha sonra bu durum değişecek ve Asur ile diğer şehirlerde önemli sayıda köle çalıştırılacaktı.
Kısacası savaş tarihin başından beri devletlerin kendi egemenliklerini geliştirmek için savaşmayanlara kan ve gözyaşı armağan ettiği bir kanlı spor oldu.
Derken yeni bir çağ yeni bir uygarlık anlayışı ile kapılar açıldı ama bu kez ölüm ulus devletin kanatları altında savaşmayanların üzerine kara bir bulut gibi çökmeye başladı.
İktidarın Ölümü, Ölümün İktidarı
Savaşların sarstığı şiddetin ölümün kol gezdiği 20 yüzyılı ardımızda bırakıp 21 yüzyılın bizler barış ve esenlik getirmesini dilerken dünya 2000’li yıllardan bu yana gemiyi daha çok azıya almış bir şiddetle karşı karşıya. Ancak bu durum aynı zamanda bir paradoksa da işaret ediyor. Çünkü modern iktidar tam da yarattığı ölüm ve güvensizlik nedeni ile “Ancien Regimi” yani “Eski Düzeni”suçlamış ve bunu vaad etmişti Thomas Hobbes’in ünlü Leviathan isimli eseri aslında devletin görevinin aslında güvenlik sağlamak olduğunu ve devletin güvenliği sağlayamadığı halleri ise doğa durumu olarak görmüştü.
Yani modernlik insanı içgüdüleri ile değil mantığı ile davrandığı bir düzen vaad ediyordu. Modern devlet cezalandırırken bile bunu intikam almak için değil toplum sözleşmesini yani güvenlik karşılığı yasalara itaat edilmesini güvence altına almak için yapıyordu. Kısacası modern devlet öldürmeyi değil yaşatmayı amaçlıyordu. Hijyenden, sağlık altyapısına, tıptaki ilerlemeden kentsel düzenlemeye dek her konuda belirlenen standartlar ya da normlar insanların sağlıklı bir yaşam sürmeleri yaşam süresini uzaması içindi. Tüm olgulardan dolayı Foucault bu iktidar biçimine Bio-İktidar diyordu.
Ancak tıpkı Tanrı Janus gibi modernliğin de diğer yüzü ise öldürme sanatındaki rafinelik, hassaslık, titizlik ve mükemmellikle meşguldü. Silah teknolojisi ilerledikçe daha öldürücü oluyordu, silahlar daha çok insanı daha kesin bir biçimde öldürsün diye geliştiriliyordu. Hatta öyle ki bu konuda Nötron Bombası gibi binalara zara vermeyen ama insanları öldüren silahlar bile icad edildi. Hinduların ölüm ve yaşam Tanrıçası gibi modernlik bir eliyle yaşamı bahşederken, diğer eli verdiği yaşamı geri alıyordu.
Kısacası silahlar mükemmelleştikçe öldürme kapasiteleri de çoğalıyor bu konuda asıl ilginç nokta ise uzaktan öldürme konusunda ihtisas sahibi kitle imha silahlarının yarattığı ahlâki boşluktur Bu silahlar düşmanla karşılaşmaya yol açmaz, düşmanınızın yüzünü görmezsiniz, gözlerindeki korku ya da nefret ulaşmaz size, ama bir düğme ile onlardan yüzlercesine ölümlerin en korkunç biçimleri içinde hayata veda etmeyi sağlarsınız..
Hayvan Davranışları alanında uzmanlaşan Konrad Lorenz hayvanlarda olduğu gibi insanlarda da saldırganlığı ketleyen mekanizmaların olduğunu, silahların icadı ile bu kısıtlamaların ortadan kalktığını günümüzün “uzaktan öldürme” teknikleri ile bu ketlemelerin bütünü ile devre dışı kaldığını belirtir.
“Silahlarımızın etkili olduğu, uzaklığın genişlemesiyle, ne yazık ki duygularımızın, edimimizin apaçık sonuçlarından yalıtılmışlığı da artıyor. Böylece yaramaz bir çocuğa hak ettiği bir tokadı atmaya bile eli varmayan bir insan, bir roketi ateşleyecek düğmeye basabiliyor ya da bir bombayı atacak düzeneği çalıştırabiliyor ve böylelikle yüzlerce çocuğun alevler içinde korkunç bir biçimde ölmesinin sorumluluğunu üstlenebiliyor.” (1)
İşte tam da bu nedenle çağdaş biyoiktidar aslında ölüm üzerinde iktidar haline dönüşmüştür (gerçi bio-iktidar olarak modernlik başından beri böyleydi)
“Savaş ilk defa, kitlesel hatta küresel imha silahlarını geliştiren teknolojiler mutlak hale geldi. Küresel imha silahları modern savaşın diyalektiğini kurar. Savaş her zaman yaşamın imhasını içermiştir, ama XX yüzyıl da bu imha gücü Auchiwitz ve Hiroşima’nın temsil ettiği gibi saf ölüm yaratmanın sınırlarına vardı. Soykırım ve nükleer yok etme kapasitesi bizzat yaşamın yapısını vurur, onu yozlaştırır çarpıtır.
Bu tür yok etme araçlarını kontrol eden egemen iktidar, terimin en olumsuz ve korkunç anlamıyla bir biyoiktidar biçimidir, ölüm üzerinde doğrudan hâkimiyeti olan bir iktidardır. Buradaki ölümde sadece bir bireyin ya da grubun değil tüm insanlığın ve hatta tüm varlıkların ölümüdür. Soykırım ve atom silahları bizzat yaşamı sahnenin merkezine yerleştirince, savaş gerçek anlamda ontolojik hale gelir. (2)
Savaş artık iktidarın varoluş biçimidir. Savaşmadan varolamaz, hayatiyetini, varlığını meşruiyetini devam ettiremez. Bunun nedeniyse iktidarın askeri-endüstriyel kompleksle bütünleşmesidir. Silah sanayinin varoluşu iktidarı bir savaş aygıtına dönüştürmüştür.
Ancak savaşla bütünleşikliğine rağmen yine de diğer yandan yaşamı da üretmek durumundadır. Çünkü savaşla, ölümle mutlak birleşim sonuçta kendi halkına da ölüm getirebileceğinden, bu savaş ontolojisi güvenlik ve yasaları ihlal eden uluslararası terörizmi etkisiz kılmak amaçlı bir güvenlik operasyonu olarak meşru kılınmaya çalışılır.
Böylece iktidar modern söylemin düzen ve güvenlik normlarına dönerek, terörizmin yok ettiği güvenliği sağlayan bir polis gücü olarak kendini meşrulaştırır. Böylece kendi halkına yaşam vermeye devam ederken güvenliği ihlal eden kurallara uymayan “terör”e karşı ölüm kusar.
Gerçi bu ölüm sadece savaşçıları değil sivil halkı da işin içine kattığından Terörün kimliği ve yüzselliği belirsizleşerek fululaşır. Ancak bu durum modern iktidarın da ölümüdür, çünkü modernlik olarak iktidar “öteki”ler üzerinde hiçbir cazibe üretemez, onları mıknatıslayamaz, meşruiyetini kaybeder.
Ölüm üzerinde iktidar ultra modernlik olarak siyasal iktidarı da kendi ölümüne gönderir ve iktidarı bir sanal benzetime dönüştürür. Çünkü iktidar asıl olarak gücünü zordan değil, consensustan ya da norma itaat ve meşruluktan alır. Meşruiyetini kaybeden bir İktidar, İktidar olma niteliğini yok etmiş olur. Batılı bir model olan modernlik ise artık cazibesini kaybeden, meşruluktan yoksun bir zorbaya dönüşmüş halde.
Ulus Devlet, Milliyetçilik ve Ölüm
Ulus-devletleri yıkanlar onları yapanlardır. Sınırları yıkanlar, onları kalın çizgilerle çizenlerdir. Bir ulus devletin oluşumu bir başka devletin yıkımıdır. Her yeni devlet bir savaş potansiyelidir. Savaşla çizilmiş sınırlar sadece savaşla korunabilir.
Savaş bittiği anda ulus-devlet ve onun sınırlarının bir hükmü kalmaz. Ulus devleti milli güvenlik esasına göre savaş örgütü korur. Tocqueville 'Egemen devlet gücü en iyi biçimde devletler yoluyla sınırlandırılabilir' diyor. Ulus devletlere ait olan her sınır, bir savaş anlaşması gibidir. Anlaşma, sınırlar arasındaki devletle tüm dünya arasındadır. Çünkü dünyadaki tüm ulus-devletler, hatta devletsiz uluslar, topluluklar, kendilerini sınırlar içinde tanımlayan bir sisteme göre 'potansiyel düşmandır.' Seneca'nın 'savaş milletlerin varoluşunun doğal bir sonucudur' demesi boşuna değil.
Ulus-devletlerin başlı başına şiddet aracı olduklarını ve varlıklarının bile savaşı kışkırttığını söyleyen Marks diyor ki : 'Sınırlar savaşın çıkarlarına göre saptanırsa, istemlerin sonu gelmez. Çünkü her savaş hattının, zorunluluk gereği, yetersizlikleri, kusurları vardır ve bu yetersizlikler yeni bölgeler ilhakı ile düzeltilebilir. Bundan başka, sınırlar hiç bir zaman kesin ve adaletli bir şekilde belirlenemez; çünkü daima yenen tarafından yenilene zorla kabul ettirilir. Bu yüzden de, kendilerinde yeni bir savaşın tohumlarını taşırlar.'
Savaşlarla sınırlar çiziliyor. Bu sınırlar kimleri ayırıyor? 'Bizi' ve 'ötekileri.'
Biz kimiz? Ötekiler kim? Ayrı bir dili konuşanlar mı? Tenleri ayrı renkte olanlar mı? Çekik gözlüler mi? İnsanlar mı? Canlılar mı? Bu dünyanın yerleşikleri mi? Kızları, babası, annesi olanlar mı? Bebekken altını pisletenler mi? Acıkınca yutkunanlar mı? Ölesiye sevenler mi? Sevince ağlayanlar mı? Yüksek sesle şarkı söyleyenler mi? Evet ama aynı zamanda ötekiler. Ötekiler, şarkı söylemez mi, sevmez mi, ağlamaz mı, gülmez mi? Ötekiler neden öteki? Biz neden biziz? Biz ile öteki ortaklaşamaz mı? Birbirini zenginleştiremez mi?
Milliyetçi, bu sorulara net yanıtlar verir. Ötekiler ve biz arasındaki mesafeyi keskinleştirir. Eşitsizliği meşrulaştırır, egemenlik ilişkilerini ve şiddeti doğallaştırır.(3)
Bu nedenle modern çağ tüm barış vaatlerine rağmen teleklerinde gizlediği savaş denen ölüm makinesini bünyesinde taşıdığından daha çok ölüm, daha çok dehşete tanık olacağız. Bunun önüne geçmek ise biz insanların ellerinde.
(1) Konrad Lorenz, İşte İnsan (Ecce Homo), Syf: 67, Cogito, Şiddet-Bahar-Kış, Sayı 6-7 Yapı ve Kredi Yayınları-1996)
(2) Michel Hardt-Antonio Negri, Çokluk-İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, S: 36, Çev: Barış Yıldırım, Ayrıntı Yayınları 2004)
(3) Pınar Selek, Milliyetçilik savaş doğurur (1), http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=1&ArsivAnaID=25778