Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

20 Haziran '07

 
Kategori
Basın Yayın / Medya
 

Mithat Bereket

Mithat Bereket
 

Cezayir, Bosna, Kosova, Afganistan, Çeçenistan ve Filistin gibi sıcak çatışmaların savaş muhabiri, önemli zirvelerin ve dünya liderlerinin röportaj ismi, Pusula programı ve Akademisi’nin kurucusu Mithat Bereket ile tarihe tanıklık ettim dediği Gez Göz Pusula adlı fotoğraf sergisini konuştuk. Baktığınızda içinizden bir şeylerin eksildiğini hissedeceğiniz kesin bir ihtimal… Belki de kendinizi tutamayıp ağlayıvereceksiniz tarihin bu utanç sayfalarına yeniden göz gezdirdiğinizde...

Erkan Doğanay Mithat Bereket söyleşi

“GEZ GÖZ PUSULA” fotoğraf sergi fikriniz nasıl gelişti?

20 yıldır hemen hemen dünyanın her tarafına giden, haber peşinde olan bir muhabirim, savaş muhabirliği de yapıyorum aynı zamanda. 1987 yılından beri Ortadoğu’da, Birinci İntifadan Kafkaslara, Amerika’dan Avrupa’ya kadar her bölgede bulundum. Nerede olay, karışıklık varsa oradaydım. Fotoğraflar içinde anı yakalamak ve diğer bir adıyla tarih yazılırken tarihe tanıklık etmeninde sergisi diyebiliriz. Böyle bir fikir vardı ama bu sergi daha çok Kadir Has Üniversitesi’nde oluşturduğumuz Pusula Akademisi’ndeki gençlerin teşviki ile oldu. Gittiğim her yerde anlık fotoğraflar, belgeler topluyordum. Geriye dönüp baktığımda 15 bin civarında arşivim olduğunu fark ettim. Bu sergi fotoğraf sanatçısı ya da foto muhabiri sergisi değil, bu daha çok bir muhabirin gözünden hikâyesi, öyküsü olan yaşanmışlıklar sergisi. Ben muhabirim ve mesleğimle de gurur duyuyorum yapımcı, anchorman diye isimler kullansalar da ben muhabirim diyorum ve olayların yanında olmam gerektiğine inanıyorum. Oturduğunuz yerden haber aktaramazsınız. Bir muhabirin görevi bilgi vermek, malumat vermek, bir şeyleri görüp anlatmak ise, bu da Mithat Bereket’in bir başka üretimi diyebileceğimiz bir çalışma oldu. İnternet sayfamızın editörü arkadaşımız, Ayşe Çavdar buldu bu ismi çok da güzel oldu. Sergi ile uyum sağlayan bir isim oldu.

Fotoğraf seçimi nasıl yapıldı?

Çok zor oldu on beş bin fotoğraf arasından seçim yapmak. Çünkü sayının yanı sıra hepsi etkili ve tarihi önemleri olan karelerdi. Feci etkileyici fotoğraflarda var. Mesela Kosova’da oğlunun mezarının üzerine çakıl taşları ile yazı yazmaya çalışan bir babanın fotoğrafı var, görüntüsü ve baba ile yapılmış söyleşi vardı, hangisini koyalım diye uzun bir süre düşündük.

Bir bakıma ürün dosyası gibi?

Evet aynen öyle. Bir sunum, bir bakıma gazeteciliğin olması gereken tutumunu gözler önüne sermiş olduk. Belgesel niteliği olmasını istedim. Sergide fotoğrafların birde video kliplerini yaptık. Özellikle anlatımı olan resimler seçtik. Ayrıca fotoğraf altlarına çok iyi metinler hazırladık böylece anlatımlarla birbirlerini destekleyen bir çalışma oldu.

Konu, kompozisyon aramanıza da gerek kalmıyor. Orada bulunmak fotoğraflarda göründüğünden daha zor olsa gerek

Olayın içindesiniz. Her hangi bir konu aramanıza gerek kalmıyor. Şimdiye dek zorlama hiçbir kare olmadı, zaten bakmanız yeterli oluyor çoğu zaman, o anın içindesiniz. Böyle bir lüksüm var, bir daha canlandırma yapmadan ya da tekrarını hiçbir yerde bulamayacağınız olduğu an çekilmiş fotoğraflar bunlar. Unutmayayım, aklımda kalsın, olayı daha net hatırlayayım diye çekiyorum bu kareleri. Sergi de bunun yansıması oldu bir bakıma. Öyle hikâyeleri var bu resimlerin çoğu kareye bakıp sayfalarca yazı yazarsınız ama yinede o fotoğrafın anlatımına yetmez. Mesela hiç unutmam Kosova da Sırplar saldırırken bir Arnavut genci mayına basmış ve yaralanmış, orada küçük bir hastane kurmuşlar ama hastane adına hiçbir şey yok gelen herkese morfin verip gönderiyorlardı. Gencin ayağı kesilecekti, telefonlar çalışmadığı için Başkent Tiran’a ulaşamıyorlardı. Biz de uydu aracılığı ile bağlantı kurulan telefonumuzu doktora verdik, yardım istendi. Helikopterin geleceğini duyunca o gencin bana bir sarılması vardı ki anlatamam. Mesela bunun fotoğrafı da var sergide, o kadar etkileyici bir kare ki, bakıp roman yazabilirsiniz bu anlık anlatımdan.

Tehlikeleri de var aynı zamanda önemli kazalar atlattınız mı?

Çok travmalı bir iş. Hayatımda iki kere şakağıma tabanca dayandı. Birinde Hırvatistan’da Sırp birlikleri bir köyü ateşe vermişlerdi ve köye girmek üzereydiler. Biz bunu çekerken tanklardan birisindekiler çekim yaptığımızı fark etti. Önce tankın namlusunu bize yönelttiler, sonra birisi yanımıza geldi. Kameramana; “kamerayı indir omzundan ama çekim yapmaya devam et dedim, ” ne olur ne olmaz geride bir kanıt bırakalım diye. Adam şakağıma silahı dayadı ve kaseti istedi o arada Sırbistan ile Türkiye arasında henüz sorun başlamamıştı. Orada bir karar vermek zorundasınız. Ben de elimde pasaportu sallayarak bağırmaya başladım; “ben Türk gazeteciyim sen bana bunu yapamazsın” diye. İkincisi bundan bir sene önce Körfez savaşı sırasında biz çekimler yaparken karanlık sokaktan çıkıp silahını üzerimize doğrultan Iraklı subaydı. Kaseti istedi hemen çıkarıp verdik, çünkü dediğini yapmasaydık öldürecekti bizi.

Olaylar karşısında insani tepkileriniz nasıl oluyor?

Mehmet Ali Birand’ın ekibinde, 32 Gün’de çalışırken henüz çömez bir muhabirim Güney Afrika’ya gittim oradan zenci bir kameraman kiraladık. İki siyah kabile çatışıyor. Çekim yapmak için gittiğimizde ellerinde silah yok. Molotof kokteyl, bıçak, balta gibi aletlerle savaşıyorlar. Birde ölüm halkası diye bir şey yapmışlar. Adamın ellerini yanına yapıştırıp beline kadar araba lastiği geçirip ateşe veriyorlar. Lastik o kadar feci yanıyor ki söndürmek nerede imkânsız gibi. Her yerde cesetler vardı gösteriyorlardı bak bu ölüm halkasında ölmüş diye. Çatışmanın ortasında kalmış bir gence ölüm halkasını geçirmişlerdi ben ceketimi çıkarıp ateşi söndürmeye çalıştım. Kurtarmadan önce makinemi çıkarıp birkaç kare fotoğrafını çekmiştim. Otele döndüğümde kendimi çok kötü hissetmeye başladım hemen Mehmet Ali Birand’ı aradım ve bu işi yapamayacağımı söyledim. Gazeteciliği unutturuyor bu iş bana dedim. O da, bu işi yapman lazım kendini kötü hissetsen de sen o haberleri duyurmakla iyilik yapmış oluyorsun aslında diyerek beni ikna etti. Ayrıca hem işimi yapmış hem de yardım etmiştim. Bu olaydan yıllar sonra Bosna’da bombardıman altında ilerlerken hemen yanımızdaki bir bina bombalandı. Kameramanla binaya girdiğimizde yanan insanlar, çığlıklar, cesetler karşılamıştı bizi, çeksek olay yaratacak görüntülerdi. Bıraktık kameraları, malzemelerimizi yardım ettik insanlara ve oradan tek bir kare görüntü almadık. Bunca yıllık gazetecilik hayatımda şunu anladım; hiçbir haber insan hayatından daha değerli değil. Ne benim ne de başka birisinin hayatı hiçbir haberle kıyaslanamaz. Benim gazeteciliğe bakışımda böyledir. İnsana endeksli bir gazetecilik anlayışım var. Zaten sergide ana tema insan üzerine kurulu. Öyle kapalı kapılar ardında alınan kararlar beni ilgilendirmiyor, bu kararların insanları ne kadar ilgilendirdiği önemli.

Biraz gerilere gidebilecek olsanız kiminle röportaj yapmak isterdiniz?

En çok Mihail Kalasnikof ile söyleşi yapmak istiyordum. Tam beş sene uğraştım ve sonunda ulaşabildim. Çok ilginç bir söyleşi oldu. Hatta söyleşiden bölümleri belgesel halinde Pusula’da yayınlandık. Gittiğim her yerde adamın yaptığı silahlarla insanlar birbirlerini öldürüyorlar. Bunu mutlaka kendisine sormam lazım diyordum kendi kendime. Kalaşnikof ben böyle bir amaç için bu silahı yapmadım, sadece ülkemi korumak için tasarladım diyor. Fidel Castro ile detaylı bir söyleşi yapmak isterdim mesela. Çünkü hakkında çok şeyi merak ediyorum, ilginç bir söyleşi olurdu ama olmadı.

Yaptığınız röportajlardan en etkileyicisi olanı hangisiydi?

Nelson Mandela çok enteresandı ve beni çok etkilemişti. Kişilik olarak zaten beni etkileyen önemli liderlerden biriydi. O anlamda gerçekten bir totem ırk ayrımına karşı savaşan dünyadaki bu önemli adamı bütün gazeteciler sırada beklerken, 1992 yılında hapisten çıkar çıkmaz söyleşi yapmaya ikna etmiştim.. Mandela’nın yanındaki bazı Türkiye karşıtları yanlış yönlendirdiler. O da bilmeden Atatürk ödülünü reddetmiş oldu. Daha sonra özürde diledi. Cumhurbaşkanı olduktan sonra ben tekrar kendisi ile söyleşi yaptım. Gerekirse ödül verirlerse gelip alırım dedi bana. O zamanda Süleyman Demirel cumhurbaşkanı değildi ve tekrar verilmedi.

Sizi etkileyen neydi?

Mandela çok bilge bir adamdı. Yirmi sekiz yıl hapis yattıktan sonra ilk defa çıkmıştı. Vücut dilini, kelimeleri kullanışı, bana yaklaşımı müthiş saygı gerektiren davranışlardı. Ayrıca çok sakin ve dikkatliydi. Bir de insan şöyle heyecanlanıyor, mesleki ilk büyük söyleşim diyebilirim. Çok iddia ettim onunla konuşacağım diye. Alamazsın dediler çünkü yüz elli iki yüz tane gazeteci bekliyordu Mandela ile konuşmak için. Bütün dünyanın en önemli medyaları oradayken kim takardı 32. Gün’ü. Dolayısıyla şansım yaver gitti ve on beş dakika söyleşi yapabildim. Benim için oldukça önemliydi ve bekli de o yüzden çok heyecanlandım. Belki de bu nedenle aklımda kalan liderlerden biri oldu. Arafat’ın ve Kaddafi’nin de çok renkli geçmişti söyleşileri.

Mehmet Ali Birand geleneğinden geliyorsunuz. Sizin böyle çalışmalarınız var mı?

Aynen devam ediyoruz. Pusula Akademisi de bir bakıma bu geleneğin devamı. Gençleri yetiştiriyoruz. Önemli olan paylaşmak ve buna inanıyoruz. Hoşumuza da gidiyor. Mehmet Ali Birand, Abdi İpekçi ekolünden geliyor. Abdi İpekçi paylaşımı seven özellikle de bilgisini paylaşan bir insandı. Türkiye de, Babıâli’de çok az bu tür paylaşımlar. Mehmet Ali Birand’da bu bilinçte olan birisi. Ben de aynısını yapmaya çalışıyorum. Mesela şu anda TRT’nin Brüksel bürosunun başındaki arkadaş bizden yetişmedir. Çok da yetenekli iyi bir gazeteci ve televizyoncudur. Bizim yetiştirdiğimiz bir sürü insan her tarafa gidiyor. Gurur duyuyorum onlarla. Şu anda Pusula Akademisi’nde oldukça yetenekli öğrenciler arkadaşlar var. Bu işi öğrenmek için uğraşan, didinenler var. Çok yetenekli çocuklar çıkacak. Dışardan gelenlerde bile oldu. Hollanda ve Almanya’dan gelip bizde staj yapıyorlar. Belgesel, tanıtımlar, haber programları, gazetecilikle ilgili bütün konular ders olarak veriliyor. Pusula ekibindeki yapımcı, kameraman, ışıkçı ve ayrıca yeni teknoloji ile ilgili bilgileri aktarması için Türkcell’den bir arkadaş geliyor ders vermeye. Yetenekli olan insanların yeteneklerine uygun tercih yaptıklarında başarılı olmamaları için hiç bir neden göremiyorum.

Basında ki tekelleşme hakkında ne düşünüyorsunuz?

Tekelleşme her yerde var. Önce televizyonun sonra internetin şimdi de mobil’in gelmesiyle gazeteler sıkıştı aslında. Çünkü yazılı basın yavaşlamaya başladı. Onun için daha derin araştırmalar yapmaya başladılar. Bir takım kuralların getirilmesi şart bu anlamda. Mesela İngiltere’ye bakıyorum, kitlenin bilinçlenmesi söz konusu. Bence bu çok önemli ilk önce toplum bir şekilde bilinçlendirilmeli. Çünkü kitleyi bilinçlendirmedikçe hiçbir şey sağlayamıyorsunuz. İngiliz okuyucuları bu anlamda daha yüksek düzeye erişmiş durumdalar. Türkiye’de de bu oluyor. Biz ne kadar insanlar eğitimsiz desek de eğitildiler. On yıl önceki televizyon programlarını düşünün “reality” programları vardı. Kopmuş bacaklar, kesik beyinler vardı. Ama artık insanlar bunu seyretmek istemiyorlar. Bizden önce herkes ben savaş muhabiriyim diyordu. Ve bir kilometre uzaktan savaşı anlatmaya çalışıyordu. Ama biz savaşın içine girdik canlı yayında. Şimdi seyirci bunu görünce arada ki farkı gördü ve ister istemez çıtayı yükselttik. Diziler, televizyon programları bile zaman içerisinde çıtayı yükselttiler. Hep kalite arttı. Ama maddi hesaplarla haberin peşinden gazeteciler gönderilmiyor uzmanlaşma eksik ve bu alanda çalışmalar gerçek anlamda yapılmıyor.

 
Toplam blog
: 31
: 895
Kayıt tarihi
: 17.06.07
 
 

Hayattan alıyorum bütün kaynağımı. Sokağı takip ediyorum, insanları gözlemliyorum, kendimi sorguluyo..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara