- Kategori
- Kent Yaşamı
Ne kuşsuz ne köpeksiz
İnsanın yer ile kurduğu bağlar, bu bağlar içinde oluşturduğu toplumsal örgütlenmeler, kent denilen oluşumu biçimlendirir. Bir yer ya da coğrafya insanı pek çok doğal etki ile biçimlendirir, ama insan da eyleyişleri ile yaşadığı o coğrafyayı biçimlendirir. Bu anlamda mekanla insan arasında böylesine ekolojik ve diyalektik bir ilişki vardır.
Fakat bir yer sadece insanlardan oluşmaz, en insan odaklı yerleşim olan kentler bile başka sakinlerden oluşur. Bu manada kentler birer habitattırlar aynı zamanda. Örneğin İstanbul’un en eski sakinleri aslında güvercinlerdir, ağaçlardır. Belki uzun yıllar onlarla yaşamaktan olsa gerek, Türk toplumu modernleşmeden önce hayli organik bir hayat biçimi içindeydi ve bu son 20–30 yıla dek bir biçimde sürdü. Ancak son yıllarda üst üste gelen köpek cinayetleri organik bir hayat algısına sahip Türk toplumunun yerel yönetimler eliyle bu organikliği tamamen sentetikliğe doğru evrilmekte olduğunu göstermekte.
Aslında ülkemizin çeşitli kentlerinde yaşanan ve kenti “cansızlaştırma” operasyonu olarak tanımlayacağımız birtakım örnekleri aklımıza getirdiğimizde yaşanan son soykırımların hiç de istisna olmadığı açık. Malatya’da kentin belli başlı merkezlerinden birinde yer alan ağaçlara konan sığırcıklar, kent halkının “çok gürültü oluyor” şikâyetlerine yol açınca, valilik sığırcıkların konduğu, yuva yaptığı ağaçları kestiriyor, yersiz kalan kuşlar da bunun üzerine vali konağının damını kendilerine mesken ediniyorlar. Denizli’de caminin önünü kapattığı düşünülen -aynı durum Konya’da Mevlana Türbesi için düşünülüyor- çınarlar kesildi.
Örnekler bir hayli fazla, bütün bu örnekler düşünüldüğünde kentlerin artık kuşlardan, köpeklerden, ağaçlardan kurtulmak istediği ve bir kenti sadece beton binalardan, alışveriş merkezlerinden ve otomobillerden, bir örnek insanlardan oluşan bir yer olarak görmek istediğimiz anlaşılabiliyor.
Eh zihniyet bu olunca, sokak köpekleri haydi haydi harcanabiliyor, ne de olsa “toplum sağlığını” tehdit söz konusu. Ancak köpekler için toplum sağlığını tehdit ediyor diyenlerin, her fırsatta “öteki”ni linç edenleri, okullarda yaşanan şiddet olaylarını görmezden geldiğine tanık olmaktayız, açık ki insan insanın kurdudur ve bu şartlarda toplum sağlığına en büyük tehdit yine bizzat insanın kendi türüdür.
Atomistik Hayvanseverlik
Hayvan sevgisi dediğimiz şey aslında modern öncesi toplumlar için bir şey ifade etmiyordu. Hayvanla insan arasında, tıpkı ağaçlar ve kentin bizzat kendisi, diğer insanlarla olan ilişkiler babında olduğu gibi organik bir bağ vardı. Ama bu bağ bugün bizim sevgi diye ifade ettiğimiz kavramla anlaşılır gibi değildi. Kuşkusuz hayvanla insan arasında bir duygusal ve anlamsal bağ vardı ama bu ilişkide işlevselcilik boyutu bir hayli ağır basardı. Örneğin kedilerin ilk kez Mısır’da evcilleştirildiğini biliriz, nedeni buğday ambarlarına dadanan farelerdi; yani Mısırlılar kediyi ne duygusal gelişim, ne sosyal ihtiyaçlar gibi soyut değerler uğruna değil, ürünlere ortak çıkan fareler için besliyordu. Elbette bunu anlamsal birtakım öğelerle de destekliyor, bu faydalı canlıya sevgisini vermeyi de ihmal etmiyordu -gerçi bu olgu daha çok üst sınıflara ait bir şeydi- ama sonuçta ilişkide fayda belirleyiciydi.
Aydınlanma sonrası burjuva aile modelinin gelişimiyle, özellikle de İngiltere’de hayvanseverlik olgusu, yani evde hayvan besleme pratiği gelişmeye başladı ve hayvanlar da yavaş yavaş evin bir bireyi haline geldiler. Yani bir anlamda onlar da burjuva aile değerlerinin bir unsuru oluverdiler.
Günümüzde ise hayvanseverlik bir endüstri haline getirildi. Kapitalizm hayvanseverliği de bir tüketim öğesi kılmayı becerdi. Bugün “pet”, yani cins evcil hayvan endüstrisi bireyselleşmiş ve atomlaşmış toplumun tüketimci-şefkat değerlerini temsil eder konumda.
Sözlerim yanlış anlaşılmasın, ALF/HKC (Hayvan Kurtuluş Cephesi) ya da Peter Singer gibi düşünürler bazında temsil bulan hayvan hakları olgusunu burjuvaca bularak küçümseyenlerden değilim. Ama atomistik, yani yalıtılmış yalnızlaşmış bireyin “sevgi” ihtiyacını karşılamak için para basan endüstrileşmiş hayvanseverlik ile, hayvan hakları mücadelesini de aynı kefeye koymuyorum sadece.
Yaşar Çabuklu’nun bir yazısında değindiği gibi: “Günümüz toplumunda insanın hayvanlarla olan ilişkisi ev hayvanlarıyla (pet) sınırlı hale geliyor. ‘Hayvanlıktan çıkarılmış, ’ sterilize edilmiş, insan dünyasının konforunu ve hafifliğini bozmayacak biçimde eğitilmiş bu hayvanlar ticari bir sektörün nesnelerini oluşturuyor.
‘Hayvan Hakları’ genellikle bu hayvanlara yönelik olarak algılanıyor, evcilleştirmenin kendisi sorgulanmıyor. Benzer bir biçimde avcılığa karşı çıkılırken milyonlarca hayvanın mezbahalarda kesimi görmezlikten geliniyor. Vejetaryenlik bir moda haline gelip ticarileşiyor. ‘Hayvanları koruma’ yaklaşımının hayvanların trajedisinin esas sorumlusu olan insan merkezciliği güçlendirdiği gerçeği göz ardı ediliyor.”
Buradaki hayvan haklarını siz kesinkes tüketimci hayvanseverlik olarak okuyun, Çabuklu’nun eleştiri oklarının hedefi gerçek hayvan hakları değil çünkü.
Ama ne yazık ki steril hayvanseverlik geliştikçe, sokaklar ıssızlaşıyor ve sokak köpekleri sokak çocuklarının kaderini paylaşıyor. “Görünmezleşiyorlar”, aradaki ahlaki sorumluluk bağı kopuyor. Yani bugün hayvanları bir gösteriş ve sergileme unsuruna dönüştüren, cins köpekler üzerinden yürüyen sosyetik hayvanseverlik, sorunun bir parçası.
Fakat sorunun diğer ucunda ise giderek nihilistleşen toplumsal duyarlıkların tümüne yabancılaşan yoksul kentliler de var. Ve onlar da sınıfsal hınçlarını köpeklerden çıkararak rahatlıyorlar.
Kentin Köpekleri
Aslında sokak hayvanları sorunu kentleşme sorununun ayrılmaz bir parçası. Metropollerde sokak öldükçe, kentli eğitimli orta sınıf çocukları sokaktan ve doğadan koptukça, sokak köpekleri de tıpkı bir dönem haklarında idam fermanı çıkarılan kavaklar gibi gözlerden ve gönüllerden düştüler. Kent binalardan, yollardan oluşan bir yığıntıya dönüşüp, kent sakinleri de kitle toplumunun bir unsuru oldukça, kentlerimiz insanî ve ekolojik yönden erozyon yaşar hale geldi.
Eskiden var olan mahalle birimleri, canlı komşuluk ilişkileri, yoksulu ve sokaktaki hayvanı da içine alan şefkat çemberi, metropolleşen kentlerle ölümü yaşamaya başladı. Önce yoksullar kaderlerine terk edildi, sonra köpekler. Kentlerimiz erkekleşti, dişi mimarînin oval kubbeleri, eril gökdelenlere terk etti yerlerini. Fabrikalarda çile dokurken bile hayatı ıskalamayan işçi sınıfının gecekondularının pencerelerinin pervazlarında sardunyalar, yanı başlarında ağaçlar ve kendi yoksul sofralarından artanlarla besledikleri köpekleri, sarman/tekir kedileri, kafeste öten sakaları kayboldu ve yerini demirli çirkinliklere bıraktı.
Kentin mekanı ayrışıp parçalandıkça, kentlilerin birbirlerinden kopuşu da hızlandı ve gettolaşan gecekondularda ilişkiler hoyratlaşmaya, kıyıcılaşmaya başladı. Töre cinayetleri arttıkça, kadınlar kapatıldıkça sokak köpekleri daha çok tekmelenmeye, makatlarına çomak sokulmaya, itlaf canilerince tecavüze uğrar olmaya başladılar.
Kısacası hayvanların yaşadığı acı ve sessizlik, dişi dünyanın içe çöküşü, yoksulların güç ilişkileri ile tüketim kültürünün üreticisi kentli orta sınıfın şımarık hayvanseverliği arasında kopmaz bağlar var.
Ve tüm bu girift ilişkileri dönüştürmek için, kenti dönüştürmek gerekiyor. Eğer halihazırda kendi parçalı yapısı ile kendi sorunlarına kilitlenmiş yapıları bir araya getirecek (Yeşiller gibi) üst bir çatı, hayvanseverliği hayvan özgürleştirmesine dönüştürecek daha politik ve bütünsel bir hayvan hakları mücadelesi olmadıkça, kendi katilimiz kendimiz olacağız. Çünkü şu anda çözüm hayvanları kısırlaştırmakta görülüyor, oysa bu zaten bir yandan belediyeler, diğer yanda AB normları ile süren kuşatmanın istediği sonuç, yani sokakların hayvanlardan temizlenmesi. Yapılan mitinglerin birinde göstericiler soruyordular “Katilim Kim” diye, cevap belli değil mi? Katil endüstriyel, kapitalist kentleşme. Bu kentleşme ise hem insanlığımızı, hem ruhumuzu betonlaştırıyor.