Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Ekim '10

 
Kategori
Öykü
 

Sıla mı gurbet mi? ( 5 )

Sıla mı gurbet mi? ( 5 )
 

Belinay! Tertemiz bir sayfa, taptaze bir koku...


"Kezban'a!"

( Peygamber Çiçeği'nin taze kokusu; yalan değil!...) 

Karakulluk köyünde çok şey değişmişti artık. Ne göz alabildiğine uzanan buğday tarlaları kalmıştı, ne kara altının hayatı değiştireceği umuduyla gözleri ışıldayan kara yağız delikanlılar ne de kara yazılı çocuk gelinler… Ya da hâla yazı, bunu böyle söylüyordu… 

Gençler, çağın aydınlığına ayak uydurup(!), toprağın bereketinden umudunu keserek ve masmavi gökte insana ışıltılı haber getirecek haber güvercinlerine bakmaktan vazgeçerek; beton şehirlerin puslu havasında hayatı kredilere bölerek ve nefesi taksit taksit soluyarak zenginleşecekleri masalına kanarak köyü terk etmeye başlamışlardı birer birer. 

Köy boşalmak üzereydi. Köyde kalanlar, ya Hatice Ana gibi gözlerindeki mavi umudunu neredeyse asırlık yaşına inat sürdüren diri gönüllüler ya da köy olsun, şehir olsun umudu içinde göremeyen içi ihtiyarlamış veya yüreği yaşlandırılmış, kaderine kendi damgasını vuramamış, hayatları elinden alınmış gençlerdi. 

Yüreğine şifa olsun diye kaplıcalardan köylerine yürürken, Gökşirin köyüne kadar gelebilmiş ve köyün hayat, umut, bereket dolu Mahmut Hoca’sıyla tanışabilmiş genç kadın; hayatın ona sunduğu günler içinde Karakulluk’a ulaşmış ve bu köyü her yıl en az on gün görmeyi sürdürmüştü, Ya da, "sürdürüyordu" demeli! Sürdürüyordu, evet!... Aslında, her yıl biraz daha kadere kul olan bu kara talihli köyü görmek için hâlâ neden yüzlerce kilometre teptiğini o da bilmiyordu. Yazı mıydı? Kader miydi? Seçim miydi? Hayata tutunmak, hayatta sürünmek miydi, onunkisi? 

Neydi onu buraya çeken? Hatice Ana mı? Hatice Ana’dan Gülsema’ya akan mavi ve umut dolu gözler mi? İnat içinde kara toprağın altında saklanan; hele bir fışkırsa, her yere bolluk ve bereketini yayacak olan petrol mü? Beton duvarlardan kopup gelerek toprağa kök salışın gücünü ya da günden güne eriyen kudretini gözleriyle görebilmenin hasreti mi? 

İşte, buradaydı, yine! Karakulluk köyü! Buğdaylar bitmiş; tütünler küsmüş! Kara altın, bir daha ağzını açmamak üzere susmuş! Şimdilerde kırk elli yaşlarında olan köy halkının “Ben, bu derede balık tuttum. İnanmıyor musunuz?” feryatlarına aldırmayan o büyük dere kurumuş. Bu dere bile, yakınlarda dahi görünmez olmuş. Hatta, Hatice Ana’nın büyük evinin karşısında yüz yıllardır evlere berrak su veren çeşme bile kurumuş. Bilinmez, belki de suyu akıtacak yazı tükenmiş!.. 

Selma neyin onu buraya, bu köye çektiğini unutmuştu.-Kim bilir? Sanki, hayata soru sormayı unutmuştu kadın.- Ama buradaydı. Konakladığı evin iki ev ötesinde bulunan yıpranmış evin karşısındaki taş düzlükte –nedense, iki üç merdiven basamağından sonraki bu bir iki metre karelik alana balkon denirdi-, yani balkonda Kezban’ı gördü. Kezban’ı?... Mahmut Hoca ile karısı Zehra’nın biricik kızları Kezban’ı!... 

Hemen, gözünün önüne Mahmut Hocalardaki o gün geliverdi. Zehra, bütün nimetleri kendi ellerinin ürünü olan çok zengin bir kahvaltı sofrası kurmuştu, Selma ile Ahmet'in önüne… O kahvaltı yaptıkları sabah, Kezban’ı görünce hayretler içinde kalmıştı Selma. Bunca zengin sofraya el sürmemeye yeminli bir incecik kız: Kezban! Böylesi bir sofrayı göremeyen bir genç kız! “Hayret!” diyebilmişti içinden…”Neden yemiyor ki? Ne kadar da zayıf!..” 

Karakulluk’ta Kezban’ı gören genç kadın Selma, kulların kara yazısına tanıklık ettiği için “o kara güne “ isyan etti. Ama kul olduğu için isyan etmemesi gerektiğini hatırladı, aynı anda!.. 

Kezban daha bir yıl önce, kadının şimdi gördüğünden en az iki kat fazla ağırlıktaydı. “Bir yıl önce Kezban’a “zayıf” denirdi. Denirdi de; şimdi ne denirdi Ya Rabbi?” Kezban’ın elinde, el kadar sıska bir bebek de vardı, üstelik. Kezban’ın kendi eliyle kendisine ve kızına diktiği renkli elbiseler bile, bu siyah manzaraya tek bir renk dahi damlatamamıştı, işte! 

Kezban Selma’yı görünce Gökşirin’i görmüş gibi sevinçten boğulacak hale geldi. Gözleri… Gözleri bu sevincini belli ediyordu da… Bu küçük kadın, Selma’yı görünce daha da görünmez mi olmuştu, ne? Bir insan sevinç, hasret ve çekinmeyi ancak bu kadar, bir anda görünmezliğin içine saklayabilirdi… 

Selma da, gördüğü bu manzara karşısında hayretler içinde kaldı. O da şu anda kendini ya tonlarca ağırlık altında ezilmiş ya da evrende bir noktacık kaplayamayacak kadar “hiç” hissetti. 

“Kezban, kızım ne işin var burada? Sakın, bu köye geldim de bu köyde “ana” oldum deme bana!” dercesine baktı Selma! Şaşkınlıktan sesi soluğu kesildi kadının. Oysa içi haykırıyordu: ”Kezbaaan! Kezbaaan! Karaaa Kulluk’ta işin neeee?” 

Kadın mıhlandığı yerden uzaklaşıp, kendini yine Gökşirin’de buldu. Karşısında Mahmut Hoca duruyordu: 

“Selma Hanım! Mehmet Uğur ismi güzel de… Ben, bu kadar kitap okurum; onca sözcüğün anlamını bilirim. Kızıma “Kezban” adını neden koydum? İnan, inan ki bilmiyorum. Kezban; yalan, yalancı demek, biliyor musun? Bir türlü de değiştiremedim şu ismi. Hep dua ederim; inşallah, kızımın hayatı yalanlarla dolu olmaz. 

Kadın mıhlandığı yerde büyük bir sarsıntı geçirdi. “Yalan! Yalan!” diye çığlık atmak istedi. Ağzını açamıyordu artık. Karşısındaki Kezban’a şaşkınlıktan sonuna kadar açılmış gözlerini kısmaya çalışarak baktı. Doğal görünmek istiyordu kıza. Ama kendini zorladıkça, daha da berbat göründüğünden de emindi. 

Mahmut Hoca tekrar gözünün önünde canlandı, Selma’nın. Kezban’ın anlamını bile bile –hadi bir kazadır- kızına bu ismi vermişti Hoca. Tamam, vermişti de… Karakulluk’un içinin boşaldığını, içinin kuruduğunu göre göre kızını şirin ve bolluk bir köyden bu kara yazılı köye nasıl verebilmişti Hoca? “Bu da mı kaza Mahmut Hoca?” diye, sormasına sordu da kadın; olanı anlamadı, bilemedi Selma… Anlamak da bilmek de istemedi!.. 

“Yalan, yalan! Her şey yalan!” diye bağırmak istedi genç kadın. Kezban da bu köye gelindi işte, kendisi de… Hayatın tümü yalan mıydı yoksa? Kendi yükünü hafifletmek istedi o an, biraz da bencilce. En azından, kendisi yılda on on beş gün bu köye geliyordu. Üstelik, kendi iradesi, kendi isteği ile geliyordu. Sebebi de güzeldi kendince; çocukları köklerinden kopmasın diye. Selma, kendine bulduğu bu, bir garip teselli ile bile hafifleyemedi. Hayretine dur durak yoktu.İçi taşmıştı bir kez: 

“Ey Mahmut Hoca! Sen nasıl, kızını, yeşeren dalını bereketli köyünün topraklarından kopardın da; bu kararmış, bu kuru topraklara verebildin?!.” 

Kendini güçlükle toparlayan genç kadın, Kezban’a zoraki gülümsedi. Yalancı bir gülümseme değildi aslında, gülümsemesi. Yalnızca, alın yazısına acı acı iç geçirişti, gülümseme denemesi… Kezban da Selma’ya sarıldı. Annesinin amca oğlunun hanımını, yani uzaktan yengesini görmüştü ama sanki annesini gördüğünü düşündü bir an. Taa Gökşirin’in kokusunu duydu o anda. Ellere, annesinin ellerine hasretle sarıldı. Öptü, öptü, öptü… Sarılmalarından sonra Selma, Kezban’ın hiç de yalan olmayan yavrusunu kucağına aldı. “Aman Allah’ım, bu bebek dokunsan kırılacak gibi?!.” Selma yeniden Karakulluk’tan uzaklaştı; derinlere daldı… 

“Ah Mahmut Hoca! Ah Zehra! Siz ki Gökşirin’e aydınlık ve bereket getirdiniz; okudunuz, okuttunuz, çalıştınız. Kızınıza neden kıydınız? Onu niye aydınlatmadınız? Onu niye kararttınız?” 

“Kezban kızım, duydum ki Musa ile evlenmişsin…” 

“Evet yenge…” (Başını öne eğiyor Kezban, Bu öne eğiş utanma mı, yoksa kadere boyun eğiş mi? Belli olmuyor… Yazıyı, iyi çözdüğünü sanan kadın da anlamıyor, bu eğilişi?..) 

“Nasıl oldu bu evlilik Kezban? Mutlu musun?” 

“Şeyy…” (Bu baş eğişi anlıyor genç kadın; Kezban utanıyor.) 

“Musa’yı sevdin, sanırım!” 

“Evet, yenge. Sevdim.” 

“Sen istedin bu evliliği demek ki. Ohh, içim rahatladı birden.” ("Yalan söyleme! İçin kan ağlıyor şimdi Selma!") 

“Sevdim yenge, gerçekten…” (“Sevdim, sevdim de; beklediğim sevgi, beklediğim evlilik bu değil.” der gibi şu “sevdim yenge” mırıldanışı…”Ah keşke, “gerçekten” sözcüğünü eklemeyeydin.” diye düşündü Selma…) 

“Belinay da ne kadar tatlı bir bebek!” 

“Sağol Yenge. Ama çok zayıf. Ona burada bakamıyorum” (“Kendine bakabiliyor musun Kezban?”) 

“Neden? Musa çalışmıyor mu?” 

“Babasının kahvesinde çalışıyor, harçlık alıyor…” (“Sen! Sen nerede çalışıyorsun Kezban, hangi evde, hangi damda?”) 

“Ama harçlık yetmiyor! Öyle mi?” 

“Hııı!” (Sus Selma, soru sorma Selma, sus!..) 

“Anladım Kezban! Hatice Ana nasıl? Sağlığı iyi mi?" 

“Anneannemin hastalığı giderek artıyor yenge. Yürüyemiyor artık.” 

“Yaa, çok üzüldüm; çok geçmiş olsun. Yanılmıyorsam, Hatice Ana Sami’nin de babaannesi değil mi?” 

“Evet! Sami, Nuri Dayı’mın oğlu.” 

“Anladım kızım!” (“Anladım Kezban. Hem de çok iyi anladım!”) 

Genç kadın ağlamamak için zor tuttu kendini. Belinay’ı aldı kucağına. (Bari şuncağızı güldürse de, bir halı iki minder bulunan bomboş odaya biraz gülücük serpilse. Belinay da o kadar tatlı gülüyor ki…) Gülümsüyor genç kadın. Odadaki tek tazeliğe, tek yeniliğe, tek geleceğe gülüyor. Selma biraz toparlandıktan sonra tekrar soruyor: 

“Kezban! Belinay ne kadar güzel isim. Anlamı ne?” 

“Peygamber Çiçeği…” 

“Peygamber Çiçeği… Anlamı, söylenişinden daha da güzelmiş! Adıyla büyüsün, Belinay'ın...” (Selma, yeniden ürperiyor. İlk defa tanıdığı bir çiçeğin kokusunu duyuyor sanki, derinden…) 

Duyduğu bu tatlı koku içinin acısını bastıramadı Selma’nın. Kucağında Belinay, evin balkonuna çıktı; kavurucu sıcakla yanmış yarı yeşil yarı sarı yapraklara baktı; görebildiği tek tük ağaçta. Öylesine kederlendi ki Selma; sanki, o harap yaprakların arasında hayal meyal seçebildiği Hatice Ana denen Çınar'ın, büyük bir gürültüyle devrildiğini fark etti: 

. “Hey Hatice Ana Hey! Sen ki Peygamber’e inanırdın. Sen ki yeğenin Mahmut Hoca’yı çok severdin. Sen ki kızın Zehra’yı çok özler, her sene baharla bir doğduğun topraklara koşardın. Kızını ve sılanı bir ömür hep özledin. Kezban’a, senin gibi güçlü olmayı bilemeyen torununa nasıl kıydın?!. Sami’nin işsiz olduğunu biliyordun. Bu köyün kuruduğunu görüyordun.Günahı da sevabı da hep bildin! Kökleri kurumuş çiçeklerin çatlamış toprakta süründüğünü de… 

Hadi, hadi sen dayandın. Mavi umuduna tutundun. Kızın Zehra da dayandı; yeşil yaprağın gölgesindeydi O. Bilir misin? Kezban’ı yalan ettin! Bir ömür talan ettin! Ya Belinay? Şu minicik can? Peygamber çiçeği çölde yaşar mı sandın? Senin köklerin suyun içindeydi; varlığının gölgesi çöle serinlik getirdi.Ya Mahmut Hoca, sen? Sen bu yalana nasıl kandın? Söyler misiniz bana; Karakulluk’ta doğan Belinay’a ne olacak? Belinay’ı sulayan Kezban mı? Kezban kız, hayatın bereketini göremedi ki! Kendini bile tanımadı ki!.. 

Yalan Hatice Ana yalan! Bu dünyanın koskoca bir yalan olduğunu sen de yeğenin Mahmut da biliyordu. Biliyordun da, Kezban’a neden kıydın? Sen devrildiğinde Kezban’a kim gölge olacak? Bunu neden bilemedin? Bunu nasıl göremedin?” 

Selma ağladığı görülmesin diye içine akıttığı yaşlarla, kurumaktan çatlamış gözlerle, alnında biriken terle baktı Belinay’a… Allah’tan, Kezban Selma’daki bu halleri çöl sıcaklarından sanıyordu. Genç kadın bütün gücünü toplayarak: 

“Kezban kızım” dedi. “Al şu telefon numaramı, gece gündüz, istediğin anda ara beni. Olur ya, Belinay’ı büyütürken bir şey sorman gerekir. Olur ya, annene de söylemek istemediğin şeyler olur. Beni ara! Unutma, ben Gökşirin’i de Karakuluk’u da iyi biliyorum. Seni anlarım; sana yardımcı olurum.” 

“Biliyorum Yenge. Sağol!” ( Bu cevap; “ararım”, ”arayamam”, ”aramam”dan hangisiydi acaba?) 

Kezban tıpkı annesinin çevikliğiyle ve tıpkı annesinin tavrıyla yerinden kalktı: 

“Çay ister misin Selma Yenge?” (Çay! Selma, gayrı bundan sonra, her çay yudumunda Kezban’ı görecekti, tıpkı Mahmut Hoca gibi…) 

Köy hanesine yazılan Selma Yenge, Belinay’ın yumuk ellerine eğilmiş, göğsü yarılıp da dışarı fırlayacak gibi olan yüreğini saklayıp, gözlerini Kezban’dan ayırarak: 

“İsterim Kezban isterim!” diyebildi titreyerek… (İnan, inan ki Kezban! İstediğim o kadar çok şey var ki… İsterim de, ne kadarını gerçekleştirebilirim şu yalan dünyada? Bilmiyorum, Kezban! Ama, bir tek şeyi anladım Mahmut Hoca! Bir yudum çayın insanı nasıl yaktığını, gözlere nasıl efkâr verdiğini, çok iyi anladım!) 

Kezban çaydanlığı almaya mutfağa gitti. Selma ve Belinay balkonda kalakaldılar. Bir müddet sonra, Kezban çay tepsisi ile yengesinin yanına geldi. Çaylar içildi, vakit geldi çattı; Selma, Kezban’ı ve Belinay’ı balkonda bıraktı, kendi yoluna düzüldü… 

“Hoşça kal Belinay! Benim Peygamber Çiçeğim! Gülücüklerinin daim olması için Allah yardımcın olsun. Annen Kezban’ı da güldür, e mi? Bu toprakta bir tek umudun vardır belki? Bu köyün son umudu:Gülsema!..Gülsema’yı iyi belle! Bakarsın, Gülsema’nın eteğinden tutarsın..."

Köylerde ve şehirlerde çok şey değişti artık. Selma’da da… O şirin köylerde horozlar bile ötmez oldu. O dertli köylerde çeşmeler de akmaz oldu. Şehirler Belinay’ı hiç mi hiç bilemedi. Bütün bunlar yazı mıydı, kader miydi? Neydi doğru, neydi yalan? Hayata tutunmak, hayatta sürünmek miydi gerçek olan? Bir Selma mı kaldı gerçeği yazan? 

Her şey yalansa, ya bu kaval sesi? Bu kaval sesi hiçbir yerde ve hiçbir zaman susmuyordu? Susmayacaktı da… Selma o gün, Belinay’ın balkonundan ayrılırken, kuruyan gözlerini iki damla gözyaşının ıslattığını hissetti. Selma durdu o an; derin nefes aldı ve kendisine hayatının sorusunu sordu, cesaretle: 

“Sıla mı gurbet mi bizi yakan, Hatice Ana’m? Ya bu kavalın sesini hiç yüreğinden duydun mu sen? Bilir misin, neyi anlatır kavalın şu çağlayan ezgisi? Sılayı mı gurbeti mi? Kezban’a kavalın sesini hangimiz anlatalım, be Ana’m? Kezban’a mavi ve berrak umudu gösterebilir miyiz, be Yenge’m?” 

Selma göğe baktı: “Sıla da gurbet de içimde. O kavalın sesi benim tek gerçeğim. Yürü Selma, sesinin arkasından!”dedi ve yüreğinin gerçeğine yol aldı. Yürürken, attığı her adımda yoluna yayılan, Peygamber Çiçeği'nin, o taptaze kokusuydu. Yalan değil!.. 

Yegâh Elif Mirzâde 

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..