Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Kasım '06

 
Kategori
Felsefe
 

Kant'ın Ahlak Anlayışı

Kant'ın Ahlak Anlayışı
 

İnsanoğlu, tıpkı sivrisinek üreten bataklık gibi kötülük üreten bir bünyeye sahiptir. Çünkü doğada, aklıyla duyuları arasında çatışma olan tek canlı türü insandır. Bu, onun asla çözemeyeceği yapısal bir sorundur. Kaldı ki, günün birinde söz konusu çelişkiyi aşacak olsa bile, o andan itibaren başka bir türe dönüşmüş olacaktır. İşte; et ile anlamın, hücre ile düşüncenin, başka bir deyişle; genlerin ( doğa ) diliyle fikirlerin ( kültür ) dili arasında hiç durmadan devam eden bu savaşın yaşandığı sınır çizgisi; hem kötülüğün kaynağı, hem de bizatihi kötülük olgusunu basit olandan karmaşık olana doğru yönlendiren evrimi belirleyen zihinsel bir ayıkla - n - ma sahasıdır. Bu süreçte vücut, doğanın belirlediği yolda irademiz dışında gelişirken, ruhumuzun olgunlaşmasını belirleyen ve bizi hayvandan ayıran güç olarak karşımıza irade çıkar. Ne var ki bu esnada, tarafların savaş hilesi olarak uyguladığı karartmalar yüzünden, bilince de gölge düşer ve bu karanlık alanda, yani bilincin dışında; kendine özgü bir yapıya ve mantığa sahip gizli bir hafıza oluşur. Bilince sızması yasak olan bilgilerle, anılarla, olaylarla vs. dolu olan ve Pandora’nın Kutusu’nu andıran bu gizemli mekânda gerçekleşen olayların içyüzü hakkında fikir sahibi olmak, sürekli yeni hedefler belirlemesi gereken iradeyi bire bir etkileyecektir. Zira kör irade, özgürleşmenin önündeki en büyük engeldir. Çünkü iradesi kör olan kişi, doğasına yapışık yaşayacağından doğa insanı olarak kalacak; buna karşılık; kelebek etkisi nispetinde dahi olsa, özgür iradesinden yararlanarak doğayla arasına mesafe koyabilen birey ise; zihni, düşünce evrenini içeren kişi sıfatıyla, kültür insanı olacaktır. Bir yorumcunun, "onun yanında ya da karşısında olabilirsiniz. Ama onsuz asla felsefe yapamazsınız" diye bahsettiği; kendi mezar taşına yazdırdığı, "gökyüzünde yıldızlar, göğsümde Ahlak Yasası işte burada yatan benim"! cümlesiyle kendini tanımlayan büyük filozof Emmanuel Kant, tam da bu noktada devreye girer ve özgürlüğün, ne pahasına olursa olsun ahlaktan taviz vermeyen bir iradeyle mümkün olabileceğini iddia eder. Bu bakış açısından bakıldığında, ilkelerinden taviz vermektense içinde zehir bulunan tasa ellerini uzatan Sokrat mutlak özgürlüğe erişirken, onu ölüme mahkûm edenler köleye dönüşürler. Kant’a göre, dogmatik olmayan; yani, kulaktan kulağa aktarılan hurafelerin, rivayetlerin, efsanelerin dayatmasıyla belirlenmiş şeriat ahlakı yerine; çağdaş bilimden, felsefeden, tarihten, sanattan vs. naibini almış olan aklın ilkeleriyle düzenlenmiş, değişime ve gelişime açık, herkesi bağlayacak evrensel bir ahlak temeli üzerinde inşa edilen insan – iradesi – ancak özgür olabilir. Çünkü varlığı ya da yokluğu mutlak olarak kanıtlanamayan bir Tanrı’ya inanıp inanmamak kişinin şahsına ait bir iman esasıdır. Ayrıca, dinlerin asıl varlık nedeni, yeryüzünde en ideal adalet için, en güzel ahlakı tesis etmek iken, bu gerçeğin üstü daima ritüellerle örtülmüş ve insanların kaynaktaki hakikate ulaşması hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Sanki her seferinde kör bir irade devreye girmekte ve Tanrı’nın muradını tersyüz etmektedir. Bu tuzaktan kurtulmanın tek yoluysa; gerçekçi olmayan geleneklere dayalı, alışkanlığa dönüşmüş bir ahlak anlayışından, akılcı, laik, çağdaş ve seküler ahlak düzenine geçmektir. İşte tam da bu aşamada, öncen planlanmamış, rastgele, doğaçlama yapılan kötülükten; kurgulanmış kötülüğe nasıl geçiş yaptığımızı gözler önüne sermek için tarih öncesine şöyle bir göz atmamız gerekir. Bilindiği üzere, tarih öncesinde yaşayan insanların ihtiyaçları çok azdı ve aralarında herhangi bir işbölümü yoktu. Herkes, yeteneğine göre üretiyor ve ihtiyacı nispetinde tüketiyordu. Mülkiyet kavramı henüz gelişmemişti. Bu yüzden Marks’ın da üzerinde çok durduğu bu toplumsal yapıda insanları birbirine yabancılaştıran sınıflar da yoktu. Kendilerini yönetme işini tek bir lidere teslim etmiyor; bu sorumluluğu ihtiyar heyetinin sırtına yüklüyorlardı. Tamamen ihtiyaç düzleminde yaşadıkları için; arzu duymayı, organize suç işlemeyi ve sömürmeyi henüz öğrenmemişlerdi. Sonunda öyle bir gün geldi ki, o güne kadar gayet basit şeyler içeren yaşamlarını, son derece karmaşık bir yapıya sahip olan tarım ile taçlandırdılar. O güne toplum hayatına girmiş en suni şey olan tarımsal faaliyet, insanı doğaya yabancılaştıran bir uğraştı aslında. Aynı zamanda yine bu yeni örgütlenme biçimi, özel mülkiyet hırsını tetikleyerek köleciliği ve feodaliteyi de beraberinde getirmiş, Rousseau’nun tabiriyle insanlar arasındaki eşitsizliğin meşrulaşmasına, kuram ve kurum haline dönüşmesine neden oldu. Artık insnlık, ilkel, (basit) göçer, sınıfsız toplumdan; işbölümü yüzünden oluşan sınıfların kurduğu yeni bir toplumsal düzen inşa etmeye başladılar. Ancak, her geçen gün daha da gelişen karmaşık ve dolambaçlı şeyler ve dolaylı düşünebilme yeteneği ile kötülük potansiyelinin bir araya gelmesi, insanlar arasındaki eşitsizlik tahammül boyutlarını aşmaya başladı. Bu durum karşısında, topluma yön veren idealist kimseler arasında, kişilerin “hak” ve ödevlerini yeniden belirleyen daha insani bir ahlak arayışı hız kazandı. Hatta bu bağlamda; yorum, tefsir ve tevilden arınmış, kaynaktaki orijinal haliyle tek Tanrı’lı dinleri, kendi dönemlerinin “insan hakları” evrensel beyannameleri olarak da kabul edebiliriz. Yine bu bağlamda, feodal yaşamın hüküm sürdüğü tarih kesitinde, soyluları alt etmek isteyen burjuvazinin oyuncağı olarak bile olsa Fransız Devrimi’ni yaratan halk kitlelerinin mücadelesini ve sanayi çağında patlak veren Ekim Devrimi’ni; insanoğlunun “hak” arayışı tarihindeki önemli dönemeçler olarak anabiliriz. Fakat bütün bu gelişmelere rağmen, Kant, insanın insana hakkını teslim etmesi konusunda karamsardır. Felsefesi tragedyaları andırır. Çünkü çıkmazdaki insanı anlatır. Ona göre insan, olan ile olması gereken arasındaki mesafeyi kapatamayan iki arada bir derede varlıktır. Bu yüzden Kant diyalektiğe başvurmaz. Çelişkilerin arasında, doldurulamayan yarıklar vardır. Sanki insan, yağlı bir direkte yaşıyor gibidir. Ahlaki açıdan en üst noktaya çıkabilmiş olsa bile, orada kalabilmesi imkânsızdır; aşağıya kaymak onun için yapısal bir zorunluluktur. Belki tırmanma becerimiz gelişebilir; hatta yukarda kalma süremiz de uzayabilir. Fakat Freud’un öğretisinde de olduğu gibi, aynı yerde durmanın imkânsız olduğu bu çatışma hali insanın kaderidir ve bu kısır döngü insan türü var olduğu sürece kendini tekrarlayacaktır. Bu açıdan bakıldığında Kant’ın görüşü Hegel ve Marks’ın yaklaşımlarından daha sağlam gibi görünür. Çünkü Hegel de, Marks da, toplumsal düzeyde bir tür saydamlığa ulaşabileceğimize inanmışlardır. Hegel, kendisinin derdest ettiği felsefi anlayışın aracılığı ve Napolyon’un bahşettiği vatandaşlık bilinciyle, günün birinde insanın insanı nesne olarak görmediği, dolayısıyla birbirini köleleştirmediği, liberal bir dünya toplumunun kurulabileceğini öngörmüştür. Marks ise; bu günkü vahşi, ilkel, çıkara dayalı üretim, tüketim, paylaşım alışkanlığımızın üstesinden geldiğimiz takdirde, yeteneklerimize göre üretip, ihtiyaçlarımıza göre tüketeceğimiz bir topluma ulaşabileceğimizi, yani bir tür saydamlığa erişebileceğimizi varsaymıştı. Bu metinde belirtilenleri göz önünde bulundurmak suretiyle geriye doğru şöyle bir bakarsak, “yoksa abarttığımız kadar yol almadık mı acaba”? Diye sorabiliriz. Evet, bizim kişisel kanaatimize göre de, insanoğlunun varoluş sürecinde saklı olan en trajikomik sırlar bu sorunun içinde saklıdır. Zira modern antropolojinin ve yapısalcı akımın kurucusu Claude Levi Strauss’un, Güney Amerika’nın bakir ormanlarında keşfettiği ve kültürlerine hayran kaldığı yerlilerden yaşamları son derece ilkel olan Nambikwara Kabilesi’nin bireyleri dahi; şu an, dünyanın en gelişmiş bölgelerinde yaşayan; ancak, iradesini doğal dürtülerine oyuncak etmiş sözde insanlardan, daha seviyeli bir konumdadırlar sanki. İleri teknoloji ürünlerine gark olmuş söz konusu güruhun; “hak”, hukuk “içermeyen”, sadece “biçim”den ibaret olan yaşamları bu savı doğrulamıyor mu zaten!

Ahmet Güreşçioğlu

 
Toplam blog
: 164
: 710
Kayıt tarihi
: 13.09.06
 
 

1956 yılında doğmuşum. Tanrı Bilimi Eğitimi aldım. 78 kuşağından olmanın verdiği şevkle olsa gerek;..