- Kategori
- Sosyoloji
Vicdan vampirleri iş başında
Bir yanda 10 kilo bulgur için birbirini ezenler diğer yanda süper zenginler. AKP bu.
“Yardım ve şiddet bir bütündür” der Berthold Brecht ve ekler “işte değiştirilmesi gereken de bu bütündür”. Son 15 gündür Almanya’nın bağımsız yargısı sayesinde tarihimizin en büyük vicdan soygunlarından birisi üzerine, basında haber üzerine haber çıkıyor. Başbakan ucunun kendisine dokunma ihtimaline bile tahammül gösteremeyerek, bir medya grubunu açıkça tehdit ediyor. İstiyor ki bu vicdan soygunu, bu saf kötülük, bu acımasız soygun, bu kara vicdanlılık ortaya çıkmasın. Merhamet denen erdemin aslında korkunç bir sömürüyü, ardında yatan korkunç eşitsizliği gizleyen bir perde olduğu anlaşılmasın.
Aslında tüm düzen savunucularının kaygısı ile aynı Başbakan’ın kaygısı, sömürünün, adaletsizliğin ve zenginliğin asıl yüzünün ifşa edilmesinden duyulan dehşetli korku. Tarih boyunca zenginler yoksulluğun ilahi adaletin bir sonucu olduğunu ve sorumluluğun yoksullarda olduğunu söyleyip, sonra da adeta ilahi bir lütufla ve kendi alicenaplıklarının bir tezahürü olarak yoksullara kendi sofralarının kırıntılarını verdiler. Bu tek kişilik trajikomik oyunun dehşetli bir eşitsizliğin üzerine kurulu olduğunun anlaşılmasını istemediklerinden, din vasıtası ile bir yandan yoksulluğun bir kötü kader olduğunu, diğer yandan da yoksulları gözeten zenginlerin büyük ödüle konarak cennete gideceğini vaaz edip durdular. Onlar hep boyun büken, çaresiz gözlerle dilenen yoksulları sevdiler. Onlar yoksulların sadaka dilenmesinden, kendisine yadım eden zenginin şişmiş egosunu daha da şişirmesinden çok hoşnuttular. En büyük kaygıları kendilerini suçlayan bir parmak, adalet dileyen pes perdeden bir sesti. Bugün eksik olan da bu pes perdeden ses. Yani adalet talep eden birileri ve bunların hatırı sayılır bir güç olarak zenginliği tehdit etmesi.
İşte Deniz Feneri davasının asıl anlamı burada yatıyor. Çünkü vicdan vampirleri asıl mesele örtüldüğü, eşitsizlik gizlendiği, zenginlerin alicenap yardımseverliği sorgulanmadığı sürece yoksulların kanını emmeye devam edebilirler. Deniz Feneri kapansa bile onun yerini Kimse Yok mu’ya da başka isimlerle bir sürü vicdan vampiri alacaktır. Üstelik bu devam ettikçe hükümet de bu sayede yoksul oyları cebine atmaya devam eder. Zenginler Tuzla tersanelerinde ölen işçilere tıpkı Başbakanları gibi “kardeşim işsizlikten yakınıyorsanız o zaman iş kazalarından şikayet etmeyin” diyecek bir pervazsızlığı sergileyebilirler. Muhalefet kanadında ise birileri mahalle baskısı eksenli laiklik denen vodvil ve onun baş oyuncusu Baykal sayesinde kendilerine güç vehmetmeye devam edebilirler.
Oysa Deniz Feneri, Özal’dan bu yana şımarmış zenginliğin pervazsızlığının, zalimliğinin, utanmazlığının, neo liberal saldırı ile hak kavramının çöpe atılmasının bir temsilinden başka bir şey değil. İşin soygun boyutu bu asal gerçeği örtmemeli. Sol etiketini gasp etmiş bulunan partinin de üzerine gitmesi gereken budur aslında.
Eşitsizliğin Sadakası
1987 yılında DİE tarafından yapılan gelir eşitsizliği araştırmasında nüfusun % 20’si gelirin sadece 5.2’si alırken, en zengin % 20’si gelirin % 50’sini almaktaydı. Bir başka deyimle zengin % 20 en yoksul % 20’nin 9.6 katı bir gelir elde etmişti. Türkiye'de 1994 ile 2003 yılları arasında büyüme en fakirleri daha da fakirleştirirken, en zenginleri daha da zenginleştirmiş. Şöyle ki, 1994 yılında en zengin yüzde 5 ile en fakir yüzde 5'lik hane halkı gelirleri arasındaki fark Türkiye genelinde 239 kat iken, bu oran 2003 yılında tam 280 kata çıkmış. Aradaki fark hâlâ uçurum düzeyinde. Ama bu arada dolar milyonerlerinin sayısı artttı, Maliye Bakanı ile Başbakan’ın oğlu ne kadar becerikli tüccarlar olduklarını göstermek için babalarının kendilerine aldığı “gemicik” ile zenginliğin sularına açıldılar. Oysa 2007 yılı itibari ile Türkiye’de yoksul sayısı 29 milyonun üzerinde olarak görülüyor. Açlık sınırı 940 YTL’ye yükselmiş halde. Reel ücretlerde gerileme yaşanıyor. 2000-2006 döneminde ortalama reel ücret düzeyi (1999 yılında 100 olduğunu kabul ettiğimizde) çalışan kişi başına 82, çalışılan saat başına 85, 2’ye gerilemiş. Bu veriler 2006 yılı sonunda 1999 yılına göre reel ücretlerin çalışan kişi başına yüzde 18, 4, çalışılan saat başına ise yüzde 13, 2 oranında gerilediği anlamına geliyor. Bu arada isşzilik ise %16.3’e kadar yükeldi.Yapılan araştırmalar artık insanların iş aramaktan vazgeçtiğini gösteriyor. Tüm bu göstergeler 24 Ocak’tan bu yana kesintisiz devam eden dışa açık büyüme eksenli ekonomi politikalarının sonucu. Hükümet rekabet gücü için her tür sosyal tavizi vermeye razı ve veriyor da. Ortada ciddi bir sosyal poltika boşluğu var ve yoksulluk bu ekonomi anlayışı, bu ihracat yolu ile büyüme uğruna her tür insani değerden vazgeçmeye hazır anlayış nedeniyle artıyor.
Bu manzara Hayek’in müridi olan yeni-sağcıların ya da liberalllerin onun “Her ne şekilde olursa olsun toplumda mevcut servet ve gelir dagılımını iyileştirmeyi amaçlayan yeniden dağıtım politikaları gereksizdir.” sözüne ne kadar değer verdiğini gösteriyor. Bu olgu aynı zamanda Türkiye’de sağ politik liderlerin dine neden bu kadar önem verdiklerini, muhafazakarlığın neden geçer akçe olduğunu da ortaya koyuyor. Çünkü din, asıl bu ekonomi poltikası için bir afyon görevi görüyor.
Nitekim geçtiğimiz hafta pazar günü önce “satma” alametleri gösteren, mahkeme sonucuna göre karar verip, gerekirse kendisinin de çeşitli açıklamaları olacağını söyleyen Uğur Arslan “İnsanlık Namına” programı ile yine yoksul yüzler üzerinden Deniz Feneri’ne yardımların akması için harekete geçerken, diğer yandan da bu programı “yardımseverlik ruhu ölmesin” diye yaptığını söylüyordu.
İşte bu yüzden Deniz Fenerleri’nin olmaması, yoksulluk üzerinden dönen sömürü çarklarının yağlanmaması için, esas bu “yardımseverlik ruhu” denen şeyin asıl niteliğini ortaya koymak ve gelir adaletinin bir hak olduğunu, sosyalliğin, sosyal adaletin bir insan hakkı olarak mecburi olması gerektiğini ifade etmek gerek.
Solun din adına insanları acımasızca sömüren kapitalizmi, yoksulluğun eşitsizliğin bir sonucu olduğunu ve çarenin zenginlerin alicenaplığının değil, zenginliğin vergilendirilerek yoksulluğun ortadan kaldırılmasının çare olduğunu, dinin bir afyon olarak sömürüyü gizlemekte kullanıldığını anlatması gerekir.
Ancak o zaman “insanlık namına” cebinize el atıp sömürüyü katmerleştirenler bunu yapmaktan çekinmeye başlarlar. Sağcılığın ilacı poztivizst din düşmanlığı değil, gerçek bir siyasal rekabettir. Zenginliğin bu denli acımasız olmasının tek nedeni toplumsal adalet talebinin dillendiricisi olan solun sahneden çekilmesi çünkü.