Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ekim '07

 
Kategori
Anılar
 

Söz izi

Söz izi
 

İnsanı bunaltan rutubetli bir sıcağın, üzerinde asılı kaldığı günlerden birini yaşıyor İstanbul bugün. Kovsan da gitmeyen arsız, yapışkan bir sıcak konmuş sanki İstanbul’un üstüne, üç beş pikelik iktidarının farkında… Bir yerlere yetişmek, bir şeyleri yetiştirmek için koşmam gerekmeyen, zamanı kolumda taşımak zorunda olmadığım ender günlerden biri aynı zamanda. Akmerkez’in Ulus’a açılan kapısının önündeyim. Eskiden bomboş bir arsaydı burası.
Çift kale maç yapardı çocuklar, uçurtma uçururduk. Akmerkez denen bu alışveriş merkezi inşa edilmeden önce yani. Üzerinden her gün yürüyüp geçtiğim boş bir araziydi. Eskiden, iyice eskiden.. Etiler Hasan Ali Yücel İlkokulu’na giderken.. İstanbul’da hem her şey tanıdık hem de, şu an arkamda yükselen bu yapı da dahil olmak üzere pek çok şey tanıdık değil sanki ve her an yeni bir sürprizle karşılaşabilir insan. Bu yönüyle dişi bir kent İstanbul…

Nereden aklıma geldi şimdi, bu şehirlere cinsiyet atama oyunu? Ben bu oyunu, bir şehri ilk kez gördüğümde, sokaklarında gezip dolaşırken ya da şehre karşı kahvemi yudumlarken, kendi kendime oynardım. Oysa şu anda yabancı bir şehirde değil, İstanbul’dayım… Doğduğum, büyüdüğüm kentte, yakada ve semtteyim üstelik.
Peki neden, bir yabancı, bir turist olduğum duygusuna kapıldım şimdi? Değişen İstanbul mu yoksa ben miyim?
Nasıl da büyüyüverdik dip dibe ama birbirimizden habersiz…

Aynı yerde öylece duruyorum. İstanbul’un Akmerkez kostümlü cüssesine dikkatle bakıyorum. Kurulu düzenini koruyan ancak, bir zamanlar önemsediklerine sonradan tepeden bakan, arkasını dönen haliyle bu kez de, bir erkek gibi algılıyorum bu kenti… Karar vermek zor, çift cinsiyetli bir şehir sanki. Kaldırımın üstündeyim. Yaya trafik ışıklarının kırmızıdan yeşile dönmesini bekliyorum. Gürültü, uğultu, toz, egzoz, asfalt, binalar.. hepsi gri formunda.
Gözlerim maviyi, yeşili arıyor. Gökyüzünde maviyi yakalıyorum. Mavi; bir serinlik duygusuyla birlikte, deniz kokusunu bulup çıkarıyor belleğimden. Kızıla bulanmış bir akşam vakti kaydedilmiş boğaz manzarasından alıntı besbelli. İstanbul, -sıkça söylendiği gibi- insanı besleyen ama aynı zamanda da tüketen bir şehir, bir dişi…

Isı ayarı sonuna kadar açılmış bir fön makinesi, yüzümü ve saçlarımı yalayıp geçiyor. Üzerimde bir penye tişört ve bir şort, ayaklarımda sandaletler. Sırt çantam arkamda. Islak sıcak, bedenimde ve bacaklarımda şöyle bir dolaşıyor. Kitapevinde, kitapların sayfaları arasında dost bir serinliğin içine gömülmüştüm oysa, az önce. Kendimle ve kitaplarla baş başa, o mavi serinliğin kapsama alanında. Elimde büyükçe bir poşet içinde üç beş resim kağıdı, 35 x 50 ebadında. Fon kartonlarım, 7B 6B kalemlerim, yumuşak silgim, bir de kalemtıraş. Karakalem resim malzemelerim. Diğer elimde Harry Potter’ın 5.si. Sıkı sıkı tutuyorum kitabı, poşetinin içinde. Kulağımda oğlumun, dün akşamdan heyecanlı sesi.

- Anne, Akmerkez Remzi Kitapevi’ne yarın gelecekmiş. Elif söyledi. N’olur yarın gidip alır mısın?

- Yarın Cuma. Okuldan daha erken geleceksin, istersen birlikte gidip alalım. Hem başka kitaplara da bakarız. Hatta orada oturup çayımızı yudumlarken biraz karıştırır, onlara da bir göz atarız.

- Sen sabah gitsen olmaz mı? Ya Harry Potter tükenirse biz gidene kadar? Bak söz ver tamam mı? Yarın gidip alacağına söz ver!

Kitap okumayı seven bir çocuk değil aslında. Ama Harry Potter’ın büyüsüne kapıldı nasıl olduysa. Belki bu büyü, ömür boyu sürecek bir dostluğu da başlatır, kitap dostluğunu. Nasıl da sabırsızdı, nasıl da heyecanlı. Söz verince nasıl da rahatlamıştı…

Ben ne zaman ışıklardan karşıya geçtim?
Ne zaman yol boyunca dümdüz yürüdüm?
Ne zaman o ara yola girdim, birkaç basamak merdiven indim. Ne zaman?
Biran önce eve dönmek istiyordum oysa. Yeni bir resme başlayacaktım.
Ama ayaklarım beni eski bir resme sürüklemiş…

Petrol Sitesi’nin çocuk parkına bakan üst girişinin önünde buluyorum kendimi. Çocukluğumun parkı; kaydırak, tahterevalli, paslı siyah kalın zinciri düğüm yapılarak yükseltilmiş yan yana iki salıncak ve arkadaşlarımın sesleri. Nilgün, Dilek, İlhami. Tam karşı blokta Selçuk dedenin evi. Mahallenin muhtarı, toton, ak saçlı Selçuk dede. O çocukların, çocuklar O’nun sevgilisi. Çocuk seslerini parkta bırakıyorum, resmin içinde yürümeye devam ediyorum…

İşte 23. Blok, 3. kat, sol en üst balkon. Anneannemin evi.
Öylece orada yerli yerinde duruyor.
Bir koku dökülüyor balkondan burnuma. Anıların içinden sızan bir gaz kokusu.
Evet, evet gaz bidonu dururdu balkonda.
Dört ayaklı bir taşıyıcının üzerine oturmuş yüksek, tombulca bir bidon.
Rengi yok aklımda ama eski görünümlü hatta yer yer paslı bir bidon.
Boyum, yarısına kadar ya uzanır ya uzanamazdı.
Önünde, iyice aşağıda bir yerlerde, üzerine naylon kadın çorabı bağlanmış bir musluğu vardı. Köşeli bir teneke kutu dururdu, tam musluğun altında.
Balkonda, alçak taburede oturup anneannemin ‘Patlıcanlı Poğaça’sını yerken, gaz damlalarını sayardım.
Önce bir ıslaklık belirirdi naylon çorabın ucunda. Sonra yuvarlaşmaya başlardı.
Büyürdü, büyürdü, büyürdü ve “şıp” diye damlardı teneke kutuya.
Teneke kutunun içine düşerdi birer birer damlalar. Ama çok yavaştılar…
Ben daha çabuk büyüsünler isterdim, daha hızlı saymak isterdim.
Onlarsa bir türlü büyümek bilmezlerdi, ben bekledikçe...
VİTA yazardı teneke kutunun üstünde.
Ben harflere ve okumaya dalmışken, yaramaz bir damla yuvarlanıverirdi bazen.
Kokular birbirinin içine giriyor belleğimde, birbirine karışıyor.
Gaz kokusu, kıymalı-patlıcanlı sıcak poğaça kokusu ve anneannemin şefkat kokusu…

Yürümeye devam ediyorum.
İçimde buruk bir kıpırtı. Adını tam da koyamadığım bir his.
Tanıdık ama yabancı bir diyardayım.
Sanki, üzerine zamandan dokunmuş bir örtü serili olan bir şehre gelmişim, eski sakinlerinin uykuda olduğu bir diyara ve onların uyumadığı zamanlar, bir benim, bir de taş blokların bildiği bir sır gibi. Taş blokların bildiği ama sanki, sanki şimdi bilmezden geldiği bir sır gibi…
Örtüyü çekiversem uyanacaklar… çekebilsem…
Altmışlı yılların sonlarının isimsiz apartmanları, blok blok. Anılarımda yüksek, tam karşımda ise alçak duruyorlar...

Çoğu 3-4 katlı binaların. Asansörsüz ve sobalı evler.
Bir kısmı da, 6 katlı ve asansörlü. Onlar da sobalı.
Sonradan yapılanlar ise 10 katlı, çift asansörlü ve kaloriferli.
Onlar yetmişli yılların isimli apartımanları…

İşte 19. Blok, 3 katlı. Giriş katı babaannemin evi.
Arka bahçeye bakardı. Tepesine tırmandığım, saçlarını çekiştirdiğim söğüt ağacının olduğu arka bahçeye. Apartman girişi; ince, dar patikamsı bir yolun devamında, arkadaydı.
O daracık yolun sonuna saklanmış, geniş, kocaman bir arka bahçe vardı.
Yürüsem mi arkaya doğru kıvrılan o yolda?
Söğüt ağacı hala orada mıdır?
Ya, yoksa..?
Orada öylece kalıyorum. Nedense adım atamıyorum.
Söğüt ağacının anılarımda olduğu gibi kalmasını istiyorum. Onu, sanki üzerine çıkmam için eğilmiş gövdesi ve uzun saçlarıyla hatırlamak istiyorum.
Sesler doluyor kulaklarıma.
Yerden sürüyerek fırlattığım bir mermer parçasının nişanladığı gazoz kapaklarının, oraya buraya dağılıp saçılan sesleri.
Misket torbamın içinde parıldayan, gıcırdayan misketlerimin sesi.
Yatırıp kaldırınca ağlayan oyuncak bebeğimin sesi.
Bebeğime, artık kumaş parçalarından renk renk elbiseler diken babaannemin kollu dikiş makinesinin sesi..
Üzerinde zıplayarak başımı tavana değdirme denemeleri yaptığım babaannemin yatağının zavallı yaylarının sesi..
Gazoz kapaklarıma, misketlerime, seksek taşlarıma, lastiklerime, iplerime evinde yer açan babaannemin, bana hikayeler anlatan sesi…

Çocukluğumun bu evlerinde; görebildiğim dokunabildiğim bu insanlar, bu kokular, bu sesler yok artık. Bir özlem duygusu yüreğime saplanıyor.. boğazıma takılan bir yumrunun göz yaşına dönüşmesini önleyebileceğimi sanıyorum ama yanılıyorum. Aynı mahalleyi, aynı sokağı, bayramları, sohbetleri, sevinçleri, üzüntüleri paylaştığımız komşularımız, can dostlarım, arkadaşlarım, aşklarım nerdeler? Nerde çocukluğumun süsleri?

Ve 15. Blok, önden yüksekçe giriş, arkadan toprağa oturan zemin katı.
Çocukluğumun asıl evi.
İşte orada, annemin tuzladığı kan kırmızı atom domatesi uzanıp aldığım mutfak penceresi. O domatesin lezzeti dilimde damağımda, şapırtısı dudaklarımda, akan suları parmaklarımda, ellerimde, kollarımda sanki.
Tüm duyularım ayaklandılar mı ne?
Yoksa, anıların içinden fırlayıp çıkıveren kokular, sesler, renkler, lezzetler mi baştan çıkarıyor duyularımı?
Hafızamın tutanakları boşaldı sanki…
Hava hafif serinledi.
O bunaltıcı sıcak gitti birden.
Güneş topladı ışıklarını renklerini, batıya saklandı.
Sadece kızıl pembe, o henüz saklanmadı.
Tam da saklambaç vakti.
Biz de kukalı saklambaç oynuyoruz sokakta, çoğu benden birkaç yaş büyük arkadaşlarımla.
Üzerimde bir penye tişört, bir şort, ayaklarımda sandaletler.

Birisi bağırıyor, zayıf uzunca boylu bir oğlan.
Kim olduğunu seçemiyorum saklandığım yerden. Sesi de tanıdık gelmiyor.

- Hey çocuklar koşuuunn(!) Selçuk dede ilkokula başlayacak olanlara kalem defter silgi dağıtıyoooorrrr(!)

Ben de çıksam mı saklandığım yerden?
Ama.. ama ben ilkokula başlamıyorum ki.. henüz beş buçuk yaşındayım.. daha sıramı beklemeliyim…
Ama olsun, ben de okumayı yazmayı, sayı saymayı biliyorum.
Çıkıyorum saklandığım yerden.
Çocuklar çoktan fırlamışlar, sevinçli bir koşu tutturmuşlar parkın olduğu tarafa doğru.
Ben de koşmaya başlıyorum.
Haberi getiren uzunca boylu oğlan, yolumu kesiyor:

- Sen daha küçüksün, dur bakalım(!) Sen ilkokula başlamıyorsun(!)

Ben öylece kalıyorum sokağın ortasında.
Hava iyiden iyiye kararmakta.
Tam o anda, bir bisiklet geliyor üzerime doğru.
Büyük bir bisiklet ve farını yakmış.
Parlak, sarımsı beyaz bir ışık gözlerime değiyor...
Bir acı duyuyorum bacağımda ve ılık bir ıslaklık…
Yerdeyim, yerde yatıyorum.
Ağlıyorum, canım çok yanıyor.
Yattığım yerden, bacaklarımı karnıma doğru çekip, dirseklerimin üzerinde doğrulmaya çalışıyorum.
Bacağımdan kan boşalıyor.
Şortum ne renk bilmiyorum ama hızla kırmızı oluyor… Kıpkırmızı..kan kırmızı…
Etrafımda bir kalabalık oluşuyor. Kısa, orta, yüksek boylu bir kalabalık.
Konuşmalarını duyuyorum:

- Annesine haber verelim!. Bacağından et kopmuş.. çok kanıyor..
- Haydi çabuk!.. kanamayı durdurmak gerek!
- Dikiş atılması..…….

Biri beni kucağına alıyor..
Sonra…..sonra….sonrasında bir boşluk var…

Dar, ince uzun, sert, masa gibi bir şeyin üzerinde yatıyorum. Yüksekçe bir yerde. Beyaz önlük giymiş bir adam üzerime eğilmiş. Burası neresi(?).. Ben buraya nasıl geldim(?)..Bacağım neden acıyor(?)..Beyaz önlük giymiş bu adam kim(?).. Annem nerde(?).. Aklımda sorular bir birini kovalıyor.

Annemin yüzünü görüyorum. Bir de amcamın suratı gözümün önünde. Güngör amcamın.
Mahalleden komşularımız, bir iki amca da orada. Nevzat bey amca, Vasfi amca.
Babam nerde(?) Evet, evet tamam o iş seyahatinde, İngiltere’de.
Beyaz önlüklü adamın elinde iğne var.
Tekme atıyorum, çığlık çığlığa ağlıyorum. İki ayağımla var gücümle tekmeler savuruyorum.
Birileri bacaklarımı tutup, beni zaptetmeye çalışıyor.
Annemin sesini duyuyorum:

- Kızım dur yapma, bak dikiş atacak doktor, izin ver

- Hayır, hayır istemiyorum. Bacağımı diktirmeeem(!) İzin vermiyoruuuummmm(!)

Bir yandan bağırıp ağlamaktan, öte yandan tekmeleyip çırpınmaktan gücüm tükenmek üzere. Direnmekten canımın acısını unutmuşum. Sonra bir mucize oluyor. Beyaz önlüklü adam iğneyi elinden bırakıyor.

- Peki tamam dikmeyeceğim. Söz veriyorum!. Sadece pens koyup pansuman yapacağım. Şimdi, sakin sakin dur bakalım!.

Birden rahatlıyorum.
Bana söz verdi.
Elinde iğne yok. Dikmiyor. Sözünü tutuyor.
Ona güveniyorum.. bana söz verdi.
:
:
Derinlerden bir yerden tanıdık bir melodi geliyor.
‘Tango to Evora’nın müziği bu.
Ses, sırt çantamdan geliyor.
Evet, evet cep telefonum çalıyor.

- Annecim ben eve geldim. Sen nerdesin?

- Dışarıdayım. Birazdan geliyorum oğlum. Kitabını sormayacak mısın?

- Söz verdin ya, mutlaka almışsındır.

Elim bacağımdaki yara izine gidiyor. İnce bir çizgi halinde kapanacağı yerde, dikiş atılmadığı için madeni para büyüklüğünde kalan, beyaz yara izime.
Yara izi değil o aslında, söz izi…

Yeşim Esemen

 
Toplam blog
: 45
: 2228
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

"Artık makine ile değil, insanla iletişim kurma" kararımın ardından IT sektöründeki kariyerimi nokta..